SÖYLEŞİ (SU DERGİSİ)

S

“Yaşayan Kur’an” meal-tefsiri üzerine…”

Yeni çıkarttığı “yaşayan kuran” adlı meal tefsiri ile kurana bambaşka bir bakış açısı getiren, mucize kavramını yeniden yorumlayan ve bu yaklaşımı ile kimi sert eleştirilere maruz kalan Recep İhsan Eliaçık ile yaptığımız söyleşiyi zevkle okuyacağınızı ümit ediyorum.

Okuyucuların tanıması için, İhsan Eliaçık kimdir? Bize Kendinizi tanıtır mısınız?

İsmim: İhsan Eliaçık, Kayseriliyim ilk, orta, ve lise eğitimimi Kayseri’de tamamladım. Kayseri’de Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okudum. 1991–1992’de İstanbul’da ikamet ettim… Sonra Kayseri’ye döndüm. 2002 yılında tekrar İstanbul’a geldim. 5 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Evliyim, iki erkek, üç kız çocuğum var. İnşa Yayınlarınca yayınlanmış kitaplarım var. Çeşitli aylık ve haftalık dergilerde makaleler yazıyorum. Haber10 sitesinde de her hafta makalelerim yayınlanmakta. Kısaca hikâyem bu.

Kitaplarınız ve dergilerdeki makaleler ve haber sitesindeki çalışmalarınızın yanında, “Yaşayan Kuran” diye bir meal tefsiri çalışmanız da var. Ancak “Yaşayan Kuran” ismi ilginç geliyor. Neden bu ismi verdiniz? Kuranı yaşamadığımız için mi, yoksa başka bir amacı daha var mı?

Teşekkür ederim buradan başladığınız için… Yaşayan Kuran ismini vermemizin birçok nedeni var.Türkiye’de cenaze merasiminde ölüler defnedilirken, ölülerin arkasından okunan bir sure var. Bu surenin 70. ayetinin meali “Biz bu Kuranı yaşayanlar için gönderdik, uyarsın ve kâfirler cezayı hak etsinler diye indirdik.” benim çok dikkatimi çekti. Şimdi bu ayeti vatandaşımız ölüler için okuyor. Buradaki paradoks bana çok çarpıcı geldi. Bu ayetteki “yaşayanları uyarmak için” ayetinden esinlendim ve bu Kuran’ın ölülere değil yaşayanlara hitap ettiğini insanımız anlasın diye bu ismi koydum… İsmin ilham noktası, burası…

Kuran indikten 14 asır sonra, şu anda ölü kuran ve yaşayan kuran diye ikiye ayrılmış… Ölü kuran şu demek Kuranı Kerim okunuyor, ezberleniyor, en güzel hatlarla yazılıyor, güzel işlemeli kapak ve örtülerle duvara asılıyor, sonra da özellikle cenaze merasimlerinde, kandil gecelerinde okunuyor, fakat bir ölü metin olarak okunuyor… Yani tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olmayan bir metin olarak okunuyor. Bunu şöyle bir örnekle daha iyi açıklayabiliriz: Bir kralın sarayında, maiyetindeki bütün şairlerin, muhafızların, ileri gelen saray görevlilerinin, bulunduğu bir ortam düşünün… Onlardan bir bardak su istiyor, her biri söz alarak bu emri şöyle yerine getiriyorlar. Şair diyor ki: “Yüce devletlûmuz, büyük padişahımız buyurdu ki: “Bana bir su getirin.” Bu söz dünyada ve tarihte duyulmuş bir söz değildir…” Sözü övdükçe övüyor… Sonra hep birlikte yerlere kadar eğilip (zikre benzetme) kralın sözünü tekrar ediyorlar: “Bana su getirin!”

Sonra dalkavuk söz alıyor: “Sizin sözünüzün üstüne söz söylenmedi” diyor.

Ardından din adamı söz alıyor:”Her kim bu sözü 500 defa söylerse cennetin altın evine girer.” diyor.

Sonra medyum söz alıyor : “Kralımızın bu sözünün cifir, ebcet (sayıların ilmi) değeri 2015’tir. Dolayısıyla 2015 yılında kıyametin kopacağını haber veriyor” diyor. Hep birlikte kralın sözünü zikrediyorlar ama su getiren bir kişi bile olmuyor…

Kuran-ı Kerim’in ayetleri günümüzde aynen bu duruma düşmüştür. Şimdi herkes Allah’ın ayetlerini tekrar ediyor, övüyor, göklere çıkarıyor, ebcet hesapları yapıyor, şifrelerini buluyor, güzel güzel hatlarla yazıp duvarlara asıyor, ölülerin arkasından okuyor, kandil gecelerinde ayin metni gibi okuyorlar. Fakat kimse Kuran’ın emir ve yasaklarına uymuyor. Güya Kuran’a çok büyük bir saygı gösteriyor gibi görünüyor ama gereğini yapmadıkları için, saygısızlığa dönüşüyor ama haberleri yok. Ben bunu gördüm, böyle bir durum söz konusu. Bu Kuran’ı ölü metin olarak okumaktır. Bunun “yaşayan Kur’an’a” dönüşmesi için eğer tarihten bahsediyorsa tarihteki karşılığını, hayattan bahsediyorsa hayattaki karşılığını, tabiattan bahsediyorsa tabiattan karşılığını göstermek gerekiyor. İşte biz buna Yaşayan Kuran diyoruz. Onun için hazırlamış olduğum tefsire “Yaşayan Kuran” dedim. Kuran’ın anlattığı şeyler indiği zamana ve mekâna gömülmüş değildir. Kuranın çağlar üstü evrensel mesajları vardır. Anlattığı şeyler zamanı mekânı ve aktörleri değişmek suretiyle bugün de devam ediyor…

Ş:T: 14. asırdan beri tefsirler yazıldı, tefsirlere şerhler yazıldı. Cumhuriyetle birlikte tercüme ve mealler yazıldı hazırlandı… Dünyada üzerinde en fazla araştırma yapılan kaynaktır Kuran. Bu kadar alimin gözden kaçırdığı çok önemli bir kapıyı mı siz buldunuz? Bu kadar müfessirin eksiğini mi kapatıyorsunuz?

Şimdi Kuran-ı Kerimin nazil oluşundan bu yana 14 asır geçmiş, doğru. Cenab-ı Hakk daha önceden de insanlara kitaplar gönderdi. Tevrat, İncil, Zebur gibi. Onların başına neler geldiğine baktığımız zaman ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılabilir… Gönderilen bu kitapların ve dinlerin başına gelen tehlike şudur: Din önce hayatın gerçek sorunlarını gündeme getiren, hayatın içinden gelen çığlık olarak ortaya çıkar, daha sonra hayat akıp gider fakat o hayatın sorunlarını çözmek için gelmiş olan kitabın metinleri birer mushafa dönüşerek dondurulur. Dolayısıyla aradan zaman geçtikçe donmuş olan metinlerle yaşanan hayat birbirinden hızlı bir şekilde ayrılarak kopmaya başlar. Metin birer ayin metnine dönüşür, hayat başka şeyler yaşamaya başlar. Bu ikisi arasında uçurum meydana gelir. Bunu da bir örnekle açıklayacak olursak: Kuranı Kerim diyor ki; Bi eyyi zenbin qutilet (81:9)

Kız çocuklarının hangi suçlarından dolayı diri diri gömüldüğünü soruyor. Bu soru o günkü Mekke sokağında büyük bir yankı uyandırıyor çünkü çocuklar diri diri gömülmektedir. Mekke’nin içerisinde bir dram yaşanmaktadır ve birisinin bu soruyu sorması gerekmektedir. Peygamberimiz (SAV) çıkıp da böyle sorunca bu dramın mağdurları, bu sese doğru koştular, ne diyorsun bize söyle dediler. O da dedi ki: “Allah bana vahiy ediyor, bunun hesabını soracağım ve diri gömülen kız çocuklarını kurtaracağım, onun için geldim.” dedi. Dolayısıyla mağdurlar peygamberimizin etrafına toplaştılar ve Mekke’nin ortasında büyük bir mücadelenin içine girdiler ve sonunda çocukları diri diri gömülmekten kurtardılar. Şimdi bu ayet “bi eyyi zenbin qutilet” (Hangi suçundan dolayı öldürüldü?) Peygamber Efendimiz (SAV) vefat ettikten sonra Tekvir suresinin 9. ayeti (Tekvir; 81;9) haline geldi. Mushaf’a dönüşüp içinden bir yere yerleştirildi…Aradan zaman geçtikten sonra artık abdestsiz dokunulmaz hale geldi… Hafızlar ezberlemeye başladı, ayetler en güzel hatlarla yazılıp duvarlara asıldı, her yerde bunlar okunmaya başladı ama hayatın içinden kız çocukları diri diri gömülmeye devam etti! Bakın, hala hafızlar ezberleyip duvara asıyor, besmeleler çekip salavatlar getirerek okunuyor ama şehrin arka sokaklarında kız çocukları diri diri gömülmeye devam ediyor! Hayata etkisi bu şekilde ortadan kalkıyor. Din ritüele (ayin) dönüştürülerek Kur’an ezberlenen , ölülerin arkasından okunan, dillerde tekrar edilen bir ayin metnine dönüştürülerek hayattan çekiliyor. Bundan kurtarmak için, Kuranı Kerim’de anlatılan her şeyin bugünkü hayattaki karşılığının ne olduğunu sormamız gerekiyor…Yani artık şu soruyu soracağız: Bugün Kuran ne anlam ifade ediyor? Evet o gün böyle söyleniyordu ama bugün karşılığı ne? Eğer siz Kuranı Kerim’i bugünkü hayatın problemlerini çözecek bir ilham kaynağı ve yol gösterme olarak yorumluyorsanız bunun bir manası vardır. Yoksa Kuran’ın bugünkü insanlık için bir manası kalmamıştır. Eski çağ metni olarak kalır, Tevrat ve İncil gibi olur, Mecusilerin kitabı Avestan gibi, Hindu ilahi metinleri Vedalar gibi olur. Yani bir masal olarak, bir eski çağ lahuti ilahisi olarak okunur, İnsanların ruhani ihtiyaçlarını tatmin eder. Halbuki Kur’an insanların ruhani ihtiyaçlarını tatmin etmek için değil, hayatın gerçek sorunlarını çözmek için gelmiştir. Ruhaniyat senin içindedir, metinde değil. Bu nedenle metnin hayatın gerçek sorunları doğrultusunda yeniden yorumlanması gerekir. Kuran’ın bütün kavramlarının ve bütün ayetlerinin günümüz hayatının içine dahil edilerek test edilmesi gerekir. Eğer bu testten başarı ile geçerse insanlık vicdanının yeni sesi olabilir. Sorunuza dönersek, ben aslında çok da yeni şeyler söylemiyorum. Söylediklerimin çoğu daha önce söylenmiş ve tartışılmıştır. Mesela Nazzam var, ikinci hicri asırda yaşamış, Kur’an kıssalarının mucize olmadığını söyler. Mesela Ebu Muslim Isfahani var, dördüncü hicri asırda yaşamış, Kur’an’da nesh olmadığını söyler, 22 ciltlik tefsiri koybolmuş, Razi’nin naklinden öğreniyoruz görüşlerini. Ben onlarınkine belki yüzde beş yeni şeyler ekliyorum.

Ş.T. Kuranın ibaresine sadık kalmak koşulu ile sebebi göz ardı edilmeden nüzulü inmiştir. Şimdi sebebi nüzulü bir kenara bırakarak Kuran’ı her yüzyıla göre yeniden mi yorumlamak gerekiyor.

Şimdi Kuranı Kerim’in bir nüzul ortamı var. Bu nüzul ortamından indireceği (indirmeyi) gerek gördüğü olayları da seçiyor. Yani her olay hakkında ayet indirmiyor. Olaylara şöyle bir bakıyor eğer bu olay insanların kadim bir meselesi ise, daha sonraki dönemlerde tekrar edilecek bir olay ise onun hakkında ayet indiriyor ki daha sonraki asırlar bunu örnek alsınlar. Misal olarak Ebu Cehil, Ebu Leheb karakterleri… Bunlar inkarcı, zengin, insanları hor ve hakir gören , dini yalanlayan, yoksulu doyurmayan, Mekke’nin önde gelen 7-8 tane tefeci bezirganından ikisiydi. Bunların her biri gelen ilk ayetlerde eleştiriye tabi tutuluyor ve ifşa ediliyorlar. Genellikle de isim verilmeden yapılıyor. Çünkü bunlar her devirde var olacak tiplerdir. Kur’an onların karakterlerini, ahlaklarını, bakış açılarını, hayatı ve dünyayı algılama biçimlerini eleştirdiği zaman sonraki çağlardaki bunların benzerlerini de eleştirmiş oluyor…Şimdi biz bunları alacağız. Edebiyatta klasik romanlar vardır. Klasik roman insanların klasik sorunlarını işleyen roman demektir; aşk, ihanet, hasret, vuslat… gibi. Bunlar bütün çağlarda okunan romanlar, dönemsel ya da tarihsel değildirler. Çünkü insanların kadim ve kalıcı sorunları üzerinde dururlar. Kuran-ı Kerim de kadim işte böyle kalıcı, klasik sorunları seçiyor. Bunlar hakkında ayetler iniyor. Mesajını bu şekilde bütün çağlara yaymış oluyor… Keza o toplumun anlayamayacağı bir dil de kullanmıyor. O toplumda bir eleştiri yaptığı zaman bunun kime tekabül ettiğini o günkü insanlar anlıyordu. Yani çağlar sonrası kastediliyor olsa da o günkü toplumun anlayacağı bir dille bunu söylüyordu. O günkü toplumun verilerini kullanarak yapıyordu bunu. Onun için Kur’an’ın hitabı tarihsel mesajı evrenseldir diyoruz. Her yüzyıldaki yeni yorumları işte buradan girerek yapıyoruz ve yapmalıyız.

Ş.T Tarihten de bilindiği kadarıyla Mekke halkı kaba-saba o dönemki cahiliye hayatını benimsemiş, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan tipler. Kuran’ın ilk muhatapları Mekke halkı olduğuna göre; Kuran’da böyle kaba tabirler zaman zaman kullanmış? Kalem (68:11/14) olduğu gibi, sizin meal tefsirinizde de bu göze çarpıyor. Ancak biliyoruz ki; Kuran’ın indiği dönemde zamanın ünlü şairleri şiir yazmayı bırakacak kadar da edebi bir lisan içeriyor, Kuran’ın sergilediği bu iki tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kuranı Kerim’in ortalama bir dili var bu ortalama dilin içerisinde edebi zarafet de var yaşayan halk dili de var. Kuran-ı Kerim’de bugünkü tabirle argo tabirler yok ama fazlaca bir meslekî dil veya entelektüel bir üslup da yok. Ortalama bir dille hitap ediyordu o günkü Mekke’ye. Dolayısıyla bunu çevirirken bugün de ortalama bir dil kullanmak lazım. Şimdi ben tefsirde bu ikisini birleştirmeye çalıştım. Mekkî sureleri takip ederseniz orada mesela özellikle üzerine yemin edilen ayetler var: “Güneşe yemin olsun” “Aya yemin olsun” “Yıldıza yemin olsun”… gibi. Ben bunların hepsinin edebi bir üslupla kullanıldığına kanaat getirerek “Dile gelsin” diye çevirdim… “Yıldıza yemin olsun” değil; “Yıldız dile gelsin, ay dile gelsin , güneş dile gelsin…” şeklinde ifade ettim. Tabiat varlıklarını dile gelip konuşmaya, tanıklığa çağıran ilahî kozmik bir edebiyat dili var burada. Yemin bu edebi sanatın ifadesi olarak kullanılıyor. Orada çarpıcı bir edebiyat görüyoruz…Yine gündelik hayat içerisinden sorunlara değinirken mümkün mertebe Arapların birbirine kızarken, bağırırken, konuşurken kullandığı bir takım deyimler var onları kullanıyor. Ben de bu deyimleri çevirirken Türkçe’de birbirimize kızarken kullandığımız deyimlerle karşılık verdim. Mesela “ fe ummuhu haviye”( Karia; 101:9) Arapların birbirine kızarken söylediği bir deyimdi. Senin annen yansın, anan ateşe girsin manasında… Türkçe’de buna annen yansın dediğin zaman olmaz. Bunun Türkçe’deki karşılığı “anası ağlamak” deyimidir. Bu bir deyim argo değil. Çünkü biz de birbirimize kızarken bu deyimi kullanırız. “Anamı ağlattı, anam ağladı, anası ağlayacak” deriz…. Bu anlamda Kuran-ı Kerim’i mesleki bir dil olmaktan çıkarmaya çalıştım. Şu andaki mevcut meallerde mesleki bir dil var. Yani meal Türkçe’si var. Gündelik hayatta kullanılmayan sadece meale özgü bir dil var. Misal olarak “Andolsun ki” ifadesi yaşayan Türkçe’de kullanılan bir ibare değil yani gündelik hayat dili yok. O dili ancak uzmanına sormak gerekiyor, uzman size açıklayacak. Ben bunu aradan çıkararak yaşayan hayatın içerisine kullanılan deyimlerle ifade etmeye çalıştım. Öyle olunca daha sade, basit ve yalın bir dil ortaya çıktı. Kuran-ı Kerim ilk olarak Mekke’de nazil olduğu zaman Mekke’de kullanılan gündelik dille konuştu. Yani bir taraftan aşırı meslekî bir dil kullanmadı öteki taraftan da dili öyle aşağı da düşürmedi. Çok argo da yok, çok entelektüel bir dil de yok, ortalama, sade bir dil var. İçinde hem edebi derinliğin bulunduğu, hem gündelik hayat dilinin olduğu bir dil bu. Hazırlamış olduğumuz meale bakarsan bunu görmüş olursun. Ben hem edebi ibareyi korumaya çalıştım hem de hayatta kullandığımız ortalama dili yakalamaya çalıştım.

Ş.T Hocam; Türkçe ile Arapça arasında ciddi oranda kelime açığı var. Şöyle ki: Türkçe en fazla 90 bin kelime ile yaşarken Arapça 200 bin kelime ile yaşıyor. Meal çevirisi yaparken kelime karşılıklarını nasıl oturtuyorsunuz?

Arapça’nın kelime haznesi fazla olabilir fakat o gün 10 bin nüfuslu bir Mekke, 10 bin nüfuslu bir Medine var. Kuran-ı Kerim bu iki yerde nazil oldu. Dolayısıyla bir kasabaya nazil oldu. Bugünkü tabirle, dildeki problemleri ifade etmek için çok fazla kelimeye ihtiyaç da yoktur. Nihayetinde oradaki sorunlar belli, insanların karşılaştığı meseleler belli, sadece Kuran-ı Kerim yerlerden göklerden, geçmiş tarihlerden, kıssalardan bahsederken kelime hazinesini genişletiyor yoksa oradaki gündelik hayatta kullanılan dilde öyle fazlaca kelime hazinesine gerek yok.

Ş.T Arapların eski medeniyetten gelen özelliklede şiir ve edebiyattaki ilerlemelerinin etkisi yok mu? Zengin kelime hazinesini bu şiirlerinde kullanmıyor muydu?

Kullanıyorlardı. Bakın, bir dilde 200 bin kelime haznesi olabilir ama sorunlarını 300-400 kelimeyle de ifade edebilirsin. Hatta bu kelimelerle kitap da yazabilirsin, bu da daha çok mesleki kitaplar için geçerlidir. Diyelim ki bir fizik kitabı yazıyorsanız buna bir çok yeni kelime bulmak zorundasınız. Normal hayatta kullanılan veya kahvedeki dille yazamazsınız. Mesleki kitaplarda kelime hazinesi fazla olur ama normal hayata hitap eden, ortalama insana yol göstermek için gelen kitaplarda çok fazla kelime hazinesine gerek yok, Kuran-ı Kerimi bu açıdan Türkçe’ye çevirirken,ben fazla zorlandığımı söyleyemem. Türkçe bir imparatorluk dilidir. Osmanlıca’nın içinden, Arapça’dan Farsça’dan aldığı kelimeleri de katarak konuştuğumuz zaman görürüz ki , Türkçe büyük bir dil hazinesine sahiptir. İmparatorlukta oluşturulan Osmanlıca’yı konuşan ve anlayan insanlar olabilseydik, İran’a, Arap topraklarına veya Pakistan’a gittiğimizde Urduca, Arapça ve Farsça konuşanlarla rahatlıkla gündelik hayatta anlaşabilirdik. Osmanlıca böyle bir imparatorluk dili haline getirilmiş büyük bir proje idi. Bu kelimeleri Türkçe’den attığınız vakit, aslında siz Türkçe’yi kısırlaştırıyorsunuz demektir. İngilizce’nin de sonuçta kökü 5000 kelimelik Viking diliydi “Angllar” olarak bilinen korsan denizcilerin diliydi ama şu anda 900 bin kelimeye ulaşmış durumda. Dünyanın tamamından kelimeler almış, kurallara bağlamış, evrensel ve devasa bir dil oluşturmuş. Türkçe’de de böyle, Türkiye’nin kökü de orta Asya bozkırlarında oluşan, küçük hecelere dayanan bir dildir. Her biri anlamlı olan küçük heceler. Eğer küçük hecelerin anlamı yoksa o Türkçe değildir. Mesela gel, git, at, tut, yat, kalk,vur, in, kal, koş,… bozkır dilidir. Bunun özerine Çince’den, Farsça’dan, Arapça’dan, Urduca’dan ve diğer dillerden gelen kelimelerle eklenerek bu hale geldi. Bunun etrafında bir Türkçe dili oluştu. Malum Arapça’da çöl diliydi. O da zamanla gelişti, büyüdü. Bu dilleri birbirine çevirmek bana göre zor değildir. Bu açıdan hem Türkçe’ye hem de Arapça’ya vakıf olmak gerekiyor.

Ş.T Sadece Arapça’ya değil çeviri yapılan dilin de kültürüne vakıf olmak gerekiyor.

Yani Arapların dilinin yanı sıra kültürünü örf ve ananelerini de bilmek gerekiyor sanırım. Siz Kuran’daki bazı yerleri deyim olarak algılamışsınız. Bunu neye dayanarak yaptınız.

Bunu önceki müfessirlerin ve sözlüklerin verdiği bilgilere dayanarak yapıyorum. Zamahşeri, ana kaynaklarımızdan biridir. Mesela, “Tebbet yeda Ebi lehebin”…(Leheb; 111:1) Bu o günkü Araplar arasında Mekke’deki düzeni ifade etmek için kullanılan bir deyimdir. “Yeda Ebi Leheb” Ebu Leheb’in gücü kudreti ve Mekke’de kurmuş olduğu düzen demek. Dolayısıyla ayette “Ebu Leheb’in düzeni yıkılsın, kahrolsun, yok olsun” deniyor. Şimdi bunu birebir çevirirseniz “iki eli kurusun” oluyor. Yani Allah Ebu Leheb’e beddua etmiş oluyor. Ve bir insan olarak adamın iki eli kuruyacak olarak algılanıyor. Halbuki “yeda” dan maksat Araplar arasında bir deyim olup, gücü ve kudreti ifade eder. “Yedullah” dediğiniz vakit Allah’ın gücü ve kudretini ifade etmiş olursunuz. Bunları İbn Manzur’un Lisanu’l Arab’ı, Rağıp el-İsfehani’nin el-Müfredat’ı gibi Arapça’nın klasik kaynaklarından çıkarıyoruz.

Ş.T Sizin mucize hakkında da farklı bir görüşünüz var. Mucize algılamanız herkesin baktığı gibi değil, hatta o kadar ki, peygamberlerin bile mucizelerinin olmadığını söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız.

Mucize kelimesi bir Kuran kavramı değil. Yani Kuran-ı Kerim’de geçen bir kavram değil. Kuran-ı Kerim’in hiçbir yerinde bildiğimiz mucize kavramı geçmiyor. Bunun yerine ayet kavramı geçiyor. Hatta öyle ki müşriklerin o bildiğiniz anlamda mucize talebi anlatılırken bile ısrarla “o kelime” kullanılmıyor. Mesela müşrikler diyorlar ki yerden pınar fışkırtmalı, Allah’ı ve melekleri açıkça karşımıza getirmeli, bize böyle bir “ayet” getirilmeli değil miydi? Bakın burada bile mucize kullanılmıyor. “Ayet”i biz maksatları o olduğu için Türkçe’ye mucize diye çeviriyoruz. Dolayısıyla Kuran-ı Kerim mucize sözcüğüne tabiri caizse “virüslü sözcük” muamelesi yapıyor. “O kelimeyi” kitabıma sokmayacağım diyen bir ısrar var. Bu çok dikkat çekici.

Ş.T Buradaki birebir çevirideki karşılığı mucize değil de ayet midir?

Yani eğer mucize diye bir kelimeyi ararsak karşımıza ayet mi çıkacak?

Evet, ayet kullanılıyor mucize kelimesi hiç kullanılmıyor. Mucize kelimesini kulanmadan söylersek inkarcıların buradaki amacı “olağandışı bir güç gösterisi yaparak bize bir kanıt getir” demek olur. Bunu kısaca “mucize getir” diye çeviriyoruz. Mucize kelimesi Kuran kavramı olmadığı için Kuran-ı Kerim’in kıssalarını mucize kavramıyla açıklayamayız. Bu kelime daha çok hicri 2. yüzyıldan itibaren, İslam kültürüne diğer kültürlerden, Yahudilikten, Hıristiyanlıktan başka dinlerden geçmiş bir kavramdır. Peki bu kelime Kuran’ın indiği dönemde bilinmiyor muydu? Kuranı Kerim’de başka bir yerde “Siz Allah’ı aciz bırakamazsınız “bi mu’cizin” anlamında kullanılıyor ama olağandışı, tabiatın işleyişini terse çevirme anlamında hiç kullanılmıyor. Dolayısıyla Kuran-ı Kerim böyle yapıyor biz de Kuran’ın üslubuna uymalıyız. Bunu Kuran kavramı olarak kabul edip Kuran’da geçen olayları bu kavramla açıklayamayız! Buna başka bir izah getirmemiz lazım. Nasıl izah getirmemiz lazım? Diğer dinlerde veya halk arasında mucize dedikleri ayet, Kuran’a göre kafamızı kaldırdığımızda gördüğümüz her şeydir.

Yani yerlerde ve göklerde olanlar, gecenin ve gündüzün ardı sıra gelişi, yağmurların yağışı, rüzgarların esişi, yıldırımların düşüşü, güneşin doğuşu, mehtap, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar, canlılar; tüm enfusi ve afaki deliller diyoruz buna, insanın kendinde ve dış dünyasında gördüğü tüm deliller ayettir. Bu ayetler apaçık ortada olan şeylerdir. Ayet de zaten apaçık ortada olan demektir. Dolayısıyla Allah bunları gösteriyor. Buradan şu sonuca geliyoruz: Mucize esasında o an, şu an ve her an “olmakta olanın” insanı aciz bırakması demek, “olağan dışı” olanın değil. Mesela güneş olmakta olandır. Her gün aynı yerde doğmakta, yükselmekte, batmaktadır. Yüzyıllar boyunca da tek bir milim bundan şaşmamaktadır. İşte bu mucizedir çünkü karşısında aciz kalıyoruz… Karıncanın yaratılışı, bitkinin bitişi, elmanın yetişmesi, tarlalar, ekinler, su, hava… bütün bunlar insanı aciz bırakan şeylerdir. Eğer insanı aciz bırakan şey değilse bütün bilim adamları bir araya gelsin de bir böcek yaratsın bakalım. Yaratamazlar! Yapmacık oluyor, en fazla robot oluyor. “Bir sinek bile yaratamasanız” Kuran-ı Kerim böyle “olmakta olanla” meydan okuyor… Sineğin uçuşu, karıncaların kıpırdayışı vs. gözümüzün önünde “olmakta olan” fakat bizi aciz bırakan şeylerdir. Mucize bu! İnsanların buna bakarak Allah’ın büyüklüğünü ve yüceliğini görmeleri gerekiyor… Şu halde mucize ayın yarılması değil; ayın kendisi, bizatihi kendisidir. Peygamberimiz eliyle işaret ederek ayı gösteriyor işte “Şu görmekte olduğunuz, şu tepenizde duran mehtap, parlayan ay, Allah’ın büyüklüğünü gösteren bir ayettir, bakar mısınız şuna…” diye işaret ediyor. Yani olmakta olanı gösteriyor. Fakat daha sonraki yüzyıllarda bizim müfessirlerin çoğu Yahudiliğin mucize anlatımlarından, Hristıyanlığın kehanet anlatımlarından etkilenerek, ayı bizatihi gösterişini değil illa “yarılması lazım” diyerek peygambere ayı yardıtıyorlar! Hâlbuki peygamberimiz işaret parmağıyla ayı yarmak için işaret etmiyor, ayı göstermek için işaret ediyor. Bugün için anlamı ne? Sende peygamberi örnek olarak ayı göstereceksin. Diğerini ne örnek alabilirsin, ne de istesen de yapamazsın, işte Yaşayan Kur’an bu!

Ş.T: Ayette ay ortadan ikiye ayrıldı olarak geçmiyormu?

Kamer (ay) suresi orada kıyamette ayın yarılacağını söylüyor. O kıyamet sahnesi öyle açıklanıyor: “Ay yarıldı” (Kamer; 54:1) Bu “Ay ileride yarılacak” demektir. Çünkü Arapça’da gelecekteki bir olayın kesin olacağını ifade için vurgulamak istersen onu geçmiş zamanda olmuş gibi anlatırsın. Gelecekte mutlak surette olacaktır demek istersin. Kıyamet alametleri ile alakalı ayetlerde böyle geçmiş zaman kullanıldığı çoktur: “Gök açıldı, dağlar yürütüldü” (Nebe; 78/19-20) gibi.

Ş.T Yaşayan kuran klasik meallerden farklı bir meal diyebilir miyiz?

Tamamen diyemeyiz ama farklılıkları var. Bu şekilde tefsir yapan alimler var.

Ş.T Elimize neden ulaşmadı?

Ebu Müslim İsfahani’nin 22 ciltlik tefsiri varmış. Hicri 4. asırda yaşamış ama tefsir tarih içinde kaybolmuştur… Bu bir Mutezile mufessiridir. Ancak Fahrettin Razi’nin bahsetmesiyle onun tefsirinden haberdar oluyoruz… Fahrettin Razi’nin tefsirinden tek tek takip ettim, onun görüşlerini tercih ettim. Bir iki yer hariç büyük oranda onun görüşlerini esas aldım. Tefsiri kayıp olduğu için İslam dünyasında pek tanınmış değil… Ancak biz tefsirimizle onu canlandırmış oluyoruz. Farklılığım daha çok ona dayanıyor. Onun dışında mucize ile alakalı farklı bir yol izledim. Şu ana kadar iki yol izlendi: Birincisi Kuran’daki kıssalar hepsi mucizedir diyen görüş. Bu klasik görüş olup Kuranda 14 peygamber (aileler ile beraber) kıssası, 10’a yakın da tarihsel kıssa ve 22’ ye yakın da mesele var. Klasik görüş bunların neredeyse hepsini mucize olarak anlatılır. Buna karşı ikinci görüş ise modern dönemde ortaya çıkan bu kıssalara masal, Arap halk hikayeleri diyen görüştür.

Ben ise her ikisinin de yanlış olduğunu düşünüyorum. Kuran kıssaları birer mucize değil, masal da değildir. Masal ve mucize bir kuran kavramı değildir. Kuran, kıssaları bu kavramlar üzerinden anlatmamaktadır. Bir şeye denk olan şeye kıssa denir. Kısas, takas, makas, iki şeyi denk olan demektir. Kıssa geçmişte olan olayı sözdeki dengi ile anlatmak demektir… Tarihi film çekmeye benzer. Dizide canlandırma yapmak gibi. Denkliği bozarsan kıssa olmaktan çıkarırsın, abartırsan menkıbe olur, menkıbeyi olağandışı temalarla bezersen o zaman da mucize olur. Eğer olmayan bir şeyi hayal ürünü olarak sunup anlatıyorsan bu da masal veya esatir (efsane mitoloji) oluyor. Kuran-ı Kerim bunları anlatmıyor, kıssa anlatıyor. Geçmişteki olayların bir kısmını sözdeki dengi ile anlatıyor ancak o günkü Araplar bu kıssaları esatirleşmiş, mucizeleşmiş haliyle biliyorlar yani peygamberlerden bazıları veya bir çoğunun kıssaları bir şekilde biliniyordu… Bizdeki Dede Korkut Hikayeleri gibi, Malkoçoğlu, Köroğlu gibi… Kuran-ı Kerim geldi ve bunları yeniden anlattı fakat anlatırken kıssa olarak anlattı… Araplarda sanki eski o bildikleri mucizevi ve mitolojik hikayeleri Arap zihninin formuna büründüğü şekliyle anlattığını sandı. Bugün hala öyle bilinir. Kıssaları tekrar anlatmak lazım. Bu masalımsı ve mucizevi anlatımdan kurtarmak için.

Örneğin bakın, Kuranı Kerim Hz. İbrahim’in mancınıkla ateşe atıldığını söylemiyor, Hz Yunus’un ırmaktaki balığın karnına girdiğini söylemiyor, Ashabı kehf’in 300 yıl mağarada uyuduğunu söylemiyor, Hz. Salih’in kayadan deve çıkardığını söylemiyor.

Kıssalar doğru okunmuyor. Metnin kendisinde böyle şeyler yok. Sonradan zorlanarak yükleme yapılmış. Mesela Ashab-ı Kehf kıssasında halk arasında geçen 300 veya 309 sene ve 3 veya 7 gibi sayılar halk dedikodularıdır. Kur’an bunları aktarıyor ve bunları Allah bilir, nereden çıkarıyorsunuz diyor. Peki ne anlatıyor Ashab-ı Kehf kıssası? Roma İmparatorluğu’na karşı çıkışları ve direnişleri anlatılıyor. Mesajı ise, direnin gerekirse mağaralara çekilin, mağaralarda yaşasanız bile Allah sizlerle beraberdir. Kuran’ın asıl vermek istediği mesajlar bu.

Ş:T İyi de mucizelerle alakalı bir dünya hadis var, örneğin; peygamber efendimizin parmaklarından su akıtması, ağacı çağırdığında ağacın ona gelmesi vs. bunları nasıl değerlendiriyorsunuz.

Peygamberimiz rivayetlerinde anlatıldığı şekli ile hiçbir mucize göstermemiştir. Bunların hepsi sonradan çıkarılan uydurmalardır. Hiçbirinin aslı yoktur. Peygamberimizin mucizesi vardır : Allah’tan getirmiş olduğu Kuran ve kendi toplumu içerisinde yaşadığı erdemli ve dürüst hayat… Yani “el-emin” oluşudur, bununla meydan okumuştur. En büyük güç zaten budur. Bugün de en büyük güç maddi imkanların hiçbirinde değil, lekesiz bir hayat sürmede, günahı işlememededir. Türkiye’de yolsuzluğun devam etmesinin en önemli nedeni kişilerin temiz olmamasıdır. Herkesin bir dosyası olduğu için kimse kimsenin üzerine gidemiyor.

Peygamberimizin ise böyle bir lekesi yoktu. Çıkıp her şeyi söyleyebiliyor, her şeyin üzerine gidebiliyordu. Kur’an mucize isteyenlere “Karşılarında okunup duran, sevgi ve merhamet kaynağı kitabı sana indirmemiz yetmedi mi?” (29/51) diye sorar ve mucize taleplerini ısrarla reddeder. Peygamberimizin getirdiği şey Allah’ın ayetleriydi ve zaten yaşantısıyla karşısında durabilecek kimse yoktu çünkü gerçekleri haykırıyordu … Bundan büyük mucize mi olur? O tür rivayetlerin hiç birinin aslı astarı yok, tamamen uydurma veya biraz iyimser olalım yakıştırmadır.

Ş.T Kuran’da tüm peygamberlerin İslam olduğu ve tevhidi tebliğ için geldiği anlatılmaz mı? Onun yada bunun peygamberi var mı? Hepsi bizim değil mi?

Genel olarak baktığımız zaman Ehli kitabın kendi peygamberlerini övmeleri, mucizevi anlatımlarının çokluğu nedeniyle bizde niye yok kompleksi olması nedeniyle bizde de uydurulmuş… Halbuki işin gerçeğinde hiçbir peygamberin mucizeleri yok. Bütün peygamberler aynen bizim peygamberimiz gibidir. Şöyle bir görüş var: önceki peygamberlere mucizeler verilmişti ama bizim peygamberimize sadece Allah’ın kitabı dışında bir şey verilmemiştir. Kanaatimce bu da yanlış çünkü bütün peygamberler aynıdır “Allah’ın peygamberleri arasında hiç ayırım yapmayız” …(2:285) Farkı zaman, mekan ve kişilikleriydi. Misyonlarında farklılık yoktu, hepsi de halklarının karşısına “apaçık delillerle çıkıyorlardı” (ayet). Ölüm, afet ve kıyameti haber veriyorlardı (inzar). Bütün peygamberler bütün insanlığa gönderilmişti. Söze dayalı apaçık delillerle gönderilmişti. Hiçbir peygamber olağandışı olaylarla insanları dine davet etmemişlerdi. Bunların birçoğu yanlış anlaşılıyor. Kuran-ı Kerim’in metnini teberruken okuyor ve hatmetmek için okuyor, ölünün arkasına üflemek için okuyor. Ne dediğinin hiçbir önemi yok. Böyle yaparsan bunun sonu budur işte… Kuran’ı anlamak için çaba sarf etmeli, tefekkür etmeliyiz. Sağdan soldan duyduğu ile kafası şekillenmiş. 56’ya yakın Türkçe meal var, bunlar dahi okunmuyor. Allah’ın kitabıyla uğraşılmıyor. Meal hazırlamam 5- 6 yıl sürdü. Bütün cümleleri ve kıssaları satır satır, cümle cümle, kelime kelime tefsirlerle karşılaştırmalı olarak inceledim, okudum. Çok dikkatli bir emeğin, tefekkür çalışmasının ürünüdür bu çalışma. Baktım ki birçok şey bizim bildiğimiz, dedemizden ninemizden öğrendiğimiz gibi değil. Ben bu karışıklığı kendimce çözdüm, kafam şu an gayet net. Kur’an apaçık bir kitap, çok net mesajları var.

Ş.T Siz de daha çok Zamahşeri’den etkileniyorsunuz kendi bulduğunuz yeni bir şey ortaya atmıyorsunuz öyle değil mi?

Kendim bulduğum şeyler de var tabi. Ebu Muslim’den, Zemahşeri’den, Razi’den, diğer tefsirlerden okuduğum da var. Yani geniş çaplı kafa yormak gerekiyor. Zeki beyinler Kuran üzerine düşünmüyor. Düşünme kalktı. Halk şekil ve surette kalıyor, düşünenler de din dışında düşünüyor. Türkiye’nin parlak beyinlerinin Kuran üzerine tefekkür etmesi lazım.

Ş.T Klasik tefsircilerden tepki var mı?

Var tabi, hem olumlu yönde hem de olumsuz yönden. Benim meal-tefsirim ana lügat kurallarına bağlıdır, batini tefsirlere girmez. Sözlük imkan veriyorsa oradan yaralandım. Tarihteki bilgi ve belgeleri de yorumlarımda kullandım. Benim aklıma böyle esti, Allah kalbime böyle ilham etti, feyiz böyle geldi diye bir tefsir ve meal yazmadım. Tarihteki, hayattaki ve tabiattaki karşılığını mutlaka göstererek yazdım.

ŞT: Teşekkür ediyor çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

Bende teşekkür ederim.

Röportaj : Şükrü TEZCAN

1 yorum

  • slm.hocam tefsiriniz ve islamın yenilikçileri var ama başta adalet devleti olmak üzere diğer eserlerinizi temin etmek istiyorum ama baskısı yok diyor bulamıyorum.nasıl temin edeceğim?yardımcı olursanız sevinirim vesselam alamenittebeal-huda

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular