4- KURBAN: Türkiye’de “halkın en yüksek dini davranış ve görünümleri” üzerine yapılan araştırmalarda birinci sırada “domuz eti yememek” (% 98), ikinci sırada da ise “kurban kesmek” (% 95) geliyormuş…
Namaz, oruç, hac, son sıralarda…
İçki önemli değil, zekatın adı, faizin (yasağının) esamesi yok.
Hak, hukuk, adalet, dürüstlük, emek, işçinin hakkını vermek, aldatmamak, yalan (söylememek) vb. ise “dini davranış ve görünüm” olarak görülmediğinden tümden liste dışı…
Çünkü “derin din” kurban kesmeyi ve domuzun lanetli hayvan oluşunu dinî “ritüel” sayıyor. Tabi sonradan kabul edilen din (İslam) sebebiyle değil; eskiden beri varolan “derin din” sebebiyle. Gülhane Parkı’nda ceviz ağacı olduğundan, ne o bunun farkında ne de polis farkında (!).
Derin din, sadece “ritüeli” dini davranış ve görünüm sayıyor. Soruyu soran da, soruya muhatap olan da, cevapları okuyanlar da böyle düşünüyor. Laiki, demokratı, solcusu, sağcısı ve hatta İslamcısı dahi böyle…
Hepsi de aynı potaya nasıl da girmiş!
Malum “derin din” derken, hali hazırdaki dini davranış ve görünümlerin, Anadolu’da eski Hititlerden Harran dinlerine, Lidyalılardan en son İslam’a kadar bir dizi dışsal görüngünün, kadim olan (Gök Tengricilik/Şamanlık) potasında içselleşmiş, yeniden biçimlenmiş (con-form) halini kastediyoruz. Burada ana çerçeveyi çizen, belirleyen daima Gök Tengricilik/Şamanlık olmaktadır. İsimlerin değişmesinin, motiflerin başka başka şekle girmesinin pek önemi bulunmuyor.
***
Neydi, Uluğ Tengri “uzakta, çok uzaklarda” olunca şaman imdada yetişiyordu. Ancak şamana rağmen kötü ruhlar ölüme, hastalığı, kısırlığa, yoksulluğa vs. yol açmaya devam etmekteydi. Şamanlar da derde deva olmayınca ata ruhları çağırılmaktaydı ve anıt-mezarlara, yatırlara, türbelere hücum edilmekteydi…
Peki bu da çözüm olmuyorsa?
Bu durumda kötücül ruhları yatıştırmak için kolay ve en etkili yöntem; kurban!
Bir kaza atlattın kurban… İşyeri açtın kurban… Yangından kurtuldun kurban… Siyasi parti lideri karşıladın kurban… Merdivenden düştün kurban… Gelin gittin kurban, damat oldun kurban… Zengin olmak istiyorsun kurban… Bolluk, bereket gelsin istiyorsun kurban… Kıtlık, yokluk, yoksuluk bitsin istiyorsun kurban… Bayram oldu kurban, seyran oldu kurban…
Kurban ha kurban…
Kurban kanı günahları affettirir ve belaları savarmış!
Kan akmayınca yatışmıyor demek tanrının gazabı.
Kan akmayınca vermiyor demek tanrı hazinelerinden.
“Kan kan kan!” diyen bir Tanrı ha!
***
Tengricilikte kurban genellikle açık arazide ve bir şamanın öncülüğünde kesilir. Açık arazide (dağ, su kenarı, ağaçlık vs.) kurban kesmek, kurbanın kendisi kadar önemlidir. Çünkü doğada var olan ruhların mekanı dağ, su kenarları, ağaçlıklar, kırlardır…
Türkiye’de İslam kültürünün ıyd’ul-edha’sını (fedakarlık, kaynaşma, yakınlaşma bayramı) ile bütünleştirerek, onu açık arazide ve yaygın bir şekilde icra edilen “kurban bayramına” dönüştüren işte bu derin bilinçaltıdır. Bu nedenle AB etkisiyle kurbanların açık arazide kesilmesine karşı çıkmak hatta ondan utanmak boşuna görünüyor. Derin din bunu da geçiştirip kendine benzetecektir. Her yıl kurban bayramında trafiği felç eden “ipini koparan kızgın dana” görüntüleri hiçbir zaman yok olmayacaktır. Sanki dana dahi “derin dinden” yana tavır alarak kurban olmak için açık arazi aramaktadır!
Şamanlıkta törenler genel olarak ikiye ayrılır ; belirli günlerde yapılanlar veya önceden belirlenmemiş törenler. Bu törenlerde, çeşitli halkların inanç, gelenek ve göreneklerine göre farklılıklar olmakla birlikte mutlaka kurban adeti vardır. Kutsal sayılan bir yere, bir değere bir şey sunmak, eşya adamak, şamanın davuluna, çeşitli maddelerden yapılan tanrı tasvirlerine (töz, ongon, tangara, eren ) yemek sunma, ateşe içki dökme ya da atma kansız kurbandır. Kansız kurbanların bir başka biçimi de ruhlara adanıp kırlara salıverilen hayvanlardır.
Şamanlıkta kurbansız tören de, törensiz kurban da yoktur!
Kötücül ruhlar sunulan kurbanlara rağmen hala ölümlere neden oluyorsa bu sefer yeni doğan çocuklara, öncekiler gibi olmaması için Yaşar, Durmuş, Duran, Satılmış gibi isimler konulur. Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün bindiği atın kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak, türbelere adak adamak, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanmak Türkiye’de namaz kılmaktan, oruç tutmaktan daha yaygın ve kuvvetli ritüellerdir.
Derin dinde “ritüel” esasında kurban etrafında dönmektedir. Dini, diriler için ve gerçek hayat mecralarında yaşanan bir hayat tarzı olarak anlamayan Şamanizm, ölülere, ruhlara, atalara ve görünmeyen varlıklara (cinn) yönelmekte ve dini bunlarla ilgili kavramaktadır.
Dikkat edilirse Türkiye’de din denilince akla gelen bir takım ritüellerdir. Yani önceden belirlenmiş, yeri, zamanı ve mekanı olan tekrarlanan hareketler… Baş ritüel kurbanın yanına İslam’ın ritülleri de (nusuk) konarak din diye buna denmektedir: kurban, namaz, ezan, oruç, hac, cenaze, kandil, mevlit, ölü yıkama, talkın verme…
Dikkat ederseniz Türkiye’de Diyanet’in görevi tamamen bunları yapmakla ilgilidir. İHL’lerin amacı bunları icra edecek meslek erbabı yetiştirmektir. Çünkü derin dine göre “din” bunlardan başka bir şey değildir. Eski Hunlar’da, Göktürkler’de, Hititler’de, eski Harran’da, Lidyalılar’da, Osmanlılar’da dine, din adamına, tapınağa, ölü gömme işlemlerine (cenaze) ve kurbana biçilen rol neyse, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde de hemen hemen aynı…
***
Kurbana gelelim…
Antropolojik açıdan baktığımızda, insanlıkta kurban adetinin, insanoğlunun en temel kaygısı olan “yaşam savaşı” ve “can derdi” ile ilgili olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Kurbanın Sümerlerden Kızıldirililere, Çinlilerden Avrupa halklarına, Hind’den Afrika’ya en kadim bir dini ritüel olmasının en mantıklı açıklaması bu olsa gerektir.
Şöyle ki: Çok eski zamanlarda “insan kurbanı” adeti vardı. Çoğu eski çağ dinlerinde insanların birbirini kurban etmesi, kesmesi, boğazlaması adeti hüküm sürmekteydi. İnsanlık tarihi açısından son derece trajik olan bu durumu aşmak öyle kolayına olmamıştır. İnsanlığın hafızasında derin izler bırakan bu trajik hal “hayvan totemi” dönemine geçişle aşılmıştır. Yani insan toplumları bir önceki dönemde yaşadıkları acıların nedenini, bir sonraki sıçrama döneminde sembolleştirerek kendileri için zararsız hale getirmişler. Örneğin “koyunu” veya “ineği” totem hayvan olarak gören bir topluluk, kendi yerine koyunu veya ineği kurban olarak sununca bu hayvanlar totem halini almıştır. Kendini bu hayvanlarla özleştirerek canını kurtarmış, canını kurtardığı için de söz konusu hayvanı totemleştirmiştir. Hayvan kurbanının olduğu yerde bilin ki daha önceki dönemde insan kurbanı vardır.
Geçmiş çağlarda bir çok topluluğun kurt, aslan, balık, boğa, koyun, kartal gibi hayvan isimleriyle anılması boşuna değildir. Hatta bitki totemi döneminde mercimek, fasulye, bakla gibi tahıl bitkileriyle anılan topluluklar bile var. (Buna az sonraki domuz maddesinde daha geniş değineceğiz).
***
Kanımca ilahi irade kurban rüyası vesilesi ile “İbrahim çağında” insan kurbanı adetini kökten kaldırmış, “Muhammed çağında” ise dindeki yerini ‘yok hükmünde’ sayacak denli en aza indirerek dini ritüller dünyasından çıkarmak istemiştir. Kur’an’da kurbanın sadece “hac ayetlerinin geçtiği yerde” ve “olmakta olanı tasvir” sadedinde geçiyor olmasından bunu çıkarıyoruz. Üstelik olmakta olanın (Kabe’ye hedy) eti ve kanı Allah’a ulaşacak da değildir.
Kur’an’da kurban doğrudan ve herkese emredilmiş bir farz değildir. Araplara ait bir hac ritüeli olarak geçmektedir. Yani hacca gidenlerle ilgilidir. Hacca gitmeyenlerin kesmesine bile gerek yoktur. Hacca gidenler dahi kurban kesmese ‘hacları kabul olmaz’ diye bir şey söz konusu değildir.
Kur’an’ın Tanrısı “Neden bana kurban kesmediniz?” diye sormaz!
Kevser suresinde geçen ayette “Rabb’ine yönel; destekleş (salat et) ve güçlüklere göğüs ger (nahr yap)” denmektedir. Buradaki salat bildiğimiz anlamda namaz, nahr da bildiğimiz anlamda kurban değildir. Nitekim bir çok müfessir bu görüştedir (Razi, Kurtubi, İbn Kesir). Bildiğimiz anlamda namaz daha çok es-salât veya eqimu’s-salât deyiminin güneşin hareketlerine izafe edilerek kullanıldığı yerlerdedir. Tesbih, hamd ve zikr kavramlarını da dahil edersek bu da 10 kadar yerdedir.
Yahudilerin, peygamberimizi kabul etmeme gerekçelerinden birisi de kurbanı (yakmalık sunu) emretmemiş olmasıydı. Bu durum Kur’an’da şöyle anlatılır: “Allah bize, yakılarak sunulan bir kurban getirmedikçe peygamberlik yapanı reddetmemizi emretti” diyenlere söyle: “Size benden önce de bir takım peygamberler söze dayalı apaçık delilleri ve o dediğinizi getirmişti. Şu halde eğer doğru söylüyorsanız onları niçin öldürdünüz?” (Al-i İmran; 183)
Yani yakmalık kurban sunuları, Yahudilere göre Musa’nın şeriatındandı. Peygamberlik iddiasında bulunan birisi bunu emretmeliydi. Muhammed böyle bir şey söylemediği için peygamberlik iddiası geçersiz sayılmalıydı. (Razi, Kurtubi, İbn Kesir).
Keza Adem’in iki oğlu (Habil-Kabil diye bilinir) kıssasında Kur’an “Allah’a yakınlaşmanın” şartını açıklar. Kin, mülkiyet hırsı ve katillik insanı Allah’tan uzaklaştırır, böylesinin yakınlaşma isteği kabul edilmez. Bunlardan sakınanın (takva sahibi olan) yakınlaşması ise kabul edilir. (Maide; 27-31)
Adem’in iki oğlu kıssasında Allah’a kurban sunma, yakın olmak için yaklaşmaya çalışmak demektir. Çünkü “qurban” kelimesi Kur’an’da Yahudiler anlatılarken “yakmalık sunu” (Eski Harran veya Mecusilikte kurban ateşte yakılarak olurdu, Yahudiliğe oradan geçmiş) dedikleri şeyi anlatmak için kullanılan tek yer hariç hep “yakınlaşma, yakınlık” anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da Q-R-B kökünün geçtiği 96 yerde de böyledir. Adem’in iki oğlu kıssasında da bugünkü anlamıyla “kurban kesmek” dediğimiz şey değil; yakın olmak için yakınlaşmak isteği (qarreben qurbânen) dile getirilir. “Allah’tan başka yakınlaştırıcı ilahlar (qurbânen âlihe) edindiler” ayetinde ğeçtiği gibi. (Ahkaf, 46).
Bu anlamda kıssa tarihte olmuş bitmiş bir olayı değil şu an yaşanını anlatır. Adem’in iki oğlu, kin, mülk hırsı ve açgözlülük yüzünden “ötekine” düşman olan ve kardeşini öldürerek “kan döküp fesat çıkaran” biz insanoğullarını anlatır. Kıssadaki Adem’in iki oğlu biziz; sen, ben, o… Maksat cinayete ve kan dökmeye engel olmaktır. Nitekim kıssa şu ayetle bitirilerek niçin anlatıldığını apaçık ortaya koyar: “Kim haksız yere bir kişiyi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir, kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış olur” (Maide; 32).
***
Bayrama ıydu’l-edha (fedakarlık, ötekini düşünme, kalplere sevinç bırakma, kaynaşma, paylaşma, yakınlaşma) denilmiştir. Gel gör ki “derin din” bayramın bu yönünden ziyade kendi kadim ritüelini parlatarak olayı kurban (et, kan, bağırsak, dana, teke, koyun) bayramına çevirmiştir.
Türkiye’de edha (halk arasında kurban deniyor) bayramında insanlar neden birbiriyle kaynaşmaktan, hemhal olmaktan plajlara, tatil yörelerine kaçmakta? Öte yandan da kurban neden % 98 oranında dini davranış ve görünümler sıralamasında birinci sırada?
Çünkü “derin din” kurban ritüelini ikibin yıldır dinin direği sayıyor. Gayet acılı bir süreç olan insan kurbanı dönemini, sonraki dönemde havyan kurbanı ile sembolikleştirip aşan insanoğlunun, kurbanı tümden ortadan kaldırarak nihai amaca varması gerekmiyor muydu? Kur’an’da kurbanın ‘yok hükmünde’ sayılacak kadar en alt düzeye çekilmiş (olmakata olanı tespit) olmasına bir de bu açıdan bakmak gerekmez miydi?
Gerçek hayat dininde bayram hayatı paylaşmayı, bölüşmeyi, kaynaşmayı, ‘birbirine kurban olmayı’ yani fedakarlığı, ötekini düşünmeyi (edha), böylece bir (tevhid) ve bütün (samed) olmayı hedefler. Onun için İslam’da herhangi bir “ritüel” dinin direği olamaz. Dinin direği doğruluk ve dürüstlük, yetimi ve yoksulu doyurmak, komşusu açken tok yatmamaktır! Aksi halde bunlara rağmen yapılan ritüeller (bırakın kurbanı, kılınan namazlar bile) riya ve gösteriş törenlerine dönüşür. Akif’in tabirleriyle “mübtezel bir çok merasim, eğilip bükülmeler, yatmalar…” Kur’an bu duruma dini yalanlamak/dinin direğini yıkmak (yukezzibu bi’d-din) demektedir. (bk. ‘Dinin direği nedir?’ başlıklı makale)…
5- DOMUZ: Hiç düşündünüz mü neden bazı hayvanlar kutsal bazıları lanetlidir?
İnsanlık tarihinde, bunun da, insan kurbanından hayvan kurbanına geçiş süreciyle ilgili olduğunu görüyoruz?
Buna birazdan geleceğiz ama önce hayvan/kuş ve bitki totemi dönemi ile ilgili bazı bilgilere göz atalım.
12 hayvanlı eski Türk takviminde en son yıl domuz yılı.
Acaba neden?
12 Hayvanlı Türk Takvimi, 12 yılın 5 katı olan 60 yıllık devreleri ile Göktürkler’de, Uygur Türkleri’nde, Tuna Bulgarları’nda, İtil Bulgarları’nda ve daha önceleri de büyük ihtimalle Hun Türkleri’nde kullanılmış olup, Türkler arasında çok yaygın bir sistemdi. Göktürk Yazıtları, Uygur kitap ve hukuk belgeleri, Tuna Bulgarları’nın yazıtları, Bulgar Hakanları Listesi bu takvimle tarihlendirilmiş. Hatta, Manas Destanı’ndaki bazı olayların bile On İki Hayvanlı Türk Takvimi ile tarihlendirildiğini görüyoruz. Asya’da kullanılan 12 Hayvanlı takvim Türklere ait bir takvim sistemiydi ve Çinliler bu takvimi Türklerden almışlardı.
Yıllar şöyleydi: Sıçan (Fare) yılı, Ud (Sığır/Öküz/Oğuz?) yılı, Bars (Pars/Arslan) yılı, Tavışgan (Tavşan) yılı, Lu (Ejderha) yılı, Ilan (Yılan) yılı, Yunt (at) yılı, Koy (Koyun) yılı, Biçin (Maymun) yılı, Tabuk (Tavuk) yılı, İt (Köpek) yılı ve Tonguz (Domuz) yılı…
Mesela birisi doğduğu tarihi şöyle anlatırdı: “Tonguz (Domuz) yılının dördünçay’ında (dördüncü ayında) doğdum…”
Keza Oğuz boylarının herbiri bir kutlu kuş/hayvan figürü (totem?) ile anılmaktaydı. Örneğin: Kınık boyu (çakırdoğanın erkeği), Kayı boyu (sungur/şahin), Bayındır boyu (laçin /gezgin şahin), Yuva boyu (tuygun/yaşlı erkek çakırdoğan), Salur boyu (bürgüt /kartal), Afşar boyu (çure-laçin/erkek doğan), Begtili boyu (bahri/balık-kartal), Bügdüz boyu (italyu/dişi doğan), Bayat boyu (ükü/grandük), Yazgır boyu (turumtay/bozdoğan), Eymür boyu (isperi /delicedoğan) , Karabölük boyu (küyenek/sarı kerkenez), Akbölük boyu (küyenek/kerkenez), Iğdır boyu (karcığay/çakırdoğan), Yüreğir boyu (biku/gecekuşu)…
Yine Babil mitolojisinde de yıl ayları buna benzer isimlendirilmiş ve bugün adına “Burçlar” dediğimiz sistem doğmuştu: Koç, Boğa, ikizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık…
Bunlar daha sonraları göğe nispet edilerek yıldız kümesi haline getirilmiş ve buradan bir astrolojik teoloji çıkarılmışsa da, ilk doğduğu zaman bunlar antropolojik teolojiydi. Yani yerin (yeryüzünün/Babil İmparatorluğu’nun) egemen olduğu toprakları anlatıyordu. Kabileler/ülkeler totem hayvanlarıyla anılıyor ve 12 ittifaklı imparatorluk düzenini ifade ediyordu. Avrupa Birliği (AB) bayrağındaki 12 yıldızın ittifaka (birliğe) katılan ülkeleri temsil etmesi gibi… Demek ki yerin dili gökleşerek mitleşiyor, antropoloji astrolojiye dönüşüyor. Yere ait politik-ekonomik düzen, göğe ait mitik-astrolojik dille ifade ediliyor.
Cahiliye Arapları’nda da durum benzerdir. Tanrı ve kabile isimlerinin genellikle hayvan/kuş/bitki adı olması herhalde tesadüf olamaz: Yeğûs (aslan), Yeûk (at), Nesr (kartal) Benî Esed (aslan oğulları), Benî Kureyş (köpek balığı oğulları) vb… Kur’an’da ve câhiliyye şiirinde rastlanan bilgilerden, kurban veya adak olarak kullanılan hayvanların başında deve ve koyunun geldiği öğreniyoruz. İlk doğan hayvanların kurban edilmesine fera adı verilirdi. Ayrıca receb ayında putlara atîre denilen bir kurban sunulurdu. Kur’an’da işaret edilen develer ve koyunlar adak özelliklerine göre bahîre (deve), sâibe (deve), vasîle (koyun) ve hâm (deve) adını alırdı.
Yine Suriye Nabatîleri arasında balıklardan seçilme çok sayıda totem mevcuttu ve özellikle bunların en çok sevileni olan yunus balığı adına tapınaklar inşâ edilmişti. Ayrıca kişi adları arasında pek çok hayvan adı bulunuyordu. Başkenti Ninova olan Asurlular (Asurya/Suriye/Suryanî) de su tanrısı Enki balık totemi ile ifade deliyordu ve Enki rahipleri balık şeklinde giyinmekteydiler.
Dikkat edersiniz hep hayvan/kuş isimleri…
Böyle tarihte bir çok hayvan/kuş/bitki/tahıl ismi kavim ve kabile (topluluk) adı olarak geçmektedir. Bunların daha sonraları evrilerek mitolojikleştiğini görüyoruz. Günümüzde bile yabancı gelmiyor: Türklerin mitolojik atası neden Kurt? İran’ın adı neden Persian (Pars/Arslan)? Gurlulur (Farsça ve Kürtçe Gur: Kurt) kim? Karakoyunlu, Akkoyunlu ne demek? Neden bayraklarında koyun (totemi) var? Eczacılığın sembolü neden yılan? ‘Bineklerimizin’ adı neden Şahin, Şerçe, Kartal, Doğan? İskambil kağıdında neden Sinek var? Sarıkanaryalar kim? Karakartallar nasıl şampiyon oldu? vs…
Hayvan/kuş adlarının böylesi kullanıma sahip olması bizi şaşırtmamalıdır.
Hayvan figürleri eski çağlarda insanların ta kendileriydiler. İnsan kurbanı trajedisini aşmak için hayvan totemlerini yüceltip, tanrısallaştırdılar: Yerine canını vererek yaşamasını sağlayan hayvanı kutsama… Dirlik, düzen ve yaşam veren hükümdarın ölünce kutsanması… Tüm insanlık için kendini feda eden/kuzu/kurban olan İsa’nın tanrılaştırılması… Hristıyanların kuzu/kurban olan İsa’nın etini (ekmek) yeme ve kanını (şarap) içme ritüeli bir zamanlar aynıyla vakiydi. Yani basbayağı topululuk (insanlık) adına birisi canlı kanlı kurban edilip eti yeniyor, kanı içiliyordu. İnsanlık bunu sembolikleştirerek aştı, fakat daha sonları sembolizmin kendisi din ritüeli haline geldi.…
İnsanlar, böylece, önceki dönemin acılarını sonraki dönemde sembolikleştirerek unutmak istediler. Hayvan/kuş/bitki figürleri daha sonraları da mitolojiye dönüştü ve günümüze hayatın değişik alanlarına (siyaset, spor, edebiyat, teknoloji, tasavvuf, folklör, uzak doğu dövüş sanatları) yayılıp çeşitlenerek geldi.
***
En eski dini metinler ve onların ayırıcı (furkan) ve doğrulayıcı (musaddık) son yüzü olan Kur’an, böylesi bir dil, din, tarih, kültür ve coğrafya evreninden konuşmaktadır.
Kur’an, ilk doğuş (nüzul) ortamında Orta Arabistan’ın, daha geniş açından Mezopotamya –Akdeniz havzasının ve tâ Sümer-Akkad-Assur-Babil çağlarına kadar uzanan geniş zamanın ruhu ile irtibatlıdır. Bu, bazılarının sandığı gibi onlardan iktibas ve devşirme ile oluştuğu anlamına gelmez. Sümer’de, Akkad’ta, Assur’da, Babil’de olan teolojiler aşağı yukarı benzer temalarla Orta Arabistan’a (Mekke) evrilerek gelmişti. Mezopotamya-Akdeniz havzasının ortak kaderi dinî muhayyileyi de benzeştirmiştir. Bu nedenle dil, tarih ve coğrafya evreni tek bir zamanın ruhu gibidir. Kur’an’ın dili bu nedenle prizma (ışığı kırarak/ayrıştırarak yansıtan) gibidir. Yani Kur’an’da hem geçmiş zamanların ışığını, hem de kırılarak/ayrıştırılarak gelecek zamanlara yansıyışını görürsünüz. Musaddık ve Furkan bu olmak icap eder. Bu manada Kur’an eski zaman ile modern zaman arasında durmaktadır. Bir tür ara geçiş diline sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an tefsirine bu açıdan bakmak, bu nedenle ihmal edilemez.
Bu açıdan baktığınız zaman Süleyman’ın kuşlarla (Hititler), karıncalarla (Sebeliler) konuşması, cinleri (Babil kabilelerini) çalıştırması, Hüdhüd (Hitit subayı) ile diyaloğu, Yunus’un balığın (Assur hapishanesi) karanlıklarına (karnına) girmesi ne demek apaçık ortaya çıkar. Çünkü Mezopotamya’daki kabile adları ve düzeni, Orta Asya’dakinin bir benzeriydi…
***
Domuzun lanetli hayvan oluşuna gelelim.
Bu zaviyeden bakılınca bir hayvanın neden lanetli olduğu anlaşılabilirdir.
Kur’an şöyle der: “Onların üzerine tufan, çekirke, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik” (A’raf; 133). Öyle ki bu “kan belası” ile “ırmak kıpkızıl oldu, suyu kokmaya başladı, içilmez oldu” (Tevrat; Çıkış; 6-20). Çünkü insan kurbanı kültü Mısır’da da vardı. Bunun için Tevrat’ın tanrısı “İnsan olsun, hayvan olsun her rahimin ilk ürünü bana adanacak” (Çıkış; 6-13) diyerek buna mani olmaya çalıştı.
Türkiye’de kurban bayramında kesilen tüm kurbanların Kızılırmak kenarlarında kesildiğini ve hayvanların kanlarının ırmağa döküldüğünü düşünün… İşte eski Mısır’da “insan rahimlerinin ürünü” aynen böyle toplu insan kurban etme töreni ile ırmağa akıtılıyordu ve ırmak kıpkızıl oluyordu. “Kan belası” buydu.
Kur’an, domuz etinin yasaklanmasını hep “leş, kan, domuz eti (lahme hınzır) ve Allah’tan başkası için kesilenler” ile birlikte zikreder. Geçtiği 4 yerde de böyledir (Maide; 3, En’am; 145, Nahl; 115, Bakara; 173). Bir yerde de şöyle der: “De ki: “Allah katında bunlardan daha şiddetli bir cezayı hak edenleri size haber vereyim mi? Onlar Allah’ın lanetlediği, gazap ettiği, kendilerini maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle, tağuta tapanlardır. Böyle doğru yoldan sapıp gitmiş olanları çok berbat bir yer bekliyor.” (Maide: 60)
Buradaki “maymun ve domuz yapmak” ifadesi erken dönem (h. 1. yy) .müfessirlerinden Mücahid’e göre semboliktir. Yani “domuz gibi şehvetleriyle maymun iştahlılık yapan, heva ve heveslerinin, kuruntularının, arzularının kölesi olan kimseler” demektir.
Yine Kur’an domuz eti yasağını gerekçelendirir: En’am 145’de “… domuz eti ki o pisliktir” (lahme hınzır feinnehu ricsun). Müddessir 5’de peygambere pislikten uzak durması istenir: “Pislikten uzak dur” (ve’rıcse fa’hcur). Şu halde “rics”(pislik) Kur’an kavramsallaştırmasına göre yalan, putlara tapmak, zarar vermek, fuhuş, sözünde durmamak vb. gayr-i ahlaki davranışlardır.
Malum Kur’an insanoğlunun yeryüzünde “kan döküp” fesat çıkaracağından bahseder. Leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başka kesilenlerin daima birlikte zikredilmesi bununla ilgilidir.
Demek ki bu insanoğlunun ölü (insan) eti yeyip, kanını içme (ki mecnunlar, cinciler ve şamanlar gizli güçlere vakıf olabilmek için kan içerdi) ve at, eşek, koyun, inek, boğa kurbanlarının (ki bunlar bir zamanlar insan topluluklarıydı) sona erdirilmesine yöneliktir. İnsan topluluğu olmaktan çıkıp, sembolik totemlere dönüşünce, onları kurban etmek insanları kurban etmekmiş gibi oldu. İnsan kanı durdu fakat hayvan kanı akmaya devam etti.
Burada amaç hep kan döküp fesat çıkarmaya (cinayet, kan, kıyım) mani olmaktır.
İnsanoğlunun en temel üç güvenliği vardır: can (ırz), mal (emek, alınteri) ve kamu güvenliği… Bunlar yüzyıllar boyu hiç değişmemiştir. “Şeriat” (yasa) dediğimiz ilk dini emir ve yasakların esas amacı bu güvenliği sağlamaya yöneliktir. Bugünkü “temel hukuk” (can, mal, ırz, kamu güvenliği) ile aynı şeydir.
Sümer-Akkad metinlerinden, Tevrat ve Kur’an’a kadar hep bu temayı görürüz. Dini metinler bunu “ağaca yaklaşmamak”, “sudan içmemek”, “deveye dokunmamak”, “domuz eti yememek”, “inek kesmek” gibi kendi öznel dilleriyle ifade ederler:
Ağaç’a (giş’e, kiş’e; kişiye, şahsa) dokunma, sınırlarını çiğneme; öldürme, kan dökme, insanı öldürüp etini yeme, saldırma, tecavüz etme…
Su’dan (mülkten, maldan, servetten) kana kana içme (servet içinde yüzme!). Kim ondan kana kana içerse (savaşı/ mücadeleyi mal mülk sevdasına dökerse) benden değildir. Azı müstesna (nafaka miktarı, ihtiyaç miktarı, geçimlik hariç)…
Deve’ye (topluluğun ortak mülküne, kamu malına, herkese ait olana, kimsesize, sahibi herkes olana) dokunma, onları talan etme, zimmetine geçirmeye kalkma…
İneği (Firavun totemini (bakara), her tür putçuluğu , totemciliği) kes, onlardan uzaklaş, özgürleş…
İşte bu çerçevede “domuz” pisliğin sembolü olarak görüldüğü için, Kur’an bu kadim dini muhayyile sürdürmüş ve her türden ahlaki pislik insanoğluna yasaklanmıştır.
İnsanoğlu adam öldürme, tecavüz ve zinadan sakınmalı (ağaca yaklaşmamalı), komşusu açken servet içinde yüzmemeli (sudan içmemeli), kamu malına, sahipsiz ve kimsesize dokunmamalı (deveyi kesmemeli), putlardan ve totemlerden özgürleşmeli (ineği/bakarayı kesmeli) ve domuz etinden (zarar vermekten, ahlaki pislikler içinde yaşamaktan) uzak durmalıdır!
Yahudi ferisileri, her türden ahlaki pislik içinde yüzdükleri, halkın parasını haksızca karınlarına doldurdukları halde şekli olarak domuz eti yememeyi dayattıkları için Hz. İsa şöyle dedi: “İnsanı ağzına giren değil, ağzından çıkan kirletir!” Pavlos da bunu “Demek bizi ağzımızdan giren değil; çıkan pisletir, o halde domuz eti caizdir” diye anladı. Böylece Hristıyanlıkta domuz eti caiz oldu.
Kur’an ise, domuz eti yasağının geçtiği yukarıdaki dört yerde de yasaklamakla birlikte ayetin sonunda muhakkak “Mecbur kalırsanız başka, o zaman yiyebilirsiniz” istisnasını koyar. Bu da gösterir ki domuz etini yasaklamaktan maksat sağlık sorunu filan değildir. Domuzun lanetli hayvan oluşu hiç değildir. Nitekim son yapılan araştırmalarda özellikle yaban domuzlarının ormanların yenilenmesi ve sürdürülmesine büyük faydaları olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü domuzlar orman ağaçları altındaki yapraklar arasında bulunan bitkisel ve hayvansal gıdaları bulup yemek için burnu ile toprağı karıştırırlar. Bu esnada bitki artıkları arasındaki tohumlar toprağın uygun ortamlarına taşınır ve çimlenirler. Bu da ormanda belli bir zaman sürecinde ağaçlar yaşlanırken, yeni fidanlarda arkadan gelerek ormanın gençleşmesini sağlar. Yani domuzların da doğal denge içinde bir yeri vardır. Boşu boşuna ve sırf pislik, lanetlik olsun diye yaratılmış değillerdir. Allah’ın her yarattığında bir hikmet yok muydu?
Ancak tarihi süreç içinde Avrasya’dan Afrika’ya kadar insanlar doğada var olan kötülük güçlerini, zararlı ruhları, pislik ve şer saçan her lanetli şeyi “domuz” ile sembolleştirdikleri için, ayrıca domuzların fiziki tipleri, yaşadıkları yer, kokuları, yedikleri, çamurda debelenmeleri vs. bir tür “pislik (rics) figürü” olarak algılanmalarına sebep olmuştur. Domuz eti yememek, işte bu nedenle pis ve kötü olana karşı uyanıklık ve uzak durma tavrı olarak halkların muhayyilesinde yer etmiştir.
Kur’an işte bu muhayyileye hitap ediyor ve domuz eti yememe ve ondan uzak durma yasağını sürdürüyor. Burada ne önceki Yahudi hahamlarının, ne de sonraki Hristiyan rahiplerinin hatasını tekrarlamamak gerekir. Domuz eti haramdır, evet fakat bu zinhar eti yenmez, lanetli bir totem hayvan olduğu anlamına gelmez. Mecbur kalınca yenebilir. Demek ki asıl maksat “et” değildir. Aynı zamanda “pisliğe” (ricse) yani gayri ahlaki olana karşı uyanıklığı sürdürme anlamında işe yarayan “etini yeme yasağını” iptal etme anlamına da gelmez.
Şu halde Yahudiliğe kayana “İnsanı ağzına giren değil, ağzından çıkan kirletir”, Hristiyanlığa kayana da “Pisliklerden uzak dur, yeme” demek gerekir.
Keza Yahudilerde domuzla beraber deve etinin, Yezidilerde balık eti, marul ve kurufasulyenin, Alevilerde tavşan etinin, Türklerde domuz etinin haram oluşu vs. bunların hiç biri sağlık sorunu, ağız tadı veya mutfak zevki sebebiyle değildir. Temsil ettiği olumlu veya olumsuz anlam sebebiyledir. Geçmiş çağların süregelen bilinçaltıyla ilgilidir.
Kur’an eti yenmeyecek hayvan olarak sadece domuzun adını anar. Sonra Allah’ın adı anılmadan kesilenlerden bahseder ve genel olarak iyi ve temiz olanların helal, kötü ve pis olanların haram olduğunu söyler. Başkaca bir isim zikretmez.
“Allah’ın adı anılmadan kesilenler” ifadesi de leş, kan ve domuz etinin devamı mahiyetinde anlamak icap eder. Çünkü dördü hep beraber zikrediliyor: Leş (ölü) eti yememek, hem insan kurbanı hem hayvan leşleri yeme vahşiliğine karşı çıkmak içindir. Gıybetin (arkadan konuşmanın) ölü eti yemeye benzetilmesi bundan olmalıdır… Yine kan (hayat, ruh geçsin diye) içme de haramdır… Yine domuzun sembolik anlamda tüm “öteki” pisliklerin; yalan, ırza tecavüz, saldırı ve her türden kötülüğün haram oluşu demek olur. Velev ki bunlar düşman kavmin insanları (domuz sürüleri!) de olsa… Aynı şekilde Allah’ı hiçe sayarak birbirini kesen, doğrayan hiç bir kanlı eylem caiz değildir. Bunların hepsi; leş, kan, domuz eti, Allah’ın ismine rağmen (izni, varlığı hiçe sayılarak) kesmek, doğramak, yeryüzünde kan döküp fesat çıkarmak demektir.
Kanımca bu tür yasakların mihveri hep “kan döküp fesat çıkarmamak” etrafında dönmektedir. Kur’an’ın insanın davranışlarına yönelik yasaklarını hep bu ilke çerçevesinde anlamak icap eder.
Aksi halde Yahudilerdeki “koşer” gibi bir “helal gıda” paranoyası üretilir. Hayvan eti yerken Tanrı’nın adı anılmış mı, anılmamış mı, domuz eti mi değil mi diye kılı kırk yaran ve fakat gözünü kırpmadan şehre girip 1500 insanı çoluk çocuk demeden öldüren, geride insan leşleri bırakan, kan döküp fesat çıkaran yamyam tipler türer… İnsanlık bir adım ileri gidemez.
Adam, insan (etini) gözünü kırpmadan doğruyor, kesiyor, öldürüyor, sonra lokantada oturup Allah’ın adı anılarak kesilmiş hayvan eti olup olmadığını soruyor. Burnu pisliğin (cinayetin, hırsızlığın, yalanın, dolanın, üçkağıdın, sahtekarlığın) içinde, pis diye zinhar domuz eti yemem diyor. Hz. İsa’nın dediği gibi ağzından her türlü pislik çıkıyor, o ağzından girenin pis olup olmadığında…
Bu yasakların ruhunu iyi anlamak gerekir. Kur’an’ın esas mihverini hiç kaybetmemek gerekir. Aksi halde ayrıntı vadilerinde debelenir dururuz.
Bakınız, insanoğlu uygarlaşmaya insan kurbanı, leş yeme, kan içme (yamyamlık), ensest (aile içi zina), fuhuş, yiyecek ve içecekle ilgili yasaklar (tabular) ile başlamıştır. Ev hayatı (beyt) onun için yüceltilmiş, Müslümanlara “Ka’be” yapılmıştır. “Adem” insanlığa bunları getiren, bu yasaklara uyarak (kendini tutarak) yaşayan insana denir. Bunlar ne demek iyi düşünün… Tarih boyunca dini metinler ve onların reformcu devamı olarak Kur’an’ın esas amacı bunu sağlamaktı. Aksi halde insan hayatının neye döneceğini bir düşünün…(Ayrıca bkz. ‘Üç terim: Beyt, Şeriat ve Oruç’ başlıklı makale).
***
Sonuç olarak “derin din” konusunda İslam Tanrı’nın “tekliği, ezeliliği ve ebediliği” konusunda derin dinle örtüşmektedir. Fakat uzak Tengri (göklerde oturan Tanrı), Tengri’nin oğlu, Şamanlık ve Atalar kültü konusunda ayrışmaktadır. Kurbanın ve domuzun tümden şekilciliğe dökülüp totemleşmesine ve hiçbir sembolik manasının kalmamasına itirazı vardır. Özellikle kurbanın kitlesel bir hayvan öldürme ayinine dönüşmesine ve bayramın teke, koyun, dana, et ve inek boğazlama şölenine dönüşmesine şiddetle itirazı vardır.( Daha doğrusu benim anladığım İslam itiraz etmektedir). İnsanın biyolojik olarak hayvan etine ihtiyacı olması (ki bu normaldir) başka, bunu törenselleştirmek/dinselleştirmek başkadır. Yine Kur’an hayvan (domuz) figürü üzerinden de olsa her türden somut (maddi) ve soyut (manevi) pisliklerden uzak durmayı ifade eden kadim muhayyileyi benimsemekte ve sürdürmekte, evet, ama bu ne et sağlığı sorunu, ne de mutfak kültürü meselesidir. Allah Müslümanlara damak zevki öğretiyor değildir. Mesele başkadır, bunu görmeliyiz.
Anlaşılmış olmalı ki ayrıştığı ve itiraz ettiği konularda İslam “derin dini” dönüştürebilmiş değildir. Bilakis derin din İslam’ı yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız şekilde 5 temel kalıbı içine dökerek yeniden yapılandırmış ve biçim vermiştir (bozmuştur!). İslam’ın kendine özgü emir ve yasaklarının fazla rağbet görmeyip, derin din ile örtüştüğü veya o kalıp içine girdiği yerlerin rağbet görüyor olması bundandır.
Ritüllerin (namaz, oruç, hac, cenaze, ezan, ölü gömme, kurban, bayram, kandil) gerçek hayat dinindeki yeri % 10 bile değildir. Bu, dinler dünyasında en aza indirgenmiş ritüeli (nusuk) olan din manasına da gelir. Oysa Türkiye’de derin din bunların dindeki yerini % 100’e çıkarmış durumdadır. Yani din tamamen bunlardan ibaret görülmektedir.
İşte İslam’ın derin dine esas itirazı buradadır. Gerçek hayat dini olarak kendini vazeden diri bir din, bu ölü kalıplara sokulmayı kabul edemez. Kur’an’dan az bir şey anlayan herkesin buna itiraz etmesi gerekir.
Aksi halde ne olur?
Gerçek hayatta Allah’a fersah fersah uzakta yaşar yurdum insanı, fakat bayramda her yanı kan gölüne çevirerek Allah’a yakınlaşacağını zanneder.
Gerçek hayatta her türden (ahlaki) pisliğin içinde yaşar yurdum insanı, fakat domuz etini zinhar yemez.
Çünkü dini görünüm ve davranışlarını yönlendiren temel saik yaşayan, diri, dipdiri din (vahiy) değil; ölmüş, donmuş derin dindir, hala…
Demek ki İslamlaşma süreci bitmemiştir.
sayin hocam<br>Oncelikle yaptiginiz calismalarin hepimize cok faydali oldugunu belirteyim.Her ne kadar bu siteyi yakin zamanda fark etsem de yazilarinizin hepsini bir cirpida okudum.Cunku tekbasima yaptigim okumalarin neticelerinin ustadlarin sahifelerinde de olmasi beni sevindirdi.<br>Size sunu iletmek istiyorum.Islamin yozlastirilmasinda ki en onemli fonksiyonlarindan birini ilim adamlarinin
Yazı çok çekici ve faydalı olmasına rağmen maalesef yorumlarınız biraz zorlama. Kur'an bu kadar sembolik olamaz yoksa herkese hitap etme özelliğini kaybeder. Kur'an'ı bu şekilde bir okuma gelitirmeyi ben aslında Muhammed ESED ekolü olarak tanımlıyorum. Her manayı sembole indirmek iinden çıkılamaz bir girdaba sürüklüyor. Peygamber kıssalarındaki mucizeleri yorumlamanıza katılmıyorum(
Bir kaza atlattın kurban… İşyeri açtın kurban… Yangından kurtuldun kurban… Siyasi parti lideri karşıladın kurban… Merdivenden düştün kurban… Gelin gittin kurban, damat oldun kurban… Bayram oldu kurban, seyran oldu kurban…<br><br>Kurban ha kurban…<br><br>Kurban kanı günahları affettirir ve belaları savarmış!<br><br>Kan akmayınca yatışmıyor demek tanrıların gazabı.<br><br>“Kan kan kan!” diyen bir
İyi de Ömer Günay, Allah yolunda canı ve malı ile mücadele etmek Allahın bir ayeti, emri. Bayramda kurban kesmek ise sadece hanefi mezhebinde vacip. Vacip ne ona da bakmak lazımya. <br />Ayrıca insanlar sadece et yüzü mü görmüyor? Müslümanım diyen birinin milyon dolarlık villalarda oturması, Müslümanım diyen bir çoğunun ise asgari ücretle çalışıp kira ödemekle cebelleşirken, okula giden çocuğunun
Siyer kitapları okuyan herkes şunu iyi bilirki Hz.Peygamber tüm davranışlarıyla insanlığa örnek olması cihetiyle kendisi bizzat kurban kesmiş ve rivayet olunurki kurban bayramlarında genelde iki kurban kestiği birisini hane halkı, birisinide kurban kesemeyen ümmeti için kestiği kimi rivayetlerde kendisinin 60 a yakın kurban kestiği sahabelerinde aynı ibadeti uyguladığı bildirilir.Allah ayetiyle
Garip geldi bu islam garip bitecek heralde. Allah razı olsun.
Değişik zamanlarda birbirinden bağımsız şekilde karşıma çıkan bazı bilgi parçalarını birleştirdiğimde ilginç bir durumla karşılaştım.<br />1. Tat duyusu ile ilgili araştırmalarda şu ilginç sonuç çıkıyor; Domuz eti ile insan eti birbirine çok yakın.<br />2. Organ nakillerinde domuz organları insanınkine uygun gözüküyor.<br />3. Geleneksel olarak yamyam olan papua adası yerlilerinin, insan eti
—- “Mecbur kalırsanız başka, o zaman yiyebilirsiniz” istisnasını koyar. Bu da gösterir ki domuz etini yasaklamaktan maksat sağlık sorunu filan değildir. —-<br /><br />Hocam müsaadenizle, alıntıladığım bu cümlenizde barzi mantık/yaklaşım hatası var.<br /><br />Zira mecbur kalmadıkça ölü eti de yememekten bahsediyor. O halde bu mecburiyetin sağlık ile bir ilgisi olmalı. Sağlıkla ilgisi, kısa