Konumuz Kur'an’da yönetim ilkeleri.
Acaba İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de bir yönetimde bulunması gereken ilkeler, değerler, kurallar ne olarak bahsediliyor? Bunu nasıl anlayabiliriz? Acaba böyle bir şey var mı?
Kur’an-ı Kerim her ne kadar memleketimizde mezarlıklarda okunuyorsa da esasında mezarlıklarda okunmak için değil; yaşayanlar için, diriler için indirilmiş bir kitaptır.
Kur’an ı Kerim’i kim okumalıdır?
Ölüsü olanlar, taziye evi, mezarlıkta ölülerini defnedenler mezar başında değil; alışveriş yapanlar parayla uğraşanlar, ticaret yapanlar, devleti yönetenler, idarecilik yapanlar, mahkemelerde karar verenler, örgütlerde görev alanlar, insan ilişkileri içinde olanlar Kur’an-ı Kerim okumalıdır. Çünkü Kur’an onlara sesleniyor.
Bir devleti yönetenlerde bulunması gereken temel özellikler nelerdir? Mesela bir muhtar nelere dikkat etmelidir? Bir dernek, bir örgüt yöneticisi, bir teşkilat başkanı, bir şirket müdürü, bir ülke bakanı, başbakanı, cumhurbaşkanı, yöneticide, kamu idarecisinde bulunması gereken özellikler nelerdir?
Bunları ben 2003 yılında çıkmış olan Adalet Devleti Ortak İyinin İktidarı başlıklı kitabımda anlatmıştım. Kur’an-ı Kerim’de beş ilke var. Yönetim ilkeleri olarak Kur’an’dan beş tane prensip çıkarıyoruz. Ayetlere bakıyoruz, ne ile ilgili olduğuna bakıyoruz, eğer kamu İdaresi, yönetim meselesi ile ilgili bir davranışı kuralı veya değer vaaz ediyorsa onu alıyoruz. Yoksa Kur’an-ı Kerim’de bir sürü konu var.
Bunların beş maddede toplandığını görüyoruz.
Birincisi adalet. Kur’an-ı Kerim’de der ki; “İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz.” Nisa Suresi 58. ayette ve buna benzer birçok ayette Allah adaleti emretmektedir. Yöneticilerinin adaletli olmasını istemektedir. Buradan yola çıkarak şunu söylüyoruz: Hükümet etmenin, hükmetmenin, insanlar arasında karar vermenin, insanların geleceği ile ilgili kararlar vermenin, insanlardan toplanan vergileri nereye harcayacağına dair kararlar vermenin bir tek gerekçesi var o da adalettir. Yani bütün bunlar adaletle yapılmalıdır, herkese eşit davranılmalıdır. Dinler, etnik kökenler, mezhepler, partiler, gruplar, ideolojiler, bölgeler, renkler, kültürler karşısında devlet ve o devletin yöneten eşit durmalıdır. Adaletin gereği budur ve herkese hakkını vermeli, kimsenin hakkını yememelidir. İnsanlar çeşitli şekillerde hak taleplerinde bulunabilirler. Bu haklar bizatihi devlet tarafından çiğnendiği an ve o devleti yöneten kişi adaletli davranmadığı zaman Kur’an’a aykırı hareket etmiş oluyor.
Kur’an’da adaletle ilgili daha çok ayetler var ama adalet ilkesi aynı zamanda devletin varlık gerekçesini de açıklıyor. Bu ne demek? Bu şu demek: Eğer insanlar kendi aralarında adaleti sağlayabilselerdi devlete de gerek yoktu. Gereçekten de eğer insanlar yeryüzünün herhangi bir bölgesinde güven içinde, saldırıya uğramadan, kendi aralarında adaleti sağlayabilecek bir mekanizma kurabilseler ne yönetime, ne yöneticiye, ne de devlete gerek yoktur. Bu açıdan devlet tamamen sosyolojik bir zaruretten ibaret, ilahi bir yönü yok. Aslolan olan devlet değil toplum. İnsanların yeryüzünde, toplum halinde, birbirleri üzerinde hegomanya kurmadan adil, eşit ve özgürce yaşamaları. Adalet ilkesinden bu prensibi çıkarıyoruz.
İkincisi emanet. Yine Nisa Suresi’nin 58. ayetinde “Emanetler ehil olana verilmelidir.” deniliyor. Yani emanetten maksat yöneticilik, bir kamu görevi, vergi toplamak, halkın çocukları üzerinde karar vermek, insanların yirmi yaşında asker gönderdiği çocuklarının savaşa sürülmesi veya barış içinde yaşamalarına karar vermek… Bütün bunlar makam oluyor. Makamlar ve rütbeler emanet. Yönetim, devlet dediğiniz şeyin kendisi zaten sosyolojik bir zaruretten ortaya çıkmış emanet. Devleti yönetimini, tüm idareleri, Allah’ın bir soya, kişiye, ırka, kavme veya gruba özel lütfu, verdiği özel bir mülk olarak değil; sosyolojik bir zaruret ve halkın verdiği bir emanet olarak görmek durumundayız. Emanetler iade edilir. Emanete zarar verilirse tazmin edilir, hibe değildir. Birisine bir emanet verdiğiniz zaman zarara uğratırsa onu tazmin etmek durumundadır. Ama birisine bir hibe yaptığınız zaman artık onun olmuştur. Makamlar, rütbeler hepsi de halkın emaneti, geri alınmak üzere verilmekte, yönetici oturduğu makamı böyle görmelidir.
Üçüncüsü liyakat. Yine Nisa Suresi 58. ayette “Emanetler liyakat / ehliyet sahiplerine verilmelidir.” deniliyor. Ehliyet ve liyakat kimdeyse idare ona verilmelidir. Kişinin hangi dinden, mezhepten, etnik kökenden, doğulu mu, batılı mı, güneyli mi, kuzeyli mi, kadın mı, erkek mi, hangi cinsiyetten, zengin mi, yoksul mu olduğuna bakmaksızın konu ile ilgili ehliyeti ve liyakati varsa yani konu ile ilgili eğitimi, bilgisi, tecrübesi ve yeteneği varsa ona verilmelidir. Kim olduğuna da bakılmamalıdır. Saf ehliyet ve liyakat budur. Bu bütün partizanlıkların, bütün ahbap çavuş ilişkilerinin, kendi adamını kayırmanın, yandaşına iş vermenin, kendi adamını makamlara yerleştirmenin panzehirdir. Ehliyete ve liyakata bakacağız, başka hiçbir şeye bakmayacağız. Üçüncü ilke bu.
Dördüncü ilke meşveret. Buna çağımızda ortak akıl diyoruz. İstişare danışmak demek, insanların fikirlerini sormak demek. Şura kelimesi Arapçada arının çiçeklere konmasını ifade ediyor veya pazarcının devesini satması için pazara çıkarma anını ifade ediyor. Bu doğal ve sosyal kavramı siyasal ve politik kavrama dönüştürüyor Kur’an ve diyor ki; ‘Ve emruhum şura beynehum.’ onların işleri aralarında şura iledir. Yani kamu işleri aralarında tıpkı bir arının çiçeklere konması gibi veya tıpkı bir satıcının devesini satmak için pazara arz etmesi gibidir. Buradan katılımcılık ve şeffaflık ilkelerini çıkarıyoruz. Çünkü halkın yönetime katılması gerekiyor. Tıpkı çiçeklerin arının bal yapımına katkı sunması gibi. Çiçekler olmasa arının bal yapamayacağı gibi devleti idare eden yönetici de halka sormadan hiçbir şey yapmamalıdır. Halkın tamamını çiçek yerine koymalı, hepsine tek tek konmalı, oradan aldığı özü yoğurarak süzmeli ve balını yapmalıdır. Kamu işleri işte böyle olmalıdır. Halk yönetime böyle katılmalıdır. Sadece yöneticileri seçerken değil; seçtikten sonra da gerektiğinde seçtiği yöneticiyi arz edebilmelidir. Başkasını yerine getirebilmelidir. Kontrol tamamen toplumda, halkta olmalı devlette ve yönetcide değil. Kim layık ve ehil ise onu getirmelidir. Yöneticide halka sormadan bir iş yapmamalıdır. Hele hele bütün büyük meseleleri halka sormalıdır, insanlar nasıl istiyorsa o şekilde yapmalıdır. Kur’an-ı Kerim’in istişare, müşâvere etmek dediği şey budur.
Dolayısıyla Şura Suresi 38. ayet tam şöyle demiş oluyor: ‘‘Onların yani insan topluluklarının kamu işleri ortak akıl üreterektir.’’ Her şeyi tek kişinin aklına veren tek adam idareleri eninde sonunda çökmeye mahkumdur. Dünyanın neresinde tek adam idaresi varsa eninde sonunda çökmüş. Dünyanın neresinde ortak akıl üretilmişse o yaşamış ve sürüp gitmiş. Aralarda kesintiler olsa bile eninde sonunda yaşayan ortak akıl olmuş. Ortak akılla, herkesin aklını katarak, ortak İyiyi bularak gitmek…
Beşincisi maslahat. Buna da çağımızda kamu yararı diyoruz, kamu yararı. Yönetici kamunun yararını gözetmelidir. Yani başkalarının iyiliği için çalışmalı, kendine yontmamalıdır. Müddessir Suresi 6. ayette Peygambere hitaben denilir ki; ‘Çokluk beklentisi içerisinde olma” yani peygamberlikten servet bekleme. Din-u devlet mülkü-millet doğu toplumlarında kamudur. Yani din için çalışanlar ve devlet için çalışanlar kamu adamlarıdır. Bunların şahsi mülkiyet değil millete ait mülktür. Çünkü tüm mülk Allah’ındır. Çeketleri ile gelir ceketleriyle giderler. Din-u devlet üzerinden yani din üzerinden ve devlet üzerinden para servet biriktirmek haram kılınmıştır. Bizatihi Peygamberin şahsına da haram kılınmıştır, onun üzerinden bütün din-u devlet için çalışanlar için de haram kılınmıştır.
Oysa günümüze baktığımızda genellikle siyasetçiler iktidara gelmeden önce seçim meydanlarında ağızlarından bal damlıyor. Bugün 16 sene önce bir siyasetçinin söylediğini bugün başka bir siyasetçi tekrar ediyor. Adalet diyor hak, hukuk diyor, herkese eşit davranacağız diyor, ortak akıl üreteceğiz diyor, bütün renkler kendini özgürce temsil edecek diyor. Bütün bunları siyasetçiler söylüyor. Bunların hepsi güzel şeyler ama nasıl oluyorsa iktidara gelince bir derin devlet mi var, ne var başkentte, yanına geliyor ve fısıldıyor: “ Bak artık ciddi ol, o seçim meydanlarında atıp tutmalar falan bitti sen artık devlet adamısın…” diyor. Bir siyasetçi seçim meydanlarında ağzından bal damlarken seçimleri kazanıp da “Devlette devamlılık esastır” demeye başladı mı bilin ki o devleti teslim almaya gittiğini zannetmiş ama teslim alınmış demektir. Bir de lacivert bir elbise giyip siyah bir gözlük taktı mı bilinki onun işi bitmiştir.
Bu anlattığım şeyleri bir çok insandan duyuyor olabilirsiniz. Yani adaletle hareket edeceğiz, emaneti hıyanet etmeyeceğiz, halk istemezse gideceğiz, görevleri ehliyet ve liyakat sahiplerine vereceğiz, ortak akılla hareket edeceğiz, kendimizi zengin etmeyeceğiz, halktan birisi gibi yaşayacağız, ceketimizle gelip ceketimizle gideceğiz, Harun gibi gelip Karun gibi olmayacağız diyenleri çok duymuş olabilirsiniz. Bunları çeşitli partilerden çeşitli siyasetçiler söylüyor olabilirler. Bunların aslında hepsi ayettir, doğru sözlerdir. Kuran’a dayanmaktadır. Kur’an’ın istedikleri budur. O halde biz de şunu söylemek durumundayız yine Kur’an-ı Kerim der ki neden niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz. Buradan biz de diyoruz ki oy isterken nutuk atarken ağzınızdan bal damlıyor ama başkente gittiğiniz zaman siyah gözlüğü takıp, takım elbiseyi giyip, devlette devamlılık esastır, onlar geride kaldı, seçim vaatleriydi demeye başladınız an değişiyorsunuz. O zaman söylediklerinizi yapın , o vaatlerinizin yerine getirin. Bu bir siyasetçi için çok önemli konudur ve Kur’an’dan ilham alınarak geliştirilebilecek yönetim ilkeleri bunlardan ibarettir. Her kim bunlara uyuyorsa, sahiden uyuyorsa sadece seçim meydanlarında değil, seçildikten sonra da uyuyorsa, icraat halindeyken esas uyuyorsa O, bu yönetim ilkelerine uygun hareket ediyor demektir.