İslam’ın Yenilikçileri (Söyleşi)

İ

Yeni kitabınız İslam’ın Yenilikçileri’nin birinci cildi piyasaya çıktı. İsterseniz klasik bir soruyla başlayalım; Böyle bir kitabı yazmaktaki amacınız neydi?

– Konjoktürel bir kaygıdan dolayı yola çıkmış değilim. Uzun süreden beridir zihnimde şekillenmiş bir konuydu. Nitekim kitabın ilk makaleleri üç yıl önce Değişim Dergisi’nde yayınlanmıştı. Özellikle 28 Şubat sürecinden sonra konuya daha fazla eğilme fırsatı buldum. Yoğun bir çalışma sonucu ilk cildini bitirebildim. İnşallah Eylül-Ekim ayıyla birlikte ikinci cildi de çıkacak ve kitap tamamlanacak. Kitapta seksen simayı anlatıyorum. Amacım Hz. Ömer’den Fazlurrahman’a kadar İslam düşünce tarihi boyunca kesintisiz bir süreçte akıp gelen İslam’ın yenilikçi damarlarını gün yüzüne çıkarmak, dikkatleri buraya çekmek, yeni bin yıla girerken arayış içindeki islamcı kuşaklara bir kök ve alternatif kültür kaynakları sunmaktır.

– Kitabın girişinde 28 Şubat’ın boğucu ortamından bahsediyorsunuz. Bununla neyi kasdediyorsunuz?

– Malum, 28 Şubat 1997 tarihinde kimilerinin “devletin tabii refleksi” dediği bir süreç başladı. Daha önce pek dikkate alınmayan bir kesim tehdit ilan edildi. Her şehirde belirli simalar ve kesimler öncelikle yakın takibe alındı. Devlet bütün dikkatini bu kesimlere yönelterek sürek avı başlattı. Bu takip halen de bitmiş değil. Yani biz 70’lerde solcuların yaşadığı süreci yaşıyoruz. Solcular devrim iddialarından vazgeçinceye, devlet kalesinin surlarına tırmanmayı durdurup, kendi işine gücüne dönünceye, dahası eski tüfek solcuların kimisi reklamcı, kimisi pornocu oluncaya kadar bu sürek avı devam etti. Bizim de aynı süreci yaşamamız bekleniyordu. İslamcıların içinden reklamcı ve pornocu çıktı mı bilemem ama holdingci, çeyrek tesettürcü, post-modern İslamcılar çıktığı kesin. Ben de kendi yaşadığım şehirde bu sürek avına tabi tutulanlardandım. Birden bire aleyhime otuzu aşkın dava açıldı. Bazen haftanın yarısını adliye koridorlarında geçirmeye başlamıştım. Evim defalarca arandı, iki kez cezaevine girip çıktım. İki kez şartlı tahliye yasası çıktı, kesinleşmiş yedi yıla yakın cezam ertelendi. Ceza evinden çok kısa süre içinde şartlı salıverildim. Yoksa halen yatıyor olacaktım. Şu an bile yeni bir 312 davasında kısa bir ceza almam halinde cezaevi beni bekliyor.. Bunları şunun için söylüyorum; bu kitabı böyle bir ortam içinde kaleme aldım. Polisler eve geldiğinde kitapta İbni Sina’nın başına gelenlerin anlatıldığı bölümleri yazıyordum. Evi basılır, kütüphanesi ateşe verilir vs.. Kitabın bazı bölümlerini ceza evinde, bazı bölümlerini de uzun süre bekletildiğim mahkeme salonlarında tasarlayarak yazdım. Yani ben pratiğin içinden gelen birisiyim, her şeye rağmen, anlattığım çoğu İslam büyüğünün “sivil” ve “muhalif” kalma geleneğini sürdürerek, bunun ağır bedelini ödeyerek yaşıyorum…
– Bu kadar insanı hangi mantıkla bir araya getirdiniz? Gördüğümüz kadarıyla her mezhepten, her ekolden şahsiyetler var kitabınızda. Kitabın temel kurgusu neye dayanıyor?- Oluşturduğum liste bir kutsal hiyayarşi veya silsile-i saadat değil. Kullandığım jargon daha çok sosyolojide üstad kabul ettiğim İbni Haldun’dan esinlenerek kurgulanmıştır. Bu da genel hatlarıyla şöyledir; Her toplum bedavet ve hadaret dönemi yaşar. İbni Haldun’a göre medeniyetler tabiri caizse bir “Dağdan şehire inme” hareketidir. Örneğin Araplar güneyden kuzeye göç hareketiyle tarih sahnesine çıkmışlardır. İbni Haldun, İslam’ın yükselişi yerine daha çok “Mudar’ın yükselişi” deyimini kullanır. Yani Hz. Peygamberin kabilesi Adnani Arapları’nın Mudar kolunun Mekke’ye gelmesi ve oradan zamanla tüm ortadoğuya ve Akdeniz civarına yayılmaları hareketi.. Bu yaklaşık bin yıl sürmüştür. Keza Türklerin tarih sahnesine çıkışları da bir dağdan şehre inme hareketidir. Nazım Hikmetin şiirinde dediği gibi koşup gelerek dört nala Uzak Asya’dan bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan bir hareketttir bu. Bu süreç de yaklaşık bin yıl sürmüştür. Şu halde geçen bin yıl bedavet ruhuyla dağlardan, çöllerden Akdeniz’e doğru akan kavimlerin bin yılı olmuştur. İslam’ın yükselişinin gerisinde bu ruh vardır. İşte bu bedavet ruhu, dinden devlet anlayışına kadar her şeye hakim olan temel karakteristik yapıyı belirlemiştir. Mesela Arap bedaveti Mudar/Kureyş asabiyetine dayanır. Mekke’de ataları Kusay’dan beri mülkün sahibi onlardı. İslami dönemde de aynı mülk iddiası devam etti. Hz. Peygamber’den sonra devlet bu mülk iddiasıyla elde tutuluyor ve kimseye verilmiyordu. Esasında İslam gelenekçiliğinin kökleri bu ruha dayanmaktadır. Yani denmek istenen şudur; “Mülkün (devlet/ülke/toprak) sahibi Mudar/Kureyş/Emevi/Abbasi Araplarıdır. Gayrısının bir hakkı olamaz. Çünkü Mekke’yi alan, fetihleri yapan biziz. İslam’dan önce de sonra da bu durum değişemez. Bunu değiştirmeye kalkışan bid’atçı, mevali ve türedidir!” Aynı şeyi Türk bedavetine vurun mantık değişmeyecektir. Ergenekon’dan beri iki bin yıldır Türklerin başında daima bir asker vardır. Orta Asya’dan gelip İran’a giren Oğuz/Selçuklu boylarının başında Tuğrul Bey, Melikşah vs. vardı. Anadolu’ya gelindiğinde Alparslan, İstanbul’a dayanıldığında Fatih, en son Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal, Cumhuriyet döneminde her darbe sonrasında aynı çizgide yine askerler. Yani burda da denmek istenen aynıdır; “Bu topraklarda mülk (devlet/ülke/toprak) askerindir. Çünkü buraları alan biziz, sizi koruyup kollayan biziz. İslam’dan önce de sonra da bu böyledir. Kim bunu değiştirmeye kalkışırsa devlet düşmanı, rejim karşıtı vs.dir ve kesin dış güçlerin maşasıdır…” Bundan dolayıdır ki “Türk’de Asker, Acem’de Molla, Arap’ta Şeyh (kabile reisi) son sözü söyler” sözü bir deyim olmuştur.. Böylece bedavet ruhuna dayalı bu devlet anlayışı etrafında muhafazakar bir söylem gelişmiştir. İslam gelenekçiliğinin her üç kavimde de kökleri buralara dayanmaktadır. Cabiri buna “Şii İmamet mitolojisi ve Sünni saltanat ideolojisi” der. Yeni bin yılda bu bedavet ruhundan hadaret ruhuna geçilmedikçe İslam düşüncesinin sıçrama yapamayacağını söyler. Bedavet ruhunda aslolan kılıç hakkı, asker yüceltisi vs.dir. At binip kılıç kuşanma, fetihler yapma, mağrur bir şekilde şehirlere girme, silip süpürme ve gaza ruhudur. Fakat artık bedavet ruhu bitmiştir. Bin yıllık kavimler göçü durmuştur. Şehirlere yerleşilmiş, medeniyetler kurulmuştur. Şimdiki ruh hadaret ruhu olmak zorundadır. İbni Haldun hadaret ruhunun temelinin alet üretme, ticaret yapma, ilim, kültür ve sanat, alma, satma, istihsal (üretim), iş bölümü, incelik, kibarlık, kahr ve tegallübten uzak durma (şehirli insanı özgürleştirme) vs. olduğunu söyler. İşte yenilikçiliğin ve gelenekçiliğin sosyolojik kökleri buralara dayanmaktadır. Bedavetten gelenekçilik, hadaretten yenilikçilik çıkmıştır. Şimdi bedavet ruhundan hadaret ruhuna geçmek için bütün bir toplumsal yapının, din ve devlet anlayışının değişmesi gerekiyor. Örneğin Türkler için bana göre yeni yüzyılda takip edilecek üç yol vardır; Ya artık burada (Anadolu) tutunur dünyayla hadarete dayalı rekabet ederler, veya hala bedavet ruhunu devam ettirip tarih dışına itilirler, hadarilerin eyaleti haline gelirler ya da çekip Orta Asya’ya geri dönerler. Çünkü bence yeni bin yıl hadaret ruhunun bin yılı olacaktır. Ben birinci şıktan başka şansımızın olmadığını düşünüyorum.

– Bu sosyolojik kurgu içinde gelenek ve yenilik kavramlarını nereye oturtuyorsunuz?

– Bedavet ruhu durağanlığı, kendi içinde yaşamayı, yeni durumlarla pek karşılaşmadan kendi dünyasında yaşamayı gerektirdiğinden var olanı muhafazayı gerektiriyor. Hadarileştikçe yeni durumlarla karşılaşıyor, farklı kültür ve medeniyetlerle karşılaşıyor, şehirleşiyorsunuz. Bu durumda da yeni durumlara ayak uydurmak, yaslandığınız dünya görüşünü her yeni zamanda yeniden yorumlamanız gerekiyor. İşte eski bedavet ruhunu devam ettirmek isteyenler, yeni hadarete uyum sağlayamayanlar geleneğe, eskiye sarılıyorlar. Hadarileştikçe yeni yorumlar geliştirenler, sürekli kendini yenilemeye çalışanlar, böylece tarihin gerisinde kalmamak için Molla Sadra’nın deyimiyle cevheri hareketi sürdürenler de yenilikçi oluyorlar. Gelenekçi geleni korumaya yönelirken, yenilikçi geleni sorgulamaya, değiştirmeye yöneliyor. Gelenekçi Ziya Paşa’nın “Eskiden yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı” derken Yenilikçi Said-i Nursi’nin “Eski hal muhal ya yeni hal ya da izmihlal” mantığıyla hareket ediyor. Aslında bu zaman akıp gittikçe insan beyninin ürettiği tabii refleksten başka bir şey değildir ve yeryüzünün bütün toplumları için geçerlidir…
– İslam yenilikçiliğinin Hz. Ömerle, gelenekçiliğinin de Hz. Osmanla başladığını söylemeniz bu kurgu içinde nereye oturuyor?- Evet, Hz Ömer bedavetten hadarete geçiş sürecinde İslam toplumunun 10 küsür yıl başında bulunmuş bir şahsiyettir. O’nun dönemi tam anlamıyla hadarileşme dönemidir. Hızlı fetihler, yeni kültürler, farklı milletlerle karşılaşmalar, çölün içinden çıkmış bedevi bir topluluğun köklü İran medeniyetini yıkması ve devralması vs. bütün bunlar yeni hadarişlemenin işaretleridir. Bu durumda Hz. Ömer İslam’ın meydan okuyucu bir dinamizmle nasıl devam ettirilebileceğini göstermiştir. Hz. Ömer, Hz Peygamberle gelen yeni değerleri, yani devrim ve yenilik mantığını devletin başında olduğu halde devam ettirmek isterken Hz. Osman eski Arap/Mudar/Kureyş asabiyetine yaslanmak zorunda kalmıştır.

– Bu süreçte ikinci sırada anlattığınız Hz. Ali’nin misyonu nasıl tanımlıyorsunuz?-

Esasında Hz. Ali, Hz. Ömer’in yenilikçi icraatlarının akıl hocasıydı. 25 yıl Medine’de oturdu. Bütün dönemler boyunca ana muhalafet lideri rolü üstlendi. Etrafında Ebuzer ve Ammar gibi sahabiler vardı. Hz. Ali, Hz. Paygamberin getirdiği kabile mantığını aşan yeni değerlere içten bağlı kalmak istedi. O hep değerlerin adamı olarak yaşadı. Gerçek adaleti istiyordu. Devrim mantığıyla hareket etti. Ancak o çağdaki etkili siyasi veriler Hz. Ali’nin düşüncesine hizmet etmiyordu. Hz.Osman ve Muaviye devlet mantığıyla hareket ettiler. Ne yazık ki devrimin mantığı devletin mantığına yenik düştü. Hz. Ömer ise her ikisini birden sürdürmek istedi. Hz. Ali’den farkı buydu. Hz.Osman ve Muaviye Kusay’dan beridir gelen eski Mudar/Emevi gelenekçiliğiyle çepeçevre sarılmışlardı. Bunun dışına çıkamadılar, çıkamazlardı da zaten. Hz. Ömer ve Hz. Ali ise Hz. Peygamber’in getirdiği yeni değerlere ve devrim mantığına bağlı kalmak istediler. Zamanla birinciler kazandı ikinciler kaybetti. Bu, İslam gelenekçiliğinin yenilikçiliğe galebe çalmasıydı. Bütün bin yıl boyunca, siyasetten fıkha, kelamdan felsefeye kadar tüm alanlarda bu saflaşma devam edip gitti. Bir tarafta mülkü elinde tutan siyasi merkez diğer yanda mülke yaklaştırılmayan çevre hareketleri. İslam düşüncesinin bütün akımları bu temel kurgudan bakılarak okunmalıdır. O zaman gelenekçiliğin ve yenilikçiliğin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

– Anladığımız kadarıyla siz İslam düşünce tarihini gelenekçiler ve yenilikçiler diye ikiye ayırıyorsunuz. Bütün şahsiyetleri bu iki kategoriden birine sokmaya çalışıyorsunuz. Neden böyle bir kategorizeleme yapıyorsunuz? Bu bir anlamda tarihi durduğumuz yerden tanımlamak ve hatta tahrif etmek anlamına gelmez mi?

– Bu kategorizeleme tarihimizde var zeten. Örneğin Sünni kesimde Ehl-i Sünnet-Ehl-i Bid’at ayrımı yaygındır. Şiilerde ise Ahbari-Usuli ayrımı vardır. Benim yaptığım bu tür ayrımlara olumlu veya olumsuz her hangi bir anlam yüklemeden sosyolojik okumadan ibarettir.

– Yani gelenek ve yenilik kavramlarını bu geleneksel ayrımlar üzerinden mi anlamlandırıyorsunuz?-

Evet, durumun genel olarak böyle olduğunu söylüyorum. Sunni gelenekçiler umumiyetle Ehl-i Sünnet denilen kesimden, Yenilikçiler de Ehl-i Bid’at diye yaftalanan guruplardan çıkmıştır. Keza Şii kesimde de Ahbariler gelenekçi, Usuliler yenilikçi özellikleriyle bilinirler. Ancak şunu söylemeliyim; bu kitapta kurguladığım mantığa göre bu tarihsel ifadelerin bir anlamı bulunmamaktadır. Derdim, bu tür geleneksel ayrımları dikkate almadan belirlediğim sosyolojik kavramsal çerçeveye hangi tezahürün denk düştüğünü göstermektir.

– Bu durumda siz bir tarih anlatımından ziyade bir görüşü inşa etmeye çalışıyor gibisiniz?-

Aynen katılıyorum. Amacım genel bir İslam düşüncesi tarihi anlatmak değil. Başlangıçta belirlediğim kavramsal çerçeve doğrultusunda bir görüşü inşa etmektir. Kitabın girişinde söylediğim gibi “İslam düşüncesinin derinliklerinde yenilikçi damarlar bulunmaktadır, bunun ihya edilmesi gerekiyor. Bu sebeble İslam düşüncesinin dışarıdan yenilikçi düşünce ithal etmeye ihtiyacı yoktur..” İnşa etmeye çalıştığım görüş şudur; tıpkı bugün Keban barajında üretilen elektiriğin bütün Türkiye’ye tel ağlarıyla yayıldığı gibi veya insan vucuduna damarlar yoluyla kanın yayıldığı gibi İslam tarihinin her yanına yayılan yenilikçi düşünceler vardır. Ben bunların ilk dönemlerden günümüze kadar izini sürüyor, birbirleriyle bağlantı noktalarını tesbit ediyorum. Sonunda bunun kesintisiz bir süreç halinde akıp geldiğini göstermeye çalışıyorum. Bu düşünce kitapta ele aldığım seksen simanın zihninde tıpkı bir cerayan gibi birbirini etkileyerek, günümüze taşınıp gelmiştir.

– Söylediğiniz bağlantı noktalarını, cereyanın akıp geldiği kanalları nasıl tesbit ettiniz?

– Varolan kaynakları bu gözle okuyarak. Sadece okuyup geçmiyorum, birbirleriyle bağlantılarını, kimin kimden etkilendiğini araştırıyorum. Kitapta sıkça kullandığım bir tabirle; bir düşüncenin “izini” sürüyorum. Bu iz beni nereye götürürse oraya gidiyorum, iz önde ben arkada, bir de bakıyorum ki günümüze gelmişim…

– Bu iz sürmenin genel bir tablosunu verebilir misiniz? Yani nereden başladınız? İz sizi nerelerde dolaştırdı sonuçta nereye getirdi?

– İlk dikkatimi çeken Hz. Ömer’in kimi yenilikçi çıkışları olmuştur.. “Kur’an bize yeter”, “Kur’an kitap haline getirilmeli”, “Müellefe-i Gluba payı kesiyorum, çünkü artık onlara ihtiyacımız kalmadı, zaman değişti..”, “Fethedilen arazileri sahiplerine bırakıyorum, çünkü tekelleşmeye yol açıyor, adaletsizliğe neden olmaya başladı..”, “Ata sistemini değiştireceğim, çünkü haksızlık oluyor..” vs. gibi sözler yenilikçi düşüncenin ilk izlerini oluşturuyor. Araştırdığımda bu görüşlerin arkasında asıl Hz. Ali’nin bulunduğunu gördüm. Daha çok bu tür teklifler ondan geliyor. Hz. Ömer Kufe ve Basra şehirlerini kurdurtuyor. Kufe’ye Abdullah bin Mes’ud’u hoca olarak atıyor. Abdullah bin Mes’ud’un Kufe’deki faaliyetlelerini takip ettiğimizde Hz. Ömer mantığının ilk elden buraya taşındığını görüyoruz Hz. Ali bir ara Kufe’yi başşehir yapıyor. Hz. Aişe’nin tenkitçi zihni duruşu Kufe alimlerini etkiliyor. Örneğin Mesruk bin el Ecda Hz. Aişe’nin talebesi olarak tanınır. Sonra Alkame, İbrahim en-Nahai, Mesruk, Hammad bin Süleyman ve Ebu Hanife.. Bunlar bir ekol olarak ortaya çıkıyorlar. Kufe, (Rey) Ekolü olarak isim yapıyor.. Öte yandan Hz Ali etrafında bir muhalefet bloğu oluşuyor. Ebuzer, Ammar, Mikdat vs. Hz Ali’nin üçüncü oğlu Muhammed bin Hanefiye Medine’de bir ekol kuruyor. Ebuzer’in talebesi Mabed el-Cüheni, Mu’tezile’nin kurucusu Vasıl bin Ata burada yetişiyor. Vasıl, Basra’ya geliyor, Hasan el-Basri’nin medresesinde görüşlerini geliştiriyor.Yine Abdullah bin Abbas’ta Mekke’de bir tefsir ekolü kuruyor. Said bin Cubeyr, Mucahid, İkrime vs. burada yetişiyor. Böylece Hz. Osman ve Muaviye tarafından temelleri atılan Emevi gelenekçiliğine karşı Kufe, Basra, Mekke ve Medine gibi şehirlerde bir Mevali aydınlanması doğuyor. İslam yenilikçiliğinin ilk taşıyıcıları bunlar oluyor. Amr el Maksus, Mabed, Gaylan, Ca’d bin Dirhem, Cehm bin Saffan gibi Mevali kökenli müslümanlar Emevilerce “Kaderi inkar ettikleri” gerekçesiyle şehid ediliyorlar. Çünkü Emeviler kader doktrinini resmi ideoloji haline getirmişlerdi. Kufe’de Ebu Hanife’yle birlikte Rey Ekolü doğuyor, izini sürdüğümüzde Mavaraünnehir’de Maturidi’ye kadar gidiyor. Basra’da Vasıl ve Amr b Ubeyd’le birlikte Mu’tezile olarak bilinen Tevhid ve Adalet Ekolü doğuyor. İzini sürdüğümüzde Allaf ve Nazzamla felsefileştiği, Cahiz’le bilimciliğe kaydığı görülüyor. Kındi, Mu’tezili düşünceyi tercümeleriyle Farabi, İbni Sina ve İbni Miskeveyh kuşağına taşıyor. Cabir bilimciliği Harizmi üzerinden, Bozcani, Mes’udi, Biruni vb. lerine aktarıyor. Şia Şehy Mufid’le, Selefi ekol İbni Akil’le akılcı (Mu’tezili) düşünceye kayıyorlar. Bir damar böyle gelirken karşı tarafta Hz. Osman ve Muaviye siyasette, Halil bin Ahmed dilde, Malik ve Ahmed bin Hanbel hadiste, Şafii usul-u fıkıhta, İbni Küllab ve Eş’ari kelamda, Muhasibi tasavvufta, sonraları Gazali , Fahruddin Razi, Amidi, Şehristani, Taftazani, Cürcani, İci ahlak, mantık ve felsefesede, İbni Teymiye nakilcilikte İslam gelenekçiliğini ve sunni paradigmayı inşa ediyorlar. Moğol istilasından sonra gelenekçililik Selçuklular, Osmanlılar ve Mısır’daki Memluklar üzerinden yoluna devam ederken, Yenilikçilerin iki koldan ilerlemeye çalıştığını görüyoruz. İlki İbni Bacce, İbni Rüşd, Şatıbi ve İbni Haldun üzerinden Endülüs (Mağrib) damarı diğeri de Farabi, İbni Sina’yı Şia’ya taşıyan Nasıreddin Tusi üzerinden İsfahan okulunun zirvesi Molla Sadra’ya kadar Maşrık damarı.. Her iki damar da Moğol istilasından sonra sürekli gerileyip kururken gelenekçiler Osmanlı ve Mısır üzerinden günümüze kadar geliyorlar. Endülüs’te İbni Haldun’un tabiriyle umran gündönümü yaşıyor ve yenilikçi miras Cebeli Tarık’ı geçerek Pireneler’den İbni Haldun’un aynen kullandığı tabirle “Şimal-i İtalya’ya” (Kuzey İtalya) geçiyor. Kuzey İtalya ise rönesansın başladığı yerdir, oradan tüm Avrupa’ya, daha sonra da Anglo-Saksonlar üzerinden Amerika’ya geçiyor. Yenilikçiliğin doğudaki damarı ise İran’a sıkışıp kalıyor. Molla Sadra’nın mirası Hind alt kıtasına sıçrıyor. Deoband Okulu ve Şah Veliyyullah Dehlevi İslam’ın yenilikçi damarlarını bir kez daha sentezlemeye çalışıyor.. Gazali’nin el-Mu’temed’i gelenekçi hukuk anlayışını belirlerken Mu’tezili Huseyn el Basri’nin el-Mu’temed’i yenilikçi hukuk felsefesine büyük katkılar sağlıyor. Huseyn el-Basri’nin düşüncesi Necmeddin et-Tufi’nin maslahat-ı mürsele, Şatıbi’nin makasıd-ı şeria teorisi üzerinde büyük etki bırakıyor. Osmanlıların çöküşü yıllarında Cemaleddin Efgani islamın tüm yenilikçi, rasyonel damarlarını yeniden canlandırma çağrısı yapıyor. Seyyid Ahmed Han, Hind alt kıtasında bu çağrıyı hayata geçirmeye çalışıyor ve daha çok felsefi/bilimci damara yaslanıyor. Muhammed İkbal aynı şeyi felsefi bir sentezle gerçekleştirmeye çalışıyor. Muhammed Abduh ise aynı şeyi Mısır’da yapmaya çalışıyor ve daha çok Mu’tezili/Maturidi damara yaslanıyor. Efgani ve Abduh çizgisi son dönem Osmanlı islamcıları üzerinde hayli etkili oluyor. Mehmet Akif Efgani-Abduh çizgisini içtenlikle benimsiyor, Pakistan’da İkbal’in yaptığını yapmaya çalışıyor. Aynı şeyi Musa Carullah Kazan müslümanları arasında deniyor. Bu dönemde yenilikçilerin zihni siyasi olarak daha çok “Devleti (makarr-ı hilafet) nasıl kurtarırız” üzerinde yoğunlaşıyor. Osmanlıların çöküşünden sonra bu kez yeni soru “Devleti nasıl kurarız” oluyor. Hasan el Benna Mısır’da bu amaçla faaliyetçi bir söylem geliştiriyor. Seyyid Kutup onu devrimci söylemiyle tamamlıyor, Fizilal’i yazıyor. Mevdudi Pakistan’da İslam’da Hükümet’i yazarak İslam’ın dünya dışına itilmesine karşı çıkıyor ve İslam’ın siyası yüzünün de olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Keza Pakistan’da Fazlurrahman islamı modern zamanlarda nasıl yeniden dillendirebiliriz sorusu üzerine kafa yoruyor ve İslam’ın yenilikçi mirasına yaslanarak çağdaş bir İslami söylem geliştiriyor, İslam adlı kitabını yazıyor. Yine Humeyni Şia içinde Şeyh Mufid geleneğine yaslanarak Velayet-i Fakih teorisiyle Mevdudi’nin yapmaya çalıştığını yapmaya çalışıyor ve bu teoriyle Şia dünyaya geri dönüyor, İslam devrimi gerçekleşiyor. İslam devriminin üzerinden on yıl geçtikten sonra, Sovyetlerin de çöküşüyle birlikte orta dönem yenilikçiliği de bitiyor ve yeni bir dönem başlıyor. Necefabadi Velayet-i Fakih teorisine radikal yenilikler getirerek iyice geliştiriyor, Velayet-i Fakih’in molla olmasının şart olmadığını, doğrudan halk tarafından seçilmesi gerektiğini söylüyor. Hatemi İran’ın yenilik arayışlarının yeni yüzü olarak sivriliyor. Fadlallah Lübnan’da gelenekçi ulema tarafından bidatçı ilan ediliyor. Turabi, Sudan’da orta dönem yenilikçiliğini aşan, yeni-islamcılığın argümanlarını geliştiriyor. Begoviç Bosna tecrübesiyle batı İslam’nın yenilikçi argumanlarını geliştirmeye çalışıyor. Kuzey Afrika’da Muhammed Abid Cabiri, İbni Rüşd ve İbni Haldun damarını canlandırmaya çalışıyor, Şii imamet ve Sünni saltanat ideolojisini aşmadıkça İslam düşüncesinin sıçrama yapamayacağını söylüyor. Abdullah el-Efendi “Nasıl bir devlet” kitabını yazarak Medine Vesikası’ndan hareketle çağdaş İslam’ın orta dönem yenilikçilerinin argümanlarını aşarak, yeni döneme uygun argümanlar geliştiriyor.. İşte İslam yenilikçiliğinin kesintisiz akan damarları aşağı yukarı bunlardır. Bir yerinden tuttuğunuzda süreceğiniz iz sizi diğerlerine götürecektir. Bu, kesintisiz akan ve yeni bin yılda da akmaya devam edecek olan dinamik, çoşkulu, kendini sürekli yenileyen, tarihin gerisinde kalmamak için devinen cevheri bir harekettir..

– İslam düşüncesinin geçen bin yıldaki tezahürü üzerine kimi cesur ve iddialı tezler ileri sürüyorsunuz. Örneğin İslam düşüncesinin geçen bin yılda doğuya (Hind) meylettiği, ontolojik ve epistemolojik kaymalar olduğu, dengenin bozulduğu, Tasavvuf, Selefilik ve Eş’ari zihniyetin egemen olmasıyla İslam dünyasının geri kaldığı vb. Bunları biraz açar mısınız?

– İslam dünyası coğrafi olarak dünyanın ortalarında olduğu gibi aslında felsefi olarak da ortalarındadır. Begoviç’in kitabında söylediği gibi; “Doğu ve Batı Arasında İslam”.. Doğu Hind’dir, Batı da Avrupa. Bu insan beyninin iki yarısının, dünyanın iki yarısına kayması olarak tazahür etmiştir. Sol ve Sağ beyinler.. Bu tarih boyunca soyut-somut, ruh-akıl, yer-gök, tanrı-alem, madde-ide şeklinde ayrıma neden olmuştur. Rapael’in tablosundaki gibi; Aristo ve Eflatun ayakta yürüyerek tartışıyorlar, Aristo eliyle yeri Eflatun göğü işaret ediyor. Hakikatın yerde veya gökte aranması gerektiğini ifade edercesine. Bütün felsefe tarihi boyunca bu tartışma sürmüştür aslında. İslam tarihinin gelenekçileri daha çok Eflatun’un işaret ettiği yöne yoğunlaşmışlardır. Bence orada örneğin bir Biruni olmalıydı, çünkü o her iki yönü de işaret ediyordu. Tabi bu tablo tamamen bir semboldür, Aristo ve Eflatun’u da geçerseniz kadim hikmetin Şit, İdris, Lokman aleyhisselama dayandığını, oradan da Adem’de birleştiğini görürsünüz..Bu sembol üzerinden gidecek olursak İslam’ın yenilikçileri ise Aristo’nun işaret ettiği yere yönelmişler, böylece dengeyi kurmaya çalışmışlardır. Yani demem o ki aslında Adem ikiye bölünmüştür, ruhçu tarafı doğuda, akılcı tarafı batıda boy göstermiştir. Halbuki Adem bana göre dünyanın tam ortasında, 10-12 bin yıl önceki buzul çağından sonra, İbni Haldun’un tabiriyle “sular kuzeye doğru çekilince” bugünkü Kabe’nin bulunduğu yerde ortaya çıkmıştır. İsmet Özel’in şiirinde dediği gibi gök yarılmış çamura can verilmiştir. Bu can verme işi bana göre Kabe’nin bulunduğu noktada olmuştur. Bütün jeolojik, ekolojik, antropolojik, sosyolojik ve de biyolojik veriler buna işaret etmektedir. Bunu anlatmak şimdi uzun sürer.. Kabe’yi biz hep teolojik açıdan anlamlandırdık. Bu doğrudur, Kabe bir anlamda Allah’ın yeryüzündeki sembolik evidir. Ama aynı zamanda Kabe antropolojik açıdan Adem’in ortaya çıktığı yerin de sembolüdür, haccın anlamını bir de bu yönden düşünelim. İnsanlık her yıl ilk atalarının çamurdan ayağa dikildiği yere çağrılıyor, toplanıyor. Bu, binlerce yıldır kesintisiz devam eden müthiş bir insanlık geleneğidir. Adem’in çocukları iklim şartlarının elverişsiz olması sebebiyle dünyanın çeşitli bölgelerine dağıldıkları gibi felsefi olarak da dağılmışlardır. Ademin beyninin bir yarısı batıya diğer yarısı doğuya gitmiştir. İşte İslam felsefesi esas itibariyle bu dağılmayı toplama hareketidir. O’nun için ortadadır. Bir yüzü maddi diğer yüzü manevidir. Akıl ve ruh Adem’de meczolunmuştur. “Dünya ahiretin tarlasıdır”, “Bugün ölecekmiş gibi ahiret, yarın ölecekmiş gibi dünya için çalışacaksın..” İslam düşüncesi tarihinde Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşd gibileri İslam’ı batıya doğru, İbni Arabi, Molla Sadra gibileri de doğuya doğru açarak bir dünya düşüncesi haline getirmişlerdir. Bunlar dağılan hikmeti toplama girişimleridir. Ancak İslam düşüncesinin geçen bin yıldaki tezahürü daha çok doğuya kaymıştır .Ontolojik ve epistemolojik denge islamın kendi özgün içeriğinde kurulmuşken, kayma olmuştur. Akılcılık değil ruhçuluk, bu dünyacılık değil öbür dünyacılık, alem değil tanrı (Allah) üzerine (daha çok) yoğunlaşılmıştır. On bini İslam şahsiyetini bizzat araştırdım içlerinde akli ilemler denen,tabiat ilimleriyle, bu dünyaya yönelik ilimlerle uğraşanların sayısı % 1 bile değildir. Çoğunluk öbür danya ilimleriyle uğraşan,mutasavvıf, muhaddis, vs.dir. mucid, filozof, bilim adamı diye tanımlayabileceğimiz insanlar dediğim gibi % 1 bile değildir. Bu da açıkca gösteriyor ki İslam kültür ve medeniyeti akıl ve bilime dayalı ilimlerle pek uğraşmamıştır, uğraşanlara da iyi gözle bakılmamıştır. Siz, bu dünyadan çekilir, aklı kerih görürseniz olacak ortadadır; bu dünyada geri kalırsınız. Müslümanları tasavvuf bu dünyadan, selefilik ve Eş’arilik te akıldan soğutmuştur. Oysa ringe çıkmadan boksta, denize girmeden yüzmede başarılı olunamaz. Bu da yetmez çıktığınız meydanda en büyük sermaye olan aklı çok yerinde ve sahici anlamda kullanmalısınız. Şu halde İslam dünyasının evren tasavvurunda kayma ve sapma olduğu apaçık ortadadır.. İşte ben yenilikçiliği bu ontolojik ve epistemolojik kaymayı düzeltme çabası olarak da değerlendiriyorum. İbreyi, öbür dünyacılıktan bu dünyacılığa, ruhçuluktan akılcılığa, tanrıdan aleme doğru çekmek gerekmektedir. Bu çekme hareketi, dengeyi yeniden kurma, Ademi çıktığı yerde buluşturma çabasından başka bir şey değildir. Bu dünyada başarılı olmanın başkaca yolu da yoktur. Orta, şahid, vasat, örnek bir ümmet olmanın, yeryüzünde halife olmanın yolu buradan geçmektedir. Allah’a giden yol bu dünyadan geçer, İslam’ın ruhunda bu var bence. Bugün, batının manevi/ruhi doğunun maddi/pozitif düşünceye ihtiyacı vardır. Bu denge kim tarafından ve nerede kurulursa yükselen medeniyet o olacaktır. Zire yeni medeniyet tez veya anti-tezden değil sentezden çıkacaktır. Buna en çok ta felsefi ortayı temsil eden İslam düşüncesi yakın durmaktadır, bunu başarmak zorundayız diye düşünüyorum..

– Peki, madem Osmanlılar İslam gelenekçiliğini Selçuklulardan aldıkları mirasla tekrar ettilerse neden altı yüz yıl dünyaya hakim oldular?

– Siyasi yükseliş rakip bir medeniyetle karşılaşana kadar sürer. Ne zamanki rakip bir medeniyetin meydan okuyuşuyla karşılaşır ve onun ürettiğini üretemezse yenilmeye mahkum olur. Osmanlı’da siyasi yükseliş, askeri başarı vs. var ama felsefi/akli düşünce yoktur. Bugün dünya litaratürüne girmiş tek bir Osmanlı “filozofu” gösteremezsiniz. Osmanlılar zihniyet olarak Nizamülmülk’ün temelini attığı Eş’ari/Gazali gelenekçiliğine dayanan medreselere yaslanmışlardır. Osmanlılar Hanefi ve Maturidi bile değildir. Bin yıldır Maturudi’nin Tevilat-ı Kur’an’ı, Nesefi’nin Tabsıratu’l Edillesi bu topraklarda ilgi görmemiştir. Adeta Maturudi’ye Mutezile’ye meyletmenin cezası çektirilmektedir.. Hele Mu’tezile alimlerinin kitapları sanki yok sayılmış, dönüp bakılmamıştır bile. Gazali İbni Rüşd tartışmasında Osmanlı uleması Gazali’yi, Avrupa İbni Rüşd’ü tutmuştur. İslam dünyasında bir İbni Rüşdcü veya İbni Halduncu akım hiç bir zaman olmamıştır. Nice sahte mehdilerin, üfürükçülerin ardından kitleler halinde giden müslümanlar filozof, hekim, fakih İbni Rüşd’ü, rönesansı haber veren sosyolog İbni Haldun’u yapayalnız bırakmışlardır, bu durumda sonuç apaçık ortadadır; Mehmet Akif ‘in dediği gibi “Evet, ben ki bir Arnavudum, başka ne diyeyim işte perişan yurdum..” Osmanlılar İstanbul’u bedavet ruhuyla almış ancak aynı İstanbul’da hadaret ruhuna dayalı bir rönesans gerçekleştirememiştir. Bence Fatih’te böylesi bir hadaret ruhu vardı ama Osmanlıların gelenekçi uleması Fatih’e engel olmuştur. Kaldıki bunu onlardan beklemek de doğru olmaz. Bugün hala Biruni’nin dediği gibi manasız bir gururla şanlı tarih edebiyatı yapıp duranlar asıl suçlu olanlardır. Adam gelmiş İstanbul’u almış, sen de orada bir rönesans yap artık. O’nu da mı o yapacaktı? Osmanlının bedavet ruhuyla yapabileceği bu kadardı, o çağlarda bu kadar olurdu. Şimdi asıl bizim dünyayla rekabete girmemiz, yeni çağın yöntemleriyle, hadarete dayalı yeni-akıncı ruhuyla dünyayı fethetmemiz lazımdır. Bunun için yüzümüz geçmişe değil geleceğe bakmalıdır.. Velhasıl ben İslam dünyasının dünyada geri kalmasının sebebini “dış güçlerde” arayanlardan değilim, tam tersi “iç güçlerde” arayanlardanım…

– Kitabınızın Türkiye’de yenilikçilik tartışmalarının ayyuka çıktığı bir anda çıkması ne anlama geliyor? Siz kendini yenilikçi görenlere felsefi, teorik bir alt yapı mı sunmak istiyorsunuz?

– Bu tartışma az önce söylediğim gibi İran’dan Sudan’a bütün İslam dünyasında yaşanıyor. İslam yeni bin yıla yenilikçi damarlarını keşfederek, yeni bir dalgayla giriyor. Ben bu dalganın tarihi köklerini, tabiri caizse düşünce debisini ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Çünkü yeni bin yılın İslam’ın yenilikçilerinin bin yılı olacağına inanıyorum. İslamcılar yeni bin yıla, Molla Sadra’nın çok sevdiğim tabiriyle cevheri hareket devinimi ile, yani kendini yeniden üreterek giriyor. İslamcılık bitti, tükendi vs. iddiaları laf-ü güzaftan, kuruntudan başka bir şey değildir. Göreceksiniz, bir kehanette bulunayım, 2050 yılına kadar dünya çok değişecek, henüz son sözünü söylememiş İslam’ın yenilikçi damarları bütün görkemiyle dünya gündemine damgasını vuracak. Bu tarihsel dalgaya kimse engel olamayacak.. İslam’ın tarihsel düşmanları ve de İslam’ın geçen bin yıldaki tezahürü gelenekçilerin çırpınışı boşunadır..Türkiye’de bu tartışma çok yüzeysel, politik ve populist kaygılarla yapılıyor. Bu anlamda İran’daki yenilikçilik tartışmalarını çok önemsiyor ve yakından takip ediyorum. Lafı eveleyip gevelemeden açıkca İran’da Hatemi’nin, Sudan’da Turabi’nin gayretlerini bütün kalbimle, içtenlikle destekliyorum. Aslında ben İran’da ikinci bir devrim bekliyorum. İslam Devleti’nden Adalet Devleti’ne geçişin devrimi. Bu nedir, derseniz; bu, İslam’ın gelenekçi yorumundan yenilikçi yorumuna geçiştir diyeceğim.

– Tayyip Erdoğan’ın yenilikçiliği sizin kurgunuzda nereye oturuyor?

– Biraz beylik bir laf olacak ama “Tayyip Erdoğan’ın yazdığım bu kitabı okuması lazım” dememe müsaade edin. Köksüz bir yenilikçilik, ontolojisi, epistemolojisi, metodolojisi, aksiyolojisi, iç ve dış politik argümanları, siyaset felsefesi olmayan bir yenilik hareketi savrulmaya ve başka limanlara demir atmaya mahkum ve mecburdur. Yenilikçiliğin önce felsefesi kurulur sonra siyaseti yapılır. Türkiye’de bu işin felsefesiyle uğraşan pek kimse görünmüyor, onun için de endişeyle karşılanıyor. Zaten yenilikler başlı başına bir risk ve endişe kaynağıdır, bir de nereye yaslandığınız, hangi damardan beslendiğiniz belli değilse rüzgarın önündeki yaprak gibi savrulur gidersiniz. Tayyip Erdoğan’ın etrafında toplanan tüm yenilikçiler eğer İslam ikliminden kalkmak gibi bir endişeleri varsa, biraz bu işin felsefesiyle tarihsel kökleriyle ilgilenmelidirler.

– Bir de Türkiye’de yenilikçilik adına bazı fikirler ileri süren ilahiyatçılar var. Örneğin Yaşar Nuri, Zekeriya Beyaz vs.  Geçenlerde bir TV kanalında diyanete mensup bir ilahiyatçı İbni Rüşd ve İbni Huldun’u delil getirerek laikliğin bunların düşüncesinden çıkarılabileceğini iddia ediyordu. Keza YÖK başkanı Kemal Gürüz’de “İbni Rüşd’ü Gazali’ye bir kez daha yendirmeyeceğiz” gibisinden sözler sarfetti. Siz bu söylemlerinizle onlarla aynı safa düşmüyor musunuz?

– Bu soruyu sorduğunuz için çok teşekkür ederim. Ne zamandır TV’lerdeki tartışmaları seyrettikçe kahroluyorum. Ne ki “taşlar bağlanmış … ler salıverilmiştir. Bir defa İslam’ın yenilikçi mirası 28 şubat şeyhulislamlığı yapan kimi zevat tarafından, malum sürece peşkeş çekilmek istenmektedir. Ebu Hanife’nin Farsça ibadet görüşü Türk müslümanlığı projesinin, Tufi, Karafi ve Şatıbi’nin maslahat ve makasıd-ı şeria teorileri şer’i hukuktan rahatsız olan kimi beylerin keyfine uygun hale getirilip servis yapılmaktadır. Keza İbni Rüşd pozitivizmin, İbni Haldun laikliğin kaynağı gibi gösterilmek istenmektedir. Bütün bunlara bakarak kimi islamcılar da İslam’ın eleği dürülmüş, tarağı asılmış İslam’ın gelenekçi yorumuna sarılma gözlenmektedir. Ben her iki tutuma da “aynı şiddette” karşı çıkıyorum. İslam’ın gelenekçileri gaflet, hele İslam’ın yenilikçi mirasını 28 şubata peşkeş çekmek isteyen kimi ilahiyatçılar da dalalet içindedir. Evet, ben ki 28 şubat mahkemelerinde koşuşturup dururken bu İslam’ın yenilikçileri kitabını yazmış bir kişiyim. Sivilim ve bağımsızım, kimseden korkum yoktur. Var gücümle Ebu Hanife’nin, Tufi, Şatıbi, İbni Rüşd, İbni Haldun vs.nin yenilikçi miraslarına sahip çıkıyorum. Bu üstadları dalkavuk ve şaklabanların elinden kurtarma çağrısı yapıyorum. YÖK başkanının söylediklerine bakarak Gazali’ye sarılmayı reddediyorum. İbni Rüşd’ün Gürüz gibilerin elinden kurtarılmasını istiyorum. Çünkü onun elinde ve dilinde İbni Rüşd azap çekiyor. Geçmişte Gazali’nin dilinden çektiği gibi şimdi de bu tiplerin dilinde muazzep oluyor.. Artık İbni Rüşd’e Gazali veya Gürüz gibilerinin azap çektirmesine son verilmelidir…

– Yenilik, değişim vs. diyen islamcılar genellikle modernist olmakla itham ediliyor. Siz modernizmin neresinde duruyorsunuz?

Bence modernleşme yeni bir hadarileşmedir. Rönesansın temelinde az önce dediğim gibi İslam dünyasından yapılan tercümeler vardır. İbni Rüşd Katolik kilisesinin “büyük şeytanıydı” Avrupa’da Latin İbni Rüşdçülüğü (Avvroizm) Rönasansın ilk yenilikçi rasyonalist akımıdır. İbni Rüşd Avrupa için Kliseye karşı can simidi gibi yapıştıkları bir kurtarıcıydı. Rönesansın elinde İbni Rüşd iyiden iyiye pozitivist, laik bir kimliğe büründürülerek yorumlanmıştır. Henüz İbni Rüşd’un İslam dünyasındaki yorumu yapılmamıştır, çükü İbni Rüşd’e Avrupa sahip çıkmıştır. Modernleşme yeni bir hadarileşme olduğu için buna eski bedavet ruhuyla karşı konulamaz. Yani yeniliğe gelenekle değil karşı bir yenilikle cevap verilebilir. Yapılması gereken karşı-hadarileşmedir. Yani İslam rönesansıdır, batı dışı modernleşmedir. Ben modernleşmeye değil, modernleşmenin batıdaki sonuçlarına karşıyım. Keza post-modernizminde de Ziyauddin Serdar’ın dediği gibi batı kültürünün yeni emperyalizmi olduğuna inanıyorum. Alternatif medeniyetleri “görecelilik” kuramıyla, “herkes haklıdır” sloganıyla silahsız ve çaresiz bırakarak teslim almak amacıyla populize edildiğine inanıyorum. Hele islamın sanki modernizme cevabı buymuş gibi post-modernistlere sarılınmasına hiç katılmıyorum. Akıl benim açımdan dini ve dünyayı kavramanın birinci derecede sahici bir yöntemidir. Bilim, Allah’ın bir ayeti olan kosmosun yasalarını kavrama çabasıdır.. Bu anlamda İslam’ın mu’tezili, felsefi klasik rasyonel yorumunu tutarlı bir şekilde savunuyorum. Ebu Hanife’nin, Allaf’ın, Nazzam’ın, , Maturidi’nin, Farabi’nin, İbni Rüşd’ün rasyonel, Biruni’nin, İbnu’l Heysem’in, İbni Haldun’un empirisit tutumunu içtenlikle benimsiyorum. Fazlurrahman’ın islami yenileşme çağrısına aynı içtenlikle katılıyorum. Eğer bunlara İslam modernizmi deniliyorsa benim için sorun yoktur. Bildiğim bir şey var kesinlikle Tasavvufçu, Selefi ve Eş’ari değilim. Bunların epitemolojisiyle dünyanın açıklanamayacağına inanıyorum. Tasavvuf benim açımdan bireysel bir dini tecrübedir. Tasavvufla dünya açıklanamaz, felsefe yapılamaz. Tasavvuf, evreni bireysel bir dini tecrübeyle, sezgiye dayanarak algılama, içe doğum ve çoşkulu bir duyumsamadır. Bunun bireysel kalması gerekir diye düşünüyorum. Velhasıl kitabımda anlattığım 80 kişinin üstadlarım olduğunu söyleyebilirim. Hepsinden de yararlandığım bir çok yön vardır. İslam dünyasının batı modernizmine cevabının bu kesintisiz yenilikçi çizgiden çıkacağına, böylece kendi modernleşmesini (hadarileşmesini) üreteceğine inanıyorum…

– Kitapta gerçi ikinci cild çıkmadı ama Türkiye ile ilgili pek sima yok gibi, yanılıyor muyum?

– Osmanlının son dönemindeki yenilikçi islamcılar var. Said Halim Paşa, Filibeli Ahmed Hilmi, Seyyid Bey, M.Akif, Musa Carullah vb. Dolayısıyla cumhuriyet dönemine girmedim. Çünkü bunu farklı ve değişik bir çalışmada ele almayı düşünüyorum Bizzat söyleşilerle yüz yüze görüşmeler yapmak istediğim kişiler var. İslam’ın Yenilikçileri –3 (Türkiye) gibi bir isim düşünüyorum kısmet olursa…

– Kitabın bir yerinde Adalet Devleti diye bir kitabınızın çıkacağından bahsediyorsunuz. Bu İslam’ın Yenilikçileri’nin devamı gibi bir şey mi?

– Bir anlamda öyle sayılabilir. İslam’ın yenilikçilerinde felsefe litaratürüyle söyleyecek olursak “felsefe ve düşünce tarihi” yazdım. Yenilikçi İslam düşüncesinin köklerini bulmaya çalıştım. Adalet Devleti ise bu köklere yaslanarak geliştirilmiş bir “siyaset felsefesi”çalışmasıdır. Yani önce nerden konuştuğumu, sonra ne konuştuğumu söylemeye çalışacağım. Aslında bu bir dizi halinde devam edecek; bilgi felsefesi, varlık felsefesi, mülkiyet felsefesi vs..

– Siz İslam Devleti yerine Adalet Devleti tabirini kullanıyorsunuz. Bu, siyasal İslam’ın iddialarından vaz geçtiği iddiasını içselleştirmek anlamına gelmiyor mu?

– Az önce dediğim gibi tam tersi islamcılığın siyasal iddialarının daha vazıh hale getirilmesi anlamına geliyor. İslam Devleti tabiri bana göre orta dönem yenilikçilerinin geliştirdiği bir argümandı. Daha çok İslam’ın gelenekçi yorumunun etkisinden kurtulamamıştı.. Adalet Devleti ise tümüyle İslam’ın yenilikçi yorumundan beslenen bir anlayıştır. Bir şeyin islami olması için illa İslam kelimesinin geçmesi gerekmiyor. Adalet Devleti’nin kökleri, kitab çıktığında görüleceği gibi Hz. Peygamber’in Hilfu’l-Fudul (Erdemliler İttifakı), Kur’an’ın hak ve adalet ayetleri, Medine Sözleşmesi, Veda Hutbesi, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin “Adalet mülkün temelidir” sözleri, Farabi’nin Medinetu’l-Fazıla (Erdemli Şehir) siyasi ütopyası, İbni Haldun’un Tabii/Fıtri (doğal) Devlet görüşlerinin harmanından çıkarılmış çağdaş, yenilikçi bir İslam siyaset felsefesi kurgusudur. Bence Şii (Katolik) ve Sunni (Ortodoks) devlet yorumları Cabiri’nin dediği gibi aşılmalıdır. Bu iki devlet yorumunun bugün için İslam dünyasındaki karşılıkları Fars/İran/Safevi/Şii geleneği ile Türk/Osmanlı/Eş’ari/Sünni geleneğidir. Bunun Avrupa’daki karşlığı Latin/Katolik/Roma geleneği ile Bizans/Ortodoks/Konstantin geleneğidir. İran (Şii İmamet) birincisini, Türkiye (Sünni Saltanat) ikincisini temsil eder. İlkinde din bütünüyle devlete, ikincisinde de devlet bütünüyle dine egemendir. Türkiye’de Osmanlı’dan sonra bu uygulama değişmiş değildir. Bu anlamda Türkiye laik bir ülke değildir. Bizans/Ortodoks geleneğini sürdürmektedir. Yani devlet bütünüyle dine egemen ve belirleyicidir. Protestan gelenek ise din ile devleti birbirinden ayırma görünümü altında ortodoks tutumu sürdürür. Çünkü din ile (özellikle İslam) devleti birbirinden keskin sınırlarla ayırmak hayatın gerçeğine terstir. O halde olması gereken geçen bin yılda olduğu gibi dinin devlete veya devletin dine büsbütün egemenliği veya ikisinin arasını keskin sınırlarla ayırmak değildir. Her üçü de yanlıştır. Olması gereken din ile devlet arasında dinamik alışveriş ve diyalogtur. Öncekilerde monolog veya ayrılık esastır. Yani bir taraf tek taraflı diğerine egemen olur veya iki rakip gibi ayrılıp birbirini alt edeceği bir anı gözetler. Halbuki diyalog iki taraflı dinamik bir ilişkiyi gerektirir. Din (İslam) ile devletin buluştuğu ortak bir alan vardır. Çünkü İslam devlete, yani aklın geçerli olduğu alana makul teklifler sunmaktadır, Adalet, doğruluk, dürüstlük, işin ehline verilmesi, açıklık/ şeffaflık/katılım (şura), doğallığın esas alınması (maruf) gibi. İslam’ın siyasi makasıd (temel amaç ve değerler) bölümüyle, devletin temel amaçları örtüşmektedir. İşte Adalet Devleti burada duran devlettir. Gerisi çağın ve ortamın şartlarına göre maslahat-ı mürsele ışığında yorumlanır…

– Peki bu konuyu diğer kitaba bırakalım isterseniz, son olarak ikinci cild ne zaman çıkıyor?

– Bu ciltte elli, ikinci ciltte kırk kişi yer alıyor. İnşallah Eylül/Ekim ayında ikinci cild de çıkmış olacak. Son olarak şunu da söylemek isterim; okumanın, tartışmanın bitmemesi gerekiyor. Zaten her şey aleyhimize çevrilmiş durumda. Kriz var.. kimileri islamcı denmekten bile çekinir hale gelmiş durumda. Kendi küçük dünyalarımıza doğru bir büzülme yaşanıyor. Türkiye toplumu her kesimiyle bir hiçlik duygusunu içselleştirme eğilimine girmiştir. Bunun en büyük sebebi başlangıçta belirttiğim gibi bin yıllık “Mülk bizdedir” anlayışına dayalı derin gelenektir. Bu nedenle toplum giderek içine kapanıyor ve her şeyden ümidini keser hale geliyor. “Nasıl olsa vermezler, yedirmezler, böyle gelmiş böyle gider, mülkün (devletin) sahipleri var” diyerek.. Böyle bir ortamda ısrarla ve inatla bize hayat verecek kaynaklara dönmeli, tertemiz pınarlardan içmeli, hayatın içinde kendi kendimize eriyip yok olmamalıyız. İbn Bacce’nin çok hoşuma giden bir kitabı var; Tedbiru’l Mütevahhid.. yani yalnız adamın tek başınalığı. Bu durumda ne yapmak lazım onu anlatıyor. İsmet Özel’in “Kin susturur adamı adına çıdam denir” dediği gibi yalnızlık, bir başına kalmak bitmek demek değildir. Tam tersi çıdamlaşmak, gerilmek, dolu dolu hale gelmektir. Çünkü Yüce Allah “Bir işi bitirince başka birine koyul” der.. Bu, durmak nedir bilmeyen, küllerinden yeniden doğan, koşudan sonra da koşan atlar gibi olmaktır. Molla Sadra’nın dediği gibi hiç durmayan cevheri bir harekettir ki tam bitti denilen yerde bir havai fişekten bin bir türlü rengin fışkırıp çıktığı gibi yeniden doğarsın. Unutulmamalı ki zorbaların ölümü develerin ölümü gibidir. Yani hiç farketmezsin öleceğini, sanırsin ki dipdiri, oysa aniden yıkılıp gidecektir. Hz. Süleymanın bastonu gibi içten içe çürümüştür ama dokunacak birisini bekliyordur…

– Teşekkür ediyor çalışmalarınızda başarılar diliyoruz…

– Bende teşekkür ederim

Yorum ekle

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular