KISSALARIN ANASI-1

K

Şairin “Zifiri karanlıkta gelse şiirin hassı ayak sesinden tanırım/Ne zaman bir köy türküsünü dinlesem şairliğimden utanırım.” (B. Rahmi Eyüboğlu) demesi gibi, ben de ne zaman kıssaların anasını okusam B. Rahmi gibi utanırım. Doğrusu bu ya nedenini de bilmiyorum.

Dünya tarihinde insanlığa mal olmuş böyle bir kıssa var mıdır?

Sümer tabletlerinden Babil teolojisine, Yunan mitolojisinden Kızılderili efsanelerine kadar bu denli evrensel, kalıcı ve doğrudan insanlık macerasını özetleyen bir kıssa sanırım anlatılmamıştır.

Ali Şeriati’nin dediği gibi “yaratılış kıssası” bütün milletlerin din ve mitolojilerinde var. Değişik versiyonlarıyla nesiller boyu anlatılıyor.

Galiba onu bu denli önemli kılan, bir taraftan “köken” anlatısı olması, diğer taraftan da “beni bana, seni sana, onu ona, bizi bize” anlatıyor olması olsa gerek.

Çünkü her doğan çocuk bir Adem’dir.

Ve her doğan çocukla birlikte Adem kıssası yeniden başlar.

Farklı dini metinlerde “Adem/Adam”, “Yaratılış”, “Adem-Havva”, “İblis” şeklinde ifade edilen “kıssaların anası” aslında içimizdeki savaşı/çatışmayı ve “hayat” denen “meçhule giden” yolculuğumuzu anlatmaktadır. Anlatılan biziz; ben, sen, o hepimiz… Bu nedenle kesinlikle üzerimize alınarak; “yaşayan kıssa”ya dönüştürerek okumamız gerekiyor.

***

Malum, Kur’an’da 23 kıssa, 22 de mesel (örnek) anlatılır. Kıssaların anası (Adem kıssası) ise Kuran’da toplam yedi yerde geçer (Bakara; 30–38, A’raf; 11–24, Hicr; 21–44, İsra; 61–65, Kehf; 50–51, Taha; 115–127). Kıssa’nın en geniş toplu özeti ise Araf suresinde verilir.

“Kıssaların anası” dememiz Kur’an kıssalarının kendi iç bütünlüğü açısından da boşuna değildir. Çünkü diğer tüm kıssalar andan doğar ve bir yönüyle onu açıklar. Örneğin Şeytanın ‘üstünlük iddiasını’ Firavun’da… ‘Yıkılmayacak bir mülke sahip olma hırsını’ Karun’da… ‘Beni sen azdırdın” (Allah böyle istedi) iddiasını Haman’da… Tanrılaşma/ölümsüzleşme arzusunu Firavun ve Nemrud’ta… ‘Doğruluk ve dürüstlük yolunun üzerine oturma’ iddiasını ‘yol başlarına oturmuş, şehre hakim dokuz çete” de… ‘Yasak ağaçtan yeme” uyarısını Salih’in devesinde, Talut’un sudan içmeyin uyarısında… ‘Adem tövbesini’ peygamberlerde, Salihlerde… ‘Allah’ın yardımını’ Musa’nın Kızıldeniz’den geçişinde… ‘Adem’in Allah’tan kelimeler almasını’ İsa’nın Allah’ın sesi (kelimesi) oluşunda buluruz.

Bütün kıssalar “kıssaların anası” ile bir yönüyle irtibatlıdır. Diğer tüm kıssalar kıssaların anasıyla; kıssaların anası da bizimle irtibatlıdır. Döner dolaşır beni, seni, onu; bizi anlatır.

Bu nedenle “dinî zihin” de, olup biteni izah sadedinde “Şeytan da beni ateşten onu toopraktan yarattın, ben ondan üstünüm demişti…”. Veya “Şeytan, Adem’i ve eşini yıkılmayacak bir mülk vaadi ile kandırmıştı, bunlar boş işler, dikkat etmek, haddi aşmamak lazım…” vs. türünden değerlendirmeler yapılır. Bitmek tükenmek bilmeyen bir yorum zenginliği yaratılır. Her vesile ile bağlantılar kurulur ve “kıssaların anası” her daim yaşar.

Bu açılardan bakılınca Adem kıssası gerçekten kıssaların anasıdır. Onda hayatın özü ve özeti vardır.

***

Aşağıda kıssayı Kur’an’da geçen yerleri tarayarak iki “sahne” halinde topladım. Birinci sahneye Begoviç’in tabiri ile “semavî prolog” (gökteki ilk konuşma), ikinci sahneye de “yerdeki diyalog” dedim.

Birinci sahnede konuşmalar Allah, Melekler ve İblis arasında geçmekte, ikinci sahnede ise Allah, Şeytan, Adem/Adam ve Eşi yer almaktadır. Birinci sahnedeki teorik muhayyile, ikinci sahnede pratik gerçekliğe dönüşmektedir. Edebiyat diliyle söyleyecek olursak, birinci sahneye tümden “gerçeküstücü” anlatım tarzı hakimken, ikinci sahnede “toplumsal gerçekçi” eğilim görülür.

Bu haliyle “kıssaların anasının” tarih boyunca bir çok edebiyatçı, şair, filozof , bilge ve yazı ustasına ilham kaynağı olduğunu görüyoruz. Mesela Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig adlı eseri bu tarzda yazılmıştır. Yusuf Has Hacip anılan eserinde dört kişiyi birbiri ile konuşturur: Kün-Toğdı adalet/kanun, Ay-Toldı mutluluk, Oğdülmiş akıl, Odgurmış akibet’tir. Eser boyunca bunlar birbiriyle konuşur ve insan, hayat, mutluluk ve gelecek hakkında öğütler verilir. Bireysel ve toplumsal kurtuluşun yolları gösterilir. Tarihin yükseliş ve çöküş yasaları anlatılır. Eflatun’un Devlet’i de aşağı yukarı böyledir…

“Kıssaların anasında” da esas amaç budur.

Kıssa sembolik kavram ve ifadeleri ile gerçeküstücü anlatımın dini örneğini teşkil eder. Önceki çağların dini metinleriyle irtibatlı yüksek derecede bir dini edebiyat ve metafizik kavramsallaştırma görülür. Malum Kur’an’ın ahlak, hukuk, siyaset ve doğa ile ilgili ayetlerini sembolik okuma imkanı pek yokken, özellikle metafiziği kavratma amaçlı anlatılarında ve kıssalarda bol miktarda sembolik kavram ve ifadeler görürüz. Bu açıdan kıssaların anası aynı zamanda “Kur’an’ın sembolik okunuşu” na gayet güzel bir örnektir.

Kıssada anlatıcı, bir gerçek varlık olarak Allah’tır. Allah’ın insan öncesi yarattığı ve yaratıldığı hal üzere olan tüm varlıklar; yeryüzü, gökler, geceler, gündüzler, dağlar, nehirler, yıldızlar, bulutlar, yağmurlar, bitkiler, ekinler, rüzgarlar vb. alemdeki tüm iyilik güçleri Melâike/Melekût olarak ifade edilirler. Teşhis (kişileştirme) ve intak (konuşturma) sanatı çerçevesinde bütün bunlar Melekler adıyla konuşan, canlı bir varlık halini alarak dile gelip konuşurlar. Sonra Adem/Adam/İnsan olarak iç dünyamız konuşturulur. İçimizdeki “kötülük dürtülerine” birinci sahnede İblis, ikinci sahnede Şeytan denir. Adeta şavkımıza ayna tutulur ve içimizde ne gibi bir canavarın yattığı ve hangi hallerde uyanıp bizi yoldan çıkaracağı haber verilir…

Sözü daha fazla uzatmadan kıssaya geçelim.

***

(Birinci sahne)

ALLAH: “Yeryüzünde bir halife var edeceğim.”

MELEKLER: “Biz seni övüp yüceltiyoruz, orada kan dökecek birisini mi?”

ALLAH: “Sizin aklınız ermez, Ben bilirim. Eğer biliyorsanız eşyanın isimlerini söyleyin bakalım.”

MELEKLER: “Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz, her şeyi bilen Sensin.”

ALLAH: “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini söyle bakalım (deyince isimleri saydı). “Size göklerin ve yerin bilinmez derinliklerini, bildiğiniz bilmediğiniz her şeyi yalnız Ben bilirim dememiş miydim? (Haydi ) Âdem’i selâmlayın.” (İblis dışında hepsi selâmladı; o ise karşı geldi, büyüklük taslayarak reddedenlerden oldu. İblis cinlerdendi ve Rabbinin emri dışına çıkmıştı. Ben onlara ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında bir rol vermedim/şahit tutmadım.)

ALLAH: “Ben sana emretmişken neden selâmlamıyorsun?”

İBLİS: “Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu topraktan. Kuru balçıktan yarattığın birisine secde edecek değilim.”

ALLAH: “Öyle mi, yıkıl karşımdan, burada büyüklük taslamak senin haddine değildir, aşağılık küstah, defol! Ceza gününe kadar lanet sanadır.”

İBLİS: “Bana kıyamete kadar mühlet ver.”

ALLAH: “Peki, mühlet verilenlerdensin.”

İBLİS: “Beni azgınlığa ittiğin için ben de senin o doğruluk ve dürüstlük yolunun üzerine oturacağım. Önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım. Çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın. Onlara yeryüzünde olan şeyleri süslü göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak saf bir yürek temizliği içinde olanlar hariç.”

ALLAH: Ben de işte bu doğruluk ve dürüstlük yolu üzereyim! Kullarım üzerinde senin bir gücün olmayacak. Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak defol! Yemin olsun ki insanlardan kim sana uyarsa, hepinizi cehenneme dolduracağım.” (Bakara; 30–38, A’raf; 11–24, Hicr; 21–44, İsra; 61–65, Kehf; 50–51, Taha; 115–127).

Görüldüğü gibi Allah, “yeryüzünde” bir “halife” var edeceğini ilan ederek kıssaya başlıyor. Bu, halife olacak kişinin (Adem/Adam) öbür dünyadaki cennetten veya başka bir alemden gelmediğini gösterir. Kıssada anlatılan cennet bu dünyadadır ve evrensel adalet ve barış yurdu (dâru’s-selam) anlamında ebedi ve ideal ülkedir. Önce bu ülke/diyar kurulmuş ve içinde Adem ve eşi (insanlar) yaşıyor olarak resmedilmekte ve ne yaparlarsa böyle bir nimeti kaybedecekleri ve oradan çıkıp yeryüzüne (cehennemi bir hayata/kaosa/çatışmaya/kin ve düşmanlıklar içinde) dağılacakları anlatılıyor. (ikinci sahnede daha geniş gelecek).

“Halife” sözlükte mastar olarak “Birinin yerine geçmek, arkasından gelmek, vekil, önder, lider, imam olmak” anlamındadır. Bu kökten gelen kelimeler Kuran’da 130 yerde geçer. Toplam beş anlamda kullanıldığını görürüz: 1- Arkadan gelen, peşi sıra (halef), 2- Önder, lider, imam, başkan, iktidarı elinde tutan (halife), 3- Karşı çıkmak, karşıt olmak (muhâlefet) 4- Sözünden dönmek (ihlâf), 5-Anlaşmazlık (İhtilâf)… Bu ayette ilk iki anlamda kullanıldığı anlaşılıyor. Dolayısıyla ayet; “Yeryüzünde şu ana kadar yaşayanların ardından, onlardan sonra daha gelişmiş bir varlık yaratacağım, bu varlığa yeryüzünün önderliğini vereceğim” demek olur. Arapçada devenin gebe kalmasına (halifetu’n-nâgatu) deniliyor. Bu durumda halife önceki bir şeyin rahminde varlığı mayalanmış olanın doğması, ortaya çıkarılması demek olur.

“Adem” sözcüğünün “yeryüzü toprağı” anlamına gelen “edimu’l-arz” kelimesinden türediği en sahih görüştür. Buna göre insan türüne “Âdem” adının verilmiş olması yeryüzünde olmuş olmasındandır. Nitekim Arapça’da esmerliği artmak (udûme), esmer, kara, yağız (edmâ’), etle deri arası tabaka (edeme), gökyüzü (edîmu’s-semâ), gece karanlığı (edîmu’l-leyl), bir şeyin dış kısmı (edîmu’ş-şey), deri, cilt (edîm) kelimeleri bu köktendir… Sümercede babam anlamına gelen (adamu), Asur-Babil dilinde yapılmış, meydana getirilmiş, ortaya konulmuş, çocuk, genç anlamındaki (adamu), Sabiî dilinde kul, insan anlamına gelen (adam), Türkçede insan, kişi anlamına gelen (adam) ve batı dillerinde (edmurd, edward) sözcükleri de aynı köktendir. İbranicede (adam) insan türü için kullanılan müşterek isimdir. Tevrat’ta insan türü anlamında beş yüzden fazla yerde geçer… Kıssada Âdem (Adam) önceki varlıklara nazaran daha gelişmiş, bilgi, akıl, kavram üretme, eşyaya isim koyma, konuşma ve dil yetenekleriyle donatılmış, ev (beyt) yapan, ahlak ve hukuk üreten “insanı” temsil etmektedir…

“İblis” Sözlükte “Hayret eden, şaşan, hayırsız olan, üzgün bezgin olan, surat asan, ümitsiz olan, şaşkınlığından dolayı susan, şaşakalan” anlamına geliyor. Akadçada Be’el, Baal; Efendi, Tanrı anlamında, Eski Filistin halkı tanrılarından Be’el zebub’a İbranîlerin verdiği aşağılayıcı isim olarak da kullanılmıştır. Yine Yunancaya iftiracı, kara çalan anlamında Diabolos, İngilizce’ye kötü ruh, şeytan anlamında Devil olarak geçmiş… İnsanoğlundaki kötülük temayülü veya dürtüsünü temsilen kıssanın semavî prolog (gökteki ilk konuşma) adını verdiğimiz birinci bölümünde iblis, yerdeki diyalog adını verdiğimiz ikinci bölümünde şeytan olarak geçtiğini görüyoruz. Kıssanın Kuran’da geçtiği yedi ayrı yerde aynı şekilde ilk bölümde iblis, ikinci bölümde şeytan olarak geçmektedir. Gökte iblis adıyla şahıslaştırılan bu temsil, yerde şeytan veya şeytanlar olarak ifade ediliyor. “Adam” içindeki bu kötülük dürtülerine kapılarak yanlış işler yapmamalıdır mesajı veriliyor…

“Secde”: Arâmicede “İbadet etmek, selamlamak, yere kapanmak” demek olan (SGD) kökü, anlamını koruyarak fakat orta harf değişikliği ile Arapça’ya (SCD) olarak geçmiş. Ayette saygı göstermek amacıyla selâmlama, selâm durma, tazim için ayağa kalkma anlamında kullanılıyor. Türkçe’de birine selâm durmak, saygı için ayağa kalkmak dediğimiz şey Arapçada yere kapanmak, eteğine yüz sürmek, ayaklarına kapanmak olarak kullanılıyor. Her ikisi de saygı ve tazim için yapılır. Katade, “Onun için secdelere kapandılar” (Yusuf; 100) ayeti hakkında, “O zaman insanların birbirine selâmı secde etmek şeklindeydi” der. Yine bir rivayette Muaz bin Cebel Yemen dönüşü Hz. Peygamber’e saygı maksadıyla secdeye kapanır. Hz. Peygamber bu yaptığının ne olduğunu sorması üzerine “Yahudi ve Hristıyanların büyüklerine böyle yaptığını gördüm, bu peygamberlerin selâmlamasıymış” der. Hz. Peygamber’de “Onlar peygamberlere iftira etmişler” karşılığını verir. Yine Hz. Ali huzuruna giren birisinin secdeye kapanması üzerine onu doğrultarak “Bana değil Allah’a secde et” der. Bunlardan hareketle ayette geçen secdenin ibadet değil; teşrif, saygı, selâmlama anlamında olduğu söylenmiştir (Razi). Çünkü Allah’ın kendisinden başka birisine bildiğimiz anlamda secde edilmesini emretmesi teolojik açıdan proplemlidir…

Şu halde kıssada “secde” kavramıyla, varlık sahnesine çıkacak olan “adam”a diğerlerinin (yerlerin, göklerin, ekinlerin, bitkilerin, yağmurun, rüzgarın vs.) saygı göstermesi, özgür irade, bilinç, akıl, kavram üretme, eşyaya isim koyma ve konuşma yeteneği ile geldiğinin, dahası bunun bir değer/avantaj (fadl) olduğunun kabul edilmesi anlatılmak istenmektedir…

Kıssada İblisin “ateş” ve “toprak” kıyaslaması yapması genellikle insanların birbirine “senlik-benlik” kavgası yüzünden zarar verdiği, insan olarak bir tarafımızın ateş; kıskançlık, bencillik, çekememezlik, kendini beğenme, kibir, üstünlük taslama, öfke, hırs, şer saçma, acı verme, yakıcılık gibi dürtülerden oluştuğu, diğer tarafımızın ise toprak; sükunet, bağışlama, tevazu, hayır üretme, ayıp örtme, kanaatkarlık, vb. özeliklerinden oluştuğu, bu ikisinin içimizde çatışma halinde olduğu, dolayısıyla insanın topraktan yana olması gerektiği çünkü yaratılış hamurunun ondan karıldığı (ondan yaratıldığı) ateş-çamur temsilleri ile anlatılıyor. Çünkü ateşin ve toprağın temsil ettiği insani özellikler kadim dini metinlerde hep böyle anlatılır. Demek ki şeytanın ateşi gerekçe göstermesi gibi, biz de, derimizi, dilimizi, ırkımızı, cinsiyetimizi, bölgemizi, kavmimizi vb. gerekçe göstererek üstünlük iddiasında bulunmamalı, bunlara dayalı hırs içinde olmamalı, toprak gibi mutevazi ve kanaatkar olmalıyız.

Allah’ın “Defol, aşağılık küstah!” diyerek huzurundan kovduğu şey ontolojik varlık olarak İblis şeklinde kişileştirilmekte ve fakat bununla insanoğlundaki kibir, kendini beğenme, haset, ihtiras, üstünlük taslama, öfke, şehvet gibi “sen-ben” kavgasını körükleyen dürtüler dışlanmaktadır. Kovulan bu dürtülerdir. İnsanoğlu, bu dürtüleri kabardığında onları “aşağılık küstah, defol” diye kovmalıdır…

“İblis cinlerdendi… Ben onlara (iblis/şeytan, cin) ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında bir rol vermedim/şahit tutmadım” (Kehf; 50-51) ifadesi şeytanların ve cinlerin bizatihi ontolojik varlıklar olmadığını, insanın arazı olduğunu yani insanla ilgili/ona bağlı bir durumu ifade ettiğini gösterir. Ayrıca “Kullarım üzerinde senin (iblisin/şeytanın/cinin) bir gücü yoktur.” (Araf; 41-43) ifadesi de bunu destekler.

Aynı şekilde “Yaratma ikinci (bir ortak/şef’i) olmadan yalnızca kendisinin (Allah’ın) iradesi iledir.” (Yunus; 10/3) ayeti de meleklerle ilgili aynı durumu ifade eder. Yani Allah yaratmayı direk kendisi yapar, ikinci bir güce (melek diye ayrı bir varlığa) rol vermez, onu ortak yapmaz. Melekler Allah ile ilgili/O’na bağlı bir durumu (niteliklerini, sıfatlarını, melekelerini, yerde ve gökte yarattıklarını/melekûtu) ifade eder. Örneğin “ikişer, üçer, dörder kanatlı melekler” ifadesi hız ve kuşatıcılıktan mecazdır. Yani Allah’ın bir işi en hızlı ve en kuşatıcı bir şekilde (tüm kanatlarıyla/bütün yönleriyle) yaptığını anlatır. Keza “Onun kürsüsünü o gün sekiz büyük melek taşır” ifadesi de egemenlik ve üstünlükten mecazdır. Yani o gün (kıyamette) Allah her şeye egemendir ve her şeyin üstündedir, bütün yer ve gök güçleri (melekût) O’nun emri altındadır denmek istenir. (bkz. ‘Ğayb nedir , ne değildir?’ başlıklı makale)

Şeytanın Allah’ı “Beni azgınlığa ittiğin için” diyerek itham etmesi, insanoğlunun yaptığı bir kötülüğü Allah’a atfetmesi ve “Allah böyle istedi” demesini ifade eder. Özellikle din adına konuşanlar yaptıklarını “Allah öyle istediği için” yaptıklarını söylerler ki dışlanması/kovulması gereken Şeytani bir haslettir.

“Sağlarından, sollarından, arkalarından, önlerinden sokulacağım” temsilî ifadesi Türkçede “Akla hayale gelmedik yollardan”, “Hiçbir fırsatı kaçırmadan, her fırsatta”, “Kafasında kırk tilki dolaştırıp hiç birinin kuyruğunu birbirine değdirmeden” , “Bin bir dolap çevirip düzen kurarak” diye ifade dediğimiz manayı çağrıştırır. İnsanın içinde böyle dürtüler kanın damarda dolandığı gibi dolanır ve “kötülük” dediğimiz şey buradan gelir…

Sağımızdan, solumuzdan, arkamızdan, önümüzden sokulmak nedir ve nasıl olur? Şeytan devam ediyor: “Onlara yeryüzünde olan şeyleri süslü göstereceğim (leuzeyyinenne).”(Hicr; 39-40). Peki, bize “süslü” kılınan şeyler nelerdir?

Kur’an kendi kendini tefsire devam ediyor: “Kadınlara, evlat/çevre/taraftar toplamaya, çil çil altınlara ve deste deste paralara, soylu atlara, sürülerle davarlara, geniş arazilere sahip olmak insanlara süslendi (zuyyine li’nnâs). Bütün bu zevkler dünya hayatının süsüdür (cazibe). Ancak asıl varılacak güzel yer Allah’ın yanıdır.” (Al-İmran; 14).

Görüldüğü gibi ayette anlatılanlar, bugün, adına şehvet, şöhret, servet ve siyaset dediğimiz iktidar araçlarıdır. Kadınlara düşkünlük (hubbi’ş-şehevâti min’en-nisâ) şehveti, evlat/çevre/taraftar (benîn) sahibi olmak şöhreti, çil çil altın ve deste deste para (ganâtıri’l-mugantarati min’ez-zehebi ve’l-fıdda) serveti, soylu atlar (ki yönetici takımı soylu atlara binerdi), sürü gibi güdülecek halka ve iktidar olunacak geniş arazilere (ülke/memleket) sahip olmak siyaseti ifade etmektedir.

Demek ki şeytanın yeryüzünde olanları süslü göstermesi bu oluyor. Şeytan, bize sağımızdan (siyaset), solumuzdan (servet), arkamızdan (şöhret), önümüzden (şehvet) sokulacağını ve içimizde bunlara dair hırsı harekete geçirerek bizi yoldan çıkaracağını söylüyor. Başka bir tabirle, bizi, içimizdeki bu “negatif enerjiler” yoldan çıkarır. Ne gelirse başımıza bunlara duyulan ihtirastan gelmektedir.

Kıssanın ikinci sahnesinde ise, daha derine inilerek bu ihtirasın içimizdeki kökü/yatağı teşhis ediliyor ve ‘şeytanın vesvesesinin’ tabiri caizse hammaddesinin bu olduğu açıklanıyor: “Melek/melik/mülk sahibi olacaksınız (en tekûne melekeyn). (Yani) yıkılmayacak bir mülk (mülk-i la yeblâ) elde ederek ölümsüzleşeceksiniz…” (A’raf; 7/20> Taha; 20/120). Melekeyn’in mülk-i la yeblâ şeklinde tefsir edildiğine dikkat ediniz.

Hay Allah, yine mülk meselesi! (ikinci sahnede daha geniş gelecek)

***

Görüldüğü gibi birinci sahne bir semavi prolog (gökteki/yücelerdeki/bilinmeyen alemdeki/Allah’ın yanındaki) ilk konuşma iken, birazdan gelecek ikinci sahne yerdeki diyalog oluyor. Birinci sahnedekilerin hiç birini göremiyorken, ikinci sahnede Adam ve Eşi gibi görünür, duyulur, dokunulur varlıklar öne çıkıyor. Birinci sahnede teolojik vurgu öne çıkarken, ikinci sahnede antropolojik vurgu daha baskın. Birinci sahnede öne çıkarılan İblisken, ikinci sahnede “Adam ve eşi” öne çıkıyor. Birinci sahnede Adam ve eşi, ikinci sahnede ise melekler diyaloglarda yok.

Kanımca önce birinci sahne verilerek Allah’ın “ilahi/ezeli zamandan” hitabı olarak, insanlıkta bir “yaratılış muhayyilesi” oluşturuluyor. Bu nedenle birinci sahnedeki olaylar ve kişiler duyulur ve akledilir nesneler şeklinde tasvir ediliyor. İyilik, kötülük, insan, insanın gücü ve kabiliyeti, varlık âlemindeki yeri, neden yaratıldığı, onu ne gibi tehlikelerin beklediği, güçlü yanları, zayıf tarafları vs. görünür, akledilir, algılanabilir suretlere sokularak kişileştiriliyor. Böylece canlı, yürüyen, konuşan, yer kaplayan, dokunulabilen, yanımızdan geçen şahıslar, zatlar gibi algılamamız sağlanarak dimağımızda canlı ve dinamik bir tasavvur oluşturuluyor.

Birbirini tamamlayan kıssanın ilk sahnesinde, aslında, Allah dışında bizatihi canlı, hareket halinde, ben bilincinde ontolojik varlık bulunmuyor. İblis, Şeytan, Melek, Âdem (Adam) kavramsallaştırmaları, Allah’ın gücü, kudreti, ilmi, melekeleri, insandaki kötülük dürtüleri, ilâhî hayatla irtibatlı bir takım olaylar ve yeni yaratacağı varlığın şahıslaşmış sembolleridir. İnsan algısının bunlarla ilişkisi kurabilmesine yönelik kolaylaştırılmış, indirgenmiş din dili ifadeleridir. “Mutlak Oluş” olarak konuşan Allah, olayları insanoğlunun muhayyilesine hitap ederek resmetmekte, şuur, tasvir ve tasavvur oluşturmaktadır. Özellikle İblis kavramının öne çıkarıldığı kıssanın ilk sahnesindeki “ilahi zamandan hitap”, Âdem ve eşinin öne çıkarıldığı az sonra gelecek ikinci sahnede, “yeryüzü sürecinde” örneklenmektedir. Böylece kıssa biz “Adem”leri iyice içine çekmekte, anlatılanların bizim hikayemizden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Ardından da “Ey Âdem’in çocukları!” şeklinde genel bir hitapla adeta insanın, iyiliğin, kötülüğün, varlığın, yokluğun, yaşamın, ölümün, geçmişin, geleceğin anlamı budur!” denerek tüm insanlık kıssanın çizdiği çerçeve içinde yeniden var olmaya/olmaya/oluşmaya çağırılmaktadır…

Yazı yeterince uzadı, “ikinci sahne” ve sonuç ikinci bölüme kalsın…

12 yorum

  • idealist devlet anlayışınızı yıkıp<br><br>otonomist ozyönetim ve özeğitimci anlayışını savunmanın<br><br>zamanı gelmedimi.<br><br>devletçiliği yıkmadan zalim devlet anlayısını yıkamazsınız.<br><br>devlet dışında yaşamlar arayınız.

  • Çok zorlama yorumlar, yeryüzünde bir halife yaratacağım derken, insanı yeryüzündeki diğer canlıların halifesi olarak yorumlamışsınız.evrim teorisi karşısındaki bilgisizliğinizden dolayı evrime uydurmuşsunuz olayı, halbuki insanın allahın halifesi olduğu çok açık bu ayette, kurandan başka ayetler de bulabilirim buna delil olarak.

  • ismail karataş ben eliaçığada katılmıyorumda senin bu yorumuna sesli güldüm Tanrıda seni güldürsün..

  • Semavi Prolog tabiri, daha evveli var mı bilmiyorum; ama büyük Alman edibi Goethe&#39;nin ömürlük şaheseri Faust&#39;un başlangıç bölümüdür: Prolog im Himmel [Semâda(ki) Prolog].<br />Ayrıca siyaset yerine iktidar yahut kariyerizm demek daha uygun düşerdi.

  • hocam Adem/Adam sözcüğünün kökenini arapçaya dayandırmışsınız. Adam Türkçedir. Kökenini de Türkçedir. Bütün o saydığınız dillere Türkçeden geçmiştir.kanıtlayalım: kanıtlarkende Haluk Berkmen ve Kazım Mirşan gibi hocalarımızdan yararlanalım<br />&quot; Öncelikle A harfinin izlediği yolu bilmemiz gereklidir. uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. A harfinin ilk hali at başıdır.( resim) sonrasında

  • Sayın İhsan ELİAÇIK; Kıssaların anası (Adem kıssası) ise Kuran’da toplam yedi yerde geçer (Bakara; 30–38, A’raf; 11–24, Hicr; 21–44, İsra; 61–65, Kehf; 50–51, Taha; 115–127). diyorsunuz ancak saydığımızda (6) altı çıkıyor.(YAŞAYAN KUR&#39;AN adlı Meal/Tefsirinizde 759 uncu sayfada da aynı) acaba altımı yedimi yedi ise yedincisini de yazmanızı istiyorum. Saygılar…<br />

  • kelimeler üzerinden Eliaçık’la yarışamazsınız o kelimelerin “babası” yaptığı yorumlara tamamen katılıyorum…

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular