Bir süredir Cizre, Silopi ve Sur başta olmak üzere Kürdistan’ın pek çok kentinde çatışmalar sürüyor. Devlet güçleri ellerinde Kur’anlarla ve “Allah Allah nidalarıyla” Kürtlerin yaşam alanlarını yakıp yıkıyor ve sivilleri katletmeye devam ediyor. İslam’ın Özyönetime bakışını ve devletin Kürdistan’da İslam adına yaptığı katliamları yazar İhsan Eliaçık ile konuştuk.
Özyönetim taleplerini özü itibariyle doğru bulduğumu ve hakça talepler olduğunu belirtmek isterim. Hiyerarşik bir ulus devletten ziyade yerinden yönetime dayalı bir yönetim tarzı islami referanslara daha uygun düşüyor elbette. Şundan dolayı uygundur; İslami referanslar dediğimiz zaman aklımıza ilk gelen şey Kur’an-ı kerimdir. Kur’anda peygambere hitaben En’am suresi 107. ayette “biz seni insanlara bekçi yapmadık” deniliyor. Keza Kur’an Şura suresi 6. ayette “Sen insanlar üzerinde vekil değilsin” diyor. Yine Ğaşiye suresi 22. ayette “Sen insanlar üzerinde zorba değilsin” diyor. Koruma ve himaye etmek manasında Kehf suresi 44. ayette “Velayet Allah’a aittir” deniliyor. Kur’anda, bir şeyin Allah’a ait olması demek halka ait olması anlamına geliyor. Şimdi merkezi bir devlet halk üzerinde bekçilik ve vekillik taslamış oluyor. İslam bu devletin vekalet etme, bekçilik yapma zorbalığına hayır diyor. Çünkü sana ait olan şeyler merkezi bir yapıya devredilmek isteniyor. İşte Kur’an tam burada koruma, kollama (velayet), temsil (vekalet) ya da bekçilik hele de Allah adına hareket eden bir devlete ait olmayacak diyor. Peygambere bile bu hak verilmemiş. Bütün bunların olmadığı sistem nedir? Yerinden yönetimdir. Çünkü devlet daima üstten takip ve kontrol etmek, bekçilik yapmak ister. Özyönetim bu temsiliyeti; vekaleti, velayeti dolayısıyla da bu merkezi yapıyı ortadan kaldırır. Özyönetim merkezi yönetimin ortadan kalkması ya da bir kişi veya grubun halk üzerindeki bekçiliğinin, vekaletinin, velayetinin sona ermesi, halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Kaldı ki şunu da sormak gerekir. Başkanlık sisteminin İslam’a uygun olduğuna dair saray fetvalarının yayınlandığı bir ortamda, yerinden yönetimi savunmak nasıl ve neden hainlik oluyor?
“Ümmet demek tekleştirmek demek değildir. Ümmet uluslar birliği, kavimler birliği, dinler birliği demektir.”
Abdullah Öcalan son Newroz mesajında Medine Sözleşmesi’ne vurgu yapmıştı. Halkların birlikte barış içinde yaşamaları için Medine Sözleşmesi’nin bir model olabileceğini söylemişti. Medine Sözleşmesi Türkiye’de yaşayan halklara neleri vaadediyor sizce?
Medine sözleşmesi, Medine’de farklı insan toplulukların barış içinde yaşamaları için peygamber tarafından yazılmış bir sözleşmedir. Peygamber bu farklı kökenlerden gelen toplulukların tümüne ümmet adını vermiştir. Sözleşmenin birinci maddesinde bu yazılır. Yani Mekke’den gelen müslümanar, Medine’de bulunan müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler… Tam 18 kabile sıralanıyor bu sözleşmede. Farklı etnik ve dini gruplardan bir tanesini bile dışardan bırakmadan bir bütün olarak hepsine ümmet deniliyor. Ümmet demek tekleştimek demek değildir. Ümmet kavimler, mezhepler ve dinler arası birlik demektir. Yani bugün Kürtler, Türkler, Araplar, Türkmenler, Süryaniler, bölgede yaşayan Yahudiler, Hristiyanlar, Ateistler, İnançsızlar hepsi bir araya gelir ortak bir pakt ya da konfedere bir yapı oluşturabilse bunun adı ümmet olur. Bir anlamda ümmet konfederalizm demektir. Arapça karşılığı birlik, topluluktur. Uluslar birliği, kavimler birliği, dinler birliği demektir. Şimdi yıllardır devletin dini yoktur deniyor. Özgürlükçü laiklik olursa sorun yok.. Peki devletin dili olur mu? Devletin ırkı olur mu? Devletin bir ulusu olur mu? Devletin bir kavmi olur mu? Devletin bir ulu kişisi, kahramanı olur mu? Bunları da sormak lazım. Devletin dini yoksa bunların da olmaması lazım. İşte bunlardan hiçbirinin olmamasına Demokratik Cumhuriyet diyoruz. Demokratik Cumhuriyet böyle bir şeydir. Medine Sözleşmesi’nde ortaya konanın bugünkü karşılığı bu tür bir demokratik cumhuriyettir. Medine Sözleşmesi’nde İslam, Kur’an kelimesi yoktur. Ama en çok geçen kelime adalet. Adalete bağlı kalacağız diyor. İkinci en çok geçen kelime barış (sulh). Yani evrensel değerleri politik oluşumun temeli yapmış bir sözleşmedir. Bir devlet olacaksa insanların ortaklaştığı değerleri ne ise onları esas almalıdır. İnsanların başkalarınca ortaklaşılmayan kendilerine özgü inançları, mezhepleri, dilleri, kavimleri, ulu kişileri, ilgili topluluklara, cemaatlere, halklara bırakılmalıdır. Devlet, ortaklaşılmayan, evrensel olmayan değerlerle tanımlanamaz.. Devletin ismi bir defa yanlış. Türk devleti olmaz. Devlet demokratik olabilir. Adalet devleti olabilir. Keza Kürdistan diye bir coğrafya olabilir ama Kürt devleti olmaz. Bir devletin adı Türklükle ya da Kürtlükle tanımlanamaz. İslam devleti tanımlaması da yanlış. İslam diyarı, İslam coğrafyası diyebilirsiniz ama İslam Devleti diye bir tanım yapmanız da yanlış. İslam müslümanların vasfıdır. Ben 48 maddelik Medine Sözleşmesi’nin Arapçasını tek tek okudum. Bu sözleşmede tanımlanan İslam Devleti değildir olsa olsa Adalet Devleti’dir. Çünkü İslam hiç geçmezken, sürekli adaleten bahsediyor hem de onlarca kez.
O halde zannedildiği gibi tekleştiren, farklılıkları eriten bir şey değil ümmetçilik..
Elbette değil… Kur’andaki ümmet günümüz Avrupa Birliği gibi bir yapıya karşılık gelen bir şey. İçinde çoğulculuk ve farklılıklar yoksa bu ümmet olmuyor zaten. Özyönetim bağlamında İslam’daki çoğulculuk kavramının tanımı önem arz ediyor. Yani islamda şöyle bir kural var; Allah tektir geri kalan her şey çoktur. Tek olan sadece Allah’tır. Çünkü bu, etrafınıza baktığınız zaman fiilen yaşayan bir gerçekliktir. Etrafınıza şöyle bir baktığınızda çoğulculuğu görüyorsunuz. Her şey, herkes birbirinden farklı.Tek olan hiçbir şey yok. Devlet, bayrak, ümmet tek olmaz. Her şey çok olmak zorunda. Allah’tır tek olan ve yarattığı her şey çoktur, çoğulculuktur. Dolayısyla siz merkezi bir devletin gücü üzerinden her şeyi tekleştirmeye çalışıyorsanız Allah olmak istiyorsunuz demektir. Allah’a ortak koşuyorsunuz demektir.
“1921 anayasası bir tür özyönetimi öngörüyordu.”
İslam bu farklılıkları bir arada nasıl tutabiliyor?
Çokluğun birliği yani kesrette vahdet kuralı diye bir yaklaşım var İslam külütüründe. Yani evrenin yöneticisi tektir Tabiat tek bir elden yönetiliyor. Ama bu tekliğin içerisinde müthiş bir çokluk var. Eski sufiler buna birlik içinde çokluk, çokluk içinde birlik demişlerdir. Böyle bir şey olması lazım. Çokluk olacak ama çokluk aynı zamanda kendi içinde birliği de sağlamış olacak. Bütün bu farklılıklar birbirlerini tüketmeden aksine birbirini üreterek bir arada durmalıdırlar. Zıtlıkların, farklılıkların bir arada yaşaması doğanın kendisinde mevcut. Çukur-Tümsek var. Düz-Eğri var. Yeryüzü-Gökyüzü var. Denizler-Karalar var. Yani tabiat cıvıl cıvıl ve çoğul. Doğadaki bu denge haline, bu çoğulculuğuna sadece insanları dahil etmek lazım. Şimdi biri Ankara’dan çıkıyor ve herkes Türkçe konuşacak diyor. Biri anayasa hazırlıyor ve orada herkes Türktür diye yazıyor. Bunu yaptığınız an buradaki çoğulculuğu tek tipleştirmeye kalkıyorsunuzdur demektir. Bunun geri tepeceği belliydi ve nitekim tepti.
1925’’deki Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Türkiye’de Şark Islahat Fermanı çıkarıldı. Kahvede Kürtçe konuşmayı yasakladılar. İmar İskan Planı kanunu çıkarıldı. Bu kanunla bir sürü yer değiştirmeler ve yeniden yerleştirmeler yapıldı. Bu Kürtleri coğrafyalarından koparma ve asimle etmeye yönelik çalışmalardı. Peki ne oldu? Bu masa başında hazırlanan planlar, programlar tuttu mu? Hayır tutmadı. Kürtler kendi dillerini, kültürlerini her şeye rağmen günümüze kadar taşımayı başardılar. Şimdi bu pek bilinmez ama 1921 anayasası zaten bir tür özyönetimi öngörüyordu. Bu anayasanın 11. maddesinde deniliyordu ki; Türkiye idari bakımdan vilayetlere ayrılır. Vilayetlerde ise muhtariyet yani özerklik esastır. Yani eğitim, sağlık, ekonomi, sosyal yardım gibi işler yerel yönetimlere devredilmişti. Kaymakamlar ve valiler seçimle iş başına gelecekti. İl şuraları yani bugünkü anlamıyla halk meclisleri oluşturulacaktı.. 1924’te bütün bunlardan vazgeçildi ve sonraki anayasaların hiçbirinde bu madde yer almadı.1921 anayasasının bu 11. maddesi bütün Türkiye için öngörülüyordu. Sadece Diyarbakır değil İzmir’de böyle olacaktı. Yani Türkiye’nin her yeri iller bazında yönetlecekti. Bunun dışında kalan işler daha çok ülkeyi dışarda temsil etme gibi işler merkezi yapıya devrediliyordu. Yani 1921 anayasası özerkliğe daha ağırlık vererek özerklik ile üniterlik arasında bir denge kurmuştu. Bugün bu denge hali bozuldu. Eğitim ve sağlık işleri merkezden yönetilmeye başlandı. Belediyelerin yetkileri çok sınırlandırıldı. Şimdi buralarda yapılacak basit değişikliklerle yani yerel yönetimlere ağırlık veren, Ankara’daki yetkileri yerele kaydıran bir sistem geliştirilerek bu denge tekrar kurulabilir. Bunu yapmanın yolu da belli. Oturup mecliste bu konu konuşulacak.
“Hiçbir millet bulunduğu ülkenin toprağında bir bitki gibi bitmemiştir.”
Özyönetimi mecliste konuşmak, müzakere etmek isteyen HDP millet vekilleri vatan hainliği ile suçlanıyor..
Eğer özyönetimi savunmak, konuşmak, bunu dillendirmek hainlik ise o zaman 1921 anayasası hain bir anayasa idi. 1921 anayasasından vazgeçilmesinin sebebi dış güçler bunu kullanarak bizi parçalayacaklar endişesiydi. Biz bunu uygularsak dış güçler bunu kullanır dediler. Önce özyönetim olur arkasında bağımsızlığını ilan ederler korkusu vardı. Savaştan daha yeni çıktık, önce bir toparlanalım, belki ilerde rahat zamanlarda uygularız diye bir meçhule ertelendi ve hala da gelmiş değil. Öte yandan birisi kalkıp işte ben bağımsızlığımı ilan ediyorum dediğinde bu hemen olabilecek bir şey de değil. Birileri ayrılmak istiyorsa bu ayrılığa diğerlerinin de razı olması lazım. Birlik olmak bunu gerektirir. Hadi ben gidiyorum diyemeziniz. Nereye gidiyorsun kardeş, senin daha bir sürü sorumluluğun var, bir dur diğerlerine bir soralım bakalım derler yani. Birlikten ayrılmak öyle kolay değili. Yine rıza ile olması lazım. Öte yandan birlikten ayrılmak isteyene ne yaparsan yap ayrılamazsın da diyemezsiniz. Yoksa bu sizi katolik nikaha götürür. Boşanmak yasak diyemezsin. Böyle bir yasak yozlaşmaya yol açar. Anlaşamıyorsan boşanacaksın. Bu kadar basit. Ya da başka bir birliğe dahil olacaksın. Şimdi adam hem anlaşamıyoruz diyor hem de seni bırakmam diyor. Yani bu Allah’ın emri midir? Kaldı ki benim görüşüme göre hiçbir yer hiç kimsenin değildir. Yani Türkiye Türklerin değildir. Kürdistan da Kürtlerin değildir. Bütün yeryüzü Allah’ındır. Misal sen diyorsun ki bu topraklar benim. Peki soruyorum sana kardeşim; bu coğrafya, bu topraklar senin ise neden ölürken beraberinde götürmüyorsun? Demek ki senin değil bu topraklar. Biz bu toprakların tek sahibi olarak Allah’tır diyoruz. Mülk Allah’ındır diyoruz. Sınırlar, devletler geçicidir, halklar geçicidir. Tarihin akışı içinde bunlar sürekli değişir. Hiçbir millet bulunduğu ülkenin toprağında bir bitki gibi bitmemiştir. Göçler oldu, oraya sonradan geldi. Yeryüzünde insanlığın yayılışı böyle oldu. Bulunduğu yerden bitki gibi bitmedi.Türk olmak, Kürt olmak sadece histir. Türk kanı, Arap kanı, Kürt kanı yoktur. A/Rh pozitif kan türü vardır. İnsanlar topluluklar halinde yaşarlar. Dilleri ve renkleri sadece Allah’ın ayetleri olarak kabul edilmelidir. Bunlar yeryüzünün zenginlikleridir. Kur’anda Allah, biz sizi birbirinizi keşfedesiniz, birbirinizi üreteseniz diye farklı kavimler şeklinde yarattık diyor. Hakikaten de sen bir başkası ile diyaloğa girmeden kendini üretemezsin.
“Devlet Kürdistan’da savaş suçu işliyor. Ahlaksızca bir savaş yürütüyor”
Peki bugün Cizre’de üç aylık Miray bebeği öldüren, Silopi’de Taybet ananın cansız bedenini günlerce sokak ortasında bekleten, Şehirleri gece gündüz tanklarla topa tutan islam hangi islamdır?
Kürdistan’da ahlaksızca bir savaş yürütülüyor. Bunun islamla, dinle peygamberle hiçbir alakası yoktur. Bugün orada katliam yapan insanlar devletin egemenliği için dini araç olarak kullanmaktadırlar. Allah’ın dini esedullah denilen ölüm makinelerinin duvarlarda yazdığı yazılar değil. Tarih boyunca din egemenlerce kullanılmıştır. Şimdi bu din Cizre’de, Sur’da, Kürdistan’da Kürtlere karşı kullanılıyor. Ama aynı zamanda tarih boyunca din ezilenlerin çığlığı da olmuştur. Hep dine karşı din olmuştur tarihte. Şimdi aynısını görüyoruz. Devlet dini kullanıyor. Orada ahlaksızca bir savaş yürütüyor. Kürdistan’da ki illerin abluka altına alınıp ilçelerine, kasabalarına tanklarla girilip oralarda insanların, bebeklerin öldürülmesi, mezarların bombalanıp cenazelerin günlerce sokaklarda kalması bütün bu yaşananlar devletin yürüttüğü ahlaksızca bir savaştır. Bunu çok açık söylüyorum. Ve devlet burada savaş suçu işlemektedir. Bunların hepsi yargılama konusudur. Çünkü insanlar cenazesini 11 gün sonra sokaktan alabiliyor. Cenazeyi zırhlı aracın arkasına bağlayıp kasabanın içinde sürüklüyorlar. Cenazeyi kadın olduğu halde öldürüp çırılçıplak kasabanın ortasına atıyorlar. Bunların hepsi Cenevre sözleşmesine göre savaş suçudur. Cenevre sözleşmesi gerillanın tanımını da yapıyor. Ve gerillaya karşı savaşan düzenli orduların uyması gereken kuralları da yazmıştır. Türk devleti de bu sözleşmenin altına imza atmıştır. Hepsini ihlal ediyorlar. Gerillanın da bağlı olması gereken kurallar vardır. Gerilla sivil öldüremez. Gerilla elinde silah olmaya
“Kürtler her şeye rağmen barış diyor. Demokratik Cumhuriyet diyor. Bunlar bana göre çok değerli ve ileri düşüncelerdir.”
Kürtlere karşı yürütülen bu savaş İslami referanslara sahip bir iktidarın eliyle gerçekleşiyor. Bu Kürtlerde ne tür kırılmalara yol açabilir sizce?
Ben Kürtlerin müslümanlığını çok değerli buluyorum. Çünkü Kürtler tarih boyunca üç müslüman devletlerin zulmüne uğradılar. Farsların, Arapların ve Türklerin zulmüne uğradılar. Bütün bunlara rağmen müslümanız demeye devam ediyorlar. Müslümanlıktan İranlılar, Araplar ve Türkler kadar nemalanmadılar. Fetih ve ganimet elde etmediler. Başka insanların topraklarını işgal etmediler. Tam tersi bu üç müslüman devletin zulmü altında sıkışıp kaldılar ve bu üç devlet Kürtlerin topraklarını müslümanlık adına talan etmişlerdir. Safeviler de işgal etti, Araplar da işgal etti. Osmanlı da işgal etti. Bu halk IŞİD’e rağmen müslümanız diyor. Saddam Halepçe’de bir sürü Kürdü öldürdü. Kürtler bütün bu uğradıkları haksızlıklara, zulümlere rağmen gelin Medine Sözleşmesi’ni tartışalım diyorlar. İslamı yeniden anlayalım diyorlar. Medine sözleşmesi temelinde yeniden konfederal bir yönetim çıkaralım, Demokratik Cumhuriyeti inşa edelim diyorlar. Bunlar bana göre çok değerli ve ileri düşüncelerdir.
Bugün Kürt coğrafyasında uygulanan şiddetin temelinde bölünme korkusundan ziyade bir kesimin iktidarını kaybetme korkusu da yatmıyor mu sizce?
Bugünkü iktidarın kaygısı otoritesini kaybetme, devletin kaygısı ise bölünmedir. Klasik devlet bölünmekten korkar. Devleti temsil eden iktidarlar da iplerin elinden kaçmasından korkar. İkisi birbirini besliyor. Esasında bu topraklardaki sorunun kaynağı da merkezileşme ve derebeyleşmedir. Bütün isyanların sebebi de budur. İşte birisi çıkar bütün ipleri elinde toplayıp merkezileştirmeye çalışır. Mesela Anadolu’da Türkmen kabileleri uzun asırlar boyunca merkezileşmeye isyan etmişlerdir. Yani bu insanlar hep bir toprağa yerleştirilip, çalıştırılıp onlardan vergi almak istemişlerdir.Ama göçebe topluluklar bir toprağa bağlı kalmak istememişlerdir. Yerel ve bağımsız olmak istemişlerdir. Dağlardaki özgürlüğü aramışlardır. İlkel toplulukların eşitlikçi ve özgür yaşamı arzulamışlardır. Bugün de iktidarın yapmak isediği şey budur. Büyük bir iştahla her alanı ele geçirmek, derebeyleşmek istiyorlar.
“Hendekler savunma amaçlıdır, saldırı için değil”
Hendeklerin açılmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Şimdi her şeyden önce sormak lazım saldırı için hendek kazılır mı? Yani saldıracağın zaman hendek kazar mısın? Siz hendeği savunmak için kazarsınız. Bu kadar basit. Saldıran adam, saldırı niyetinde olan adam hendek kazmaz. Kendini savunmak düşüncesinde olan adam hendeği kazar. Demek ki oraya hendeği kazıyor ki tanklar, zırhlı araçlar vs. geçemezsin diye. Peygamber de şehri savunmak için hendek kazmış. Otuz bin kişiklik bir ordu Medine’yi abluka altına alıyor. Onlar Medine’ye girmesin, atlar geçmesin diye beş metre boyunda hendekler kazılmış. Bugün Sur’da, Cizre’de yapılan da buna benziyor. Osmanlı’da oyun çoktur. Devlet sürekli oyun oynuyor. Kandırıyor, oyalıyor. Benim anladığmı şu: Devletin anladığı tek şeyin silah olduğunu görüyorlar. Silahı dayarsan mevzuyu konuşmaya başlar diye düşünüyorlar. O zaman bu silahı dayatalım, özyönetimi konuşturalım, tartıştıralım diye düşünüyorlar. Ben öyle anlıyorum.. Tabii bu gençler sadece devlete değil bir çok şeye isyan ediyorlar. Şu ana kadar yürütülen Kürt politikasına da isyan ediyorlar. Kürt belediyelerinde ortaya çıkan yozlaşmaya da isyan ediyorlar. Onlar bu davayı sattılar diye düşünüyor gençler. Yani biz burada yoksulluktan ölüyoruz, geberiyoruz adam gitmiş belediye başkanı olmuş ve İtalyan marka elbise giyiyor diyorlar. Hatta Kandil’e bile mesaj veriyorlar. Otuz yıl oldu hâlâ ne yapıyorsunuz diyorlar. Biz Öcalan’dan başka kimseye bağlı değiliz diyorlar.Tamamı yoksul çocuklar. Yoksulluğun dibini yaşıyorlar ve kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Kürt burjuvazisine de, şu ana kadar yürütülen Kürt politikalarına da, devletin oyalamalarına da isyan ediyorlar. Gördüğüm kadarıyla bu gençleri anlayan ya da anlamaya çalışan kimse yok. Seslerini de duyuramıyorlar kimseye. Bu hendeği kazan çocukları çağırıp konuşmak, onları dinlemek lazım. İlla ki ölüm mü layık görülüyor. Eskiden dağa çıkan çocuklara sorulmazdı niye dağa çıkıyorsunuz diye. Onları sadece öldürüp ezmeyi düşündü devlet. Şimdi de şehirlerde hendek kazan çocuklara sormuyor. Ankara iyi niyetli olsa, Türk devleti Kürtlerle ortak bir kader düşüncesinde olsa, Kürt halkına saygılı olsa, Kürtleri kendine eşit görse bu sorun tıkır tıkır çözülecektir. Ama görüyoruz ki bu devletin kodlarında herkesi Türk gören,Türk olmayanı ya da böyle bir Türklüğü kabul etmeyeni ezen bir faşizm var. Devletin temel davranış tarzında bir sakatlık var.
“Kürtlerin yaşadığı coğrafya düşman toprağı mıdır ki tankla girilip gece gündüz bombalanıyor?”
Bu topraklara barışın gelmesi için ne yapmak lazım?
Bölgede barışın sağlanması için eşit, adil ve özgür halkların birliğinin sağlanılması ve savunulması gerekir. Yani Kürtler ve Türkler eşit, adil ve özgür bir birlik temelinde bir arada yaşayabilirler. Kendi ülkelerini, kendi ortak ülkelerini yaratabilirler. En akıllıca yol budur. Dönüp dolaşacağımız yer budur. Çünkü bölge bunu gerektirmektedir. Hem kendi içimizde birbirimiz üzerinde hegemonya kurmayacağız hem de bir arada olacağız. Bu İbn-i Haldun’un tabiriyle coğrafyamızın yarattığı bir kaderdir. Parçalanarak burada yaşayamazsınız. Bu coğrafyada halklar bir arada yaşamak zorunda. Birbirlerinin varlığını, dilini, kültürünü tanımak zorunda.
Umutlu musunuz yani bir arada kalma konusunda?
Bence bunu sağlayacak kafalar Türklerin ve Kürtlerin içinde var. Bunlar yeterince ön plana çıkarılmış değiller. Şu anda Türkiye’yi berbat bir eski kafa yönetiyor. Türklerin içerisinde en kötü olanları iktidarda. Ben bir müslüman ve sunni Türk kökenden gelen birisi olarak böyle düşünüyorum. Ben yalnız mıyım? Hayır benim gibi düşünen bir sürü insan var. Ben kendimi aynı zamanda Kürt de hissediyorum. Alevi de hissediyorum. Şimdi sen mezarları bombalarsan kardeşim, terörist diye insanları öldürürsen, hadi kendince bir gerekçe buldun öldürdün, cesedini sokaklarda sürüklersen, cansız bir kadın bedenini çırılçıplak kasabanın ortasına atarsan, sen bütün bunları yaparsan o insanlar da kendi bağımsız ve özgür ülkesinde onuruyla yaşamak ister elbette. Sen şimdi bu onuru bile çok görüyorsan o insanlar da kalkıp bu ülke benim değildir der yani. Kendi ülkemi yaratmalıyım der. Dolayısıyla memlekette eğer bölücü varsa bana göre bu Ankara’dakilerdir. En çok bölünmeye yarayacak işleri onlar yapıyor. Ancak bu kadar olur. Eğer Kürdü kendinden bilse, orada yaşayan insanları kendinden bilse, o coğrafyayı kendi ülkesi saysa bu zulmü yapmazlardı. Şehirleri tankla topa tutup yakıp yıkmazlardı. Böyle vahşice şehirlere girmezlerdi. Şehirleri abluka altına almazlerdı. Niye aynı şeyi İzmir’e Kayseri’ye yapmıyorsun. Orası düşman toprağı mıdır ki tankla giriyorsun? Dolayısıyla bu zihniyet bozuk. Ama dediğim gibi bu Türklerin içerisinde en tahta kafalı olan kesimdir. Türk kelimesine sığdırılmış bir beyinden başka bir şeyleri yok bunların. Yani politik alanın değil coğrafik ve kültürel alanların Türk olabileceğini düşünemeyecek kadar gericidirler bunlar. Devletin ne olduğunu bilmeyen insanlar. Devlet ne ile tanımlanır onu bilmeyen insanlar. Kamu yönetimi nedir bunu bilmeyen insanlar. Devlet nasıl birden fazla grubun, mezhebin, dinin aynı anda ortak organizasyonu haline getirilebilir diye oturup kafa yormayan insanlar bunlar. Sanıyorlar ki ben herkese Türk dersem birlik sağlanacak. O dönem çoktan geçti…
Röportaj: Gençay Adnan | twitter.com/cirkinkarga
http://www.jiyanaekolojik.org/arsivler/2742