YENİ MUHALİF DİL

Y

Türkiye’de iktidar yalaklığı da pespaye muhalefet de köhnemiş “mahalle duvarlarının” arkasına sığınarak konuşuyor. Hal böyle olunca iktidar-muhalefet ilişkileri hiçbir zaman gerçekçi zeminde seyretmiyor.
Oysa Türkiye değişiyor.
Buna paralel olarak muhalefet anlayışının da değişmesi gerekmiyor mu
“En büyük kamu” başlıklı yazımda “yeni muhalif dilin” hangi zeminde durularak üretilebileceğine dair dini/siyasi kökler ortaya koymaya çalışmıştım.
Müslüman aydının görevi iktidar yalakalığı yapmak değil; herkese ait olan (kamu) adına sivil muhalefettir. “Başımızda Hz. Ebubekir bile olsa” bu böyledir!

Yazının verdiği mesaj buydu.

Kanaatimce bundan böyle “Muhafazakar iktidara” karşı en gerçekçi muhalefet iktidarın yeşerip çıktığı iklimden gelecektir. Ancak bu muhalefet “cemaat mahfilleri” adına değil; herkese ait olan (kamu) adına yapılmak durumundadır. Bir iktidarın en çok ihtiyaç duyduğu şey bu değilse nedir? Bu nedenle iktidar çevreleri ve onların besleme zenginleri, en tepedeki Cumhurbaşkanı’ndan başlamak üzere, yalaka seslere mest olup mayışmak yerine böylesi seslere kulak vermek zorundadır…

Vakit gazetesinden Sibel Eraslan’a ait aşağıdaki yazıda yeni muhalif dilin ipuçlarını görmekteyim. Umarım, hayli içten ve sarsıcı bu “yeni muhalif” dil bir kaşık suda boğulmaz. Her geçen gün çoğalarak artar. Sibel Eraslan’a ne kadar teşekkür etsek azdır.

Umarım, tatilini geçirdiği “tıklım tıklım dolu” yazlık otelden “Ne o hocam, duyduğuma göre iyice sapıtmışsın?” diye soran “sonradan görme para budalasının” kafası dank eder. Bana da “Ne sırıtıyorsun anlatılan senin hikayen” demek kalır. Sizler de kimmiş sapıtan kıyaslarsınız…

Buyurun, fazla söz zaid kaçar;

“Telefon defterimdeki arkadaşlarımın en az dörtte üçünün aynı yaşlardaki çocuğu, şu anda California’da, Boston’da, Amsterdam’da, Viyana’da ya yaz kampında ya da kayıt olacakları lise-üniversite kapılarında… Hayır yanlış anlaşılmasın, Allah hiçbirinin acısını göstermesin… Hepsi sağ olsun, bahtı açık olsun… Sonra, kaprisli isimler taşıyan şu bilumum otellerimiz… İşte oralar, duyduğumuza göre tıklım tıklımmış… Kur’an Kursu’nda ölen çocuklarla aynı yaşlardalar, oralarda tatil yapan evlatlarımız da… Oraların özenle ılıştırıldıktan sonra deniz suyu basılan havuzlarında oynuyorlar. Oynamasın demiyoruz, yanlış anlaşılmasın. Veya kız kıza dans ettikleri, “hanımlara mahsus” diskolarında eğlenenler de “bizim” çocuklarımız… Yani demek ki “biz” meselesi epey zorlu, karmaşık, kalabalık bir sosyolojidir memleketimizde. Ve ikiye ayrılır “biz”; birinci şıkka girenlerle ikinci şıkka girenler arasında dağlar kadar fark yatırarak ayrılır… Geçenlerde gittiğim düğünlerden birisinde de aynı “biz”in değişik yüzleriyle yüz yüze geldim misal… Bir tarafı siyasetçi, diğeri iş dünyası olan dünürlere, Allah mesut etsin derim cânı gönülden… Derim de, devasa pastasının önünde patlayan havai fişekleri seyreden gelin hanımın sınıf arkadaşı kızlardan birisiydi; masaya servis eden garsonlardan biri… Böyle lüks yerlerin yemek şefleri de bir alem oluyor, ellerinde bir kırbaçları eksik, garsonları Roma Arenası’ndaki gladyatörler gibi koşturuyorlar. Davetlilerle konuşmaları bile yasakmış, gözleriyle kısaca selam veriyor, yine de mutlu, zira hiç olmazsa sınıf arkadaşının düğününde de olsa iş bulabilmişti en nihayetinde… Zenginlik ve fakirlik elbette kaderdir, kısmettir… Sorgulamıyorum. Maddi durumunuza göre tatil de yaparsınız, düğün de… Ama benim beynimi zonklatan şey; zenginliklerimizin bu kadar “kısa sürede” nasıl oluştuğudur. Kısa sürede oluşması da bir kaderdir derseniz, bu sefer de şunu sorabilirim müsadenizle; bu kadar sakil, bu kadar sonradan görme şekilde, göze soka soka, paçadan akıtırcasına, para budalası halinde sergilemek zorunda mıyız kendimizi? “Allah yürü ya kulum demiş, sana ne” demesin kimse lütfen… Şu yürüyen kullar, bir gün de sormazlar mı vicdanlarına Maun Suresi, Bakara Suresi ne diyor diye? Yetimi ve güçsüzü itip kakan, yetimin ve güçsüzün halini düzeltmek konusunda çaba sarfetmeyen kimselerin “dini yalanlayıcı”lardan olduğunu hiç okumadık mı? Ya “diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun” hakkını soracağına yemin eden Allah’ı hiç işitmedik mi? Veya “komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen Rasûl’ü de (s.a.v) mi hiç işitmedik? Dikkat ediniz; namaz kılmak, oruç tutmak değil… Komşusu açken tok yatmamanın anlamı, kelime-i şehadet kadar büyüktür ki; “bizden” mi “değil mi” mihenginin kalbi atar o cümlede… Sizi bilmem ama ben bu yazıyı yazıp, bu ibareleri hatırlarken bile korkudan tir tir titriyorum…” (Sibel Eraslan; 09.08. 2008, Vakit).

Yorum ekle

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular