Osmanlı’dan Cumhuriyet’e din ve devlet
Osmanlı kültürü, 500 yıldır esasında bir İstanbul kültürüdür. İstanbul kültürü dediğimizde de aklımıza gelen şey, tabii ki Bizans’tır, Konstantiniyye’dir. Bizans kültürü, Mezopotamya-Akdeniz havzasının Tanrı-devlet geleneklerini son olarak temsil eden bir kültürdü. Bizans’ta kendini gösteriyordu ve merkezi de İstanbul’du. Osmanlı, işte bunun yerine geçmiş, bu kültürü devralmıştır. Bir taraftan Asya’nın Moğol ve Selçuklu kültürünü Anadolu’ya taşıyarak, diğer taraftan Batı’nın Bizans kültürünü Roma kültürüyle birlikte sentezleyerek, İstanbul’da bir Osmanlı kültürü oluşturmuştur.
Esasında, üzerine yaşadığımız topraklarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin de kökeni itibarıyla söyleyecek olursak, 500 yıldır bir devlet vardır. Bu devlet, daha önce bir Akıncı devletiydi. İstanbul’u fethettikten sonra Bizans’ın yerine geçmekle beraber, bütün bir Mezopotamya-Akdeniz havzasına hükmeden bir imparatorluğa dönüştü. Aynı zamanda, Bizans, dünya imparatorluk geleneğinin, kendi bünyesinde temsilcisi olduğu için ve Osmanlı da bunu devraldığı için, tam anlamıyla devlet ve imparatorluk kültürü İstanbul’un fethedilmesiyle birlikte başladı ve 500 yıldır da hâlâ devam ediyor.
Ülkemizdeki devlet ve kültür geleneğinin, hattâ din-devlet ilişkisinin, din-millet ilişkisinin, devlet-millet ilişkisinin 500 yıldır şekil aldığını, bu ana forma ve kalıba döküldüğünü söyleyebiliriz. Mesela, Osmanlı dönemindeki şeyhülislam-padişah ilişkisini, esasında imparator ile başpiskopos arasındaki ilişkinin İslam görüntüsüyle devam etmesi olarak görmeliyiz.
Bunun en tipik örneği de, mesela, Zeyrek Camii’dir. Unkapanı’ndaki Zeyrek mahallesinde bir cami vardır. Bu cami de şu anda UNESCO tarafından korumaya alınmış bir yerdir. Burası, İstanbul’un ilk Müslüman mahallesidir. Burada daha önce bir kilise vardı, bu kilise daha sonra cami oldu, hâlâ da cami şeklinde, kilisenin iki tarafında minareleri vardır. Burada Bizans zamanında, bir halk girişi, bir de imparator giriş kapısı vardı. Bu, fetihten sonra, sultan girişi ve avam girişi şeklinde değiştirildi. Dolayısıyla, tapınağın din-devlet-millet ilişkisi açısından işlediği rol, her iki dönemde de aynıdır. Giriş kapılarının ismi ve içeride yapılan ibadet ve ayinin şekli değişmiştir. Ama tapınağın imparatorluktaki rolü, imparatorluk kültürü olarak aynı kalmıştır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ndeki diyanet-devlet ilişkisi, dünkü Osmanlı’nın şeyhülislam-padişah ilişkisine, o da önceki zamandaki Bizans’ın imparatorluk-başpiskopos ilişkisine büyük benzerlik arz eder. Bunların birbirinin devamı bile olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan, Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı kültürü arasında keskin bir kopuş söz konusu değildir. Hem siyasi olarak, hem kültürel olarak, hem devlet gelenekleri açısından bir devamlılık söz konusudur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu bile son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının İstanbul’un işgali sebebiyle toplanamaz hâle gelmesiyle beraber, Ankara’da toplanma kararı alması neticesinde doğmuştur. Yani Osmanlı meclisi Misak-ı Millî’yi ilan ederek kendini feshetmiş ve toplantıya Ankara’da devam etme kararı almış. 1876 anayasası, 1921’deki Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na dönüştürülmüştür. Maddelerin birçoğu onun üzerinden giderek oluşturulmuştur. Hukuki olarak bu böyledir, çünkü Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı toplanamayınca, toplanma kararını Ankara için tekrar almıştır ve Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Ankara’da toplanmıştır ve Meclis’in ilk yazışmalarında da “Yüce Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına… Ankara” diye dilekçeler vardır. Daha sonra bu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, isim değişikliğiyle dönüştürülmüş oluyor.
Şu anki Türkiye Cumhuriyeti’nin altyapısı, tren yollarından maarif, yani eğitim sistemine kadar, posta teşkilatından il ve ilçe vilayetlerinin oluşumuna kadar, Abdülhamid döneminde atılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nde daha çok, kültürel ve siyasal dönüşümlere ağırlık verilmiş ama altyapı değişiklikleri hep Osmanlı döneminde gerçekleştirilmiştir. Mesela Osmanlı Erkân-ı Harbiye’si Genelkurmay Başkanlığı’na dönüştürülür; Osmanlı’daki itfaiye hâlâ devam ediyor; emniyet teşkilatı hâlâ devam ediyor; istihbarat teşkilatı ise çeşitli aşamalardan geçerek Teşkilat-ı Mahsusa olmuş, daha sonra Milli İstihbarat Teşkilatı’na dönüşmüş.
Türkiye’nin bütün ana kurumları, esas itibariyle, Osmanlı kurumlarının modernize edilerek, yeniden isimlendirilerek ve çağa uyum sağlama amacıyla yenilenmiş kurumlardır. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti arasında keskin bir ayrılık ortaya koymak, ne kültürel açıdan, ne siyasi açıdan mümkün değildir. Neden? Din-devlet ilişkisi açısından mümkün değildir. Biz, Doğu kültürünün geleneksel kodlarını ve izlerini taşıyan bir toplumuz. Devlet geleneği, siyaset geleneği hep bunu andırır ve Türkiye Cumhuriyeti’nde siyasi olarak da, dinî olarak da bu kültür esas itibarıyla devam ediyor.
Cumhuriyet’in temel nitelikleri ve devrimler
1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılması, 1921’deki Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1922’deki saltanatın kaldırılması, 1923’te cumhuriyet ilan edilmesi ve 1924’te de hilafetin kaldırılması, 600 yıllık bir imparatorluk deneyiminin ardından, tarihin akışının zorunlu kıldığı değişikliklerdir. Dolayısıyla bunlar, Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı bile olacaktı. O dönemin Osmanlı aydınlarının birçoğu bunları savunuyordu zaten.
Mesela, Türkiye’de cumhuriyeti ilk kimin savunduğuna baktığımızda, henüz daha 1898’li yıllarda, yani Mustafa Kemal henüz Selanik’te daha çocuk ve gençlik yaşlarında iken, Mehmed Akif’in de hocası olan Hoca Muhyiddin Efendi tarafından Kanun-ı Esasi gazetesinde açıkça “cumhuriyet” kelimesi telaffuz edilerek savunulduğunu görüyoruz. Hoca Muhyiddin medrese kökenli ulemaydı. Tesis-i cumhuriyet ve usul-i meşveret, yani cumhuriyet kurmak ve meşverete dayalı sisteme geçmek fikirlerinin savunmuştur. Onlar o zaman Sultan Abdülhamid’in muhalifiydiler, Mısır’da Kanun-ı Esasi gazetesi çıkarıyorlardı ve orada Hoca Muhyiddin Efendi’nin bir makalesi var, ben bu makaleyi, yazmış olduğum “Cumhuriyeti ilk kim savundu?” başlıklı makalede, orijinaliyle beraber göstererek, kaleme almıştım.
Burada medrese çevrelerine, ulemaya ve hocalara çağrılarda bulunularak, cumhuriyete geçilmesi gerektiği, padişahlığın kaldırılması gerektiği savunuluyor. Buna İslam tarihinden örnekler veriliyor, Hz. Peygamber’in usul-i meşveret uyguladığı ifade ediliyor. Babadan oğula geçme, bir şahsın veya bir sülalenin yönetime hâkim olması şeklindeki bir idarenin istibdat olduğu ve Muaviye tarafından Bizans taklit edilerek İslam dünyasına sokulduğu ifade ediliyor. Tesis-i cumhuriyet çağrısında bulunuluyor, yani cumhuriyeti tesis etme, kurma çağrısı.
Bu ne zaman oluyor? 1898’li yıllarda, henüz daha yirminci yüzyıla girmeden birkaç yıl önceki yıllarda. Dolayısıyla, cumhuriyet kültürü zaten Osmanlı’nın son dönem aydınlarında vardı. Bırakın son dönem Osmanlı aydınlarını, Paris gibi Batı ülkelerinde okuyan, işte Namık Kemal gibi aydınları da geçelim, Hoca Muhyiddin Efendi gibi, az önce söylediğim gibi, bizatihi medrese âlimleri tarafından bu savunuluyor. Dolayısıyla, bir tek kişi çıktı, bütün bir Osmanlı aydınları ve efkâr-ı umumiyesi, kamuoyu yani, hiç cumhuriyetin ne olduğunu bile bilmezken, bizi karanlıklardan kurtardı ve tek başına cumhuriyeti ilan etti diye bir şey yok. Bu, daha sonraki Cumhuriyet kadrolarının bir mitleştirmesi ve efsaneleştirmesidir.
Cumhuriyet kurulurkenki din-devlet ilişkileri veya Cumhuriyet’in dinî kimliklere karşı tavrı, biraz karmaşık, biraz da kafa karışıklığı içermektedir ve bunlar henüz daha da netleşmiş değil. Malum, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, devletin dini, din-i mubini İslam’dır, şeriat görevlerini ifası Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görevleri arasındadır, hilafet Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şahs-ı manevisinde mündemiçtir, kaideleri vardı. Yani hilafeti Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şahsında devralıyor, devletin dini, din-i mubini İslam’dır diyor, şeriat kurallarının uygulanması da Meclis’in görevleri arasındadır diyor ve bütün milletvekilleri “vallahi billahi tallahi” diye yemin ederek görevlerine başlıyorlar.
Bu, 1928 yılına kadar, aşağı yukarı böyleydi. Özellikle 1928 yılında, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kongreleriyle paralel bir şekilde, bunlar anayasadan çıkarıldı ve 1937 yılındaki laiklik ilkesine kadar anayasada çeşitli şekillerde değişiklikler yapıldı. Mesela, 1928 ile 1945 yılları arasında anayasaya beş kez müdahale edilerek, anayasanın girişindeki temel ilkeler belirlendi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Altı Ok’u bu dönemde, Tek Parti döneminin getirmiş olduğu avantajlar da kullanılarak, anayasanın değiştirilmez temel ilkeleri hâline getirildi. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti ilk kurulduğunda sadece cumhuriyetten bahsediliyor, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir deniliyor, doğrudan demokrasi öngörülüyor, millet kendi mukadderatını bizatihi kendi elleriyle tayin eder deniliyordu. Oldukça radikal bir “halka yaslanma” söz konusuydu ama geçen zaman içerisinde, Tek Parti döneminin de vermiş olduğu güçle, Cumhuriyet Halk Partisi’nin parti programı, aşama aşama, anayasanın da ilkeleri hâline getirildi ve bu, 1928 ile 45 yılları arasında hemen hemen tamamlandı.
Osmanlı’nın şahsında ortaya çıkan, başta hilafet anlayışı, yani saltanatla et ve tırnak gibi karışmış olan hilafet anlayışı olmak üzere, deniliyordu ki, Osmanlı’nın bize devretmiş olduğu dinî kültür Emevi kültürüdür, imparatorluk kültürüdür, sahih İslam değildir, sonradan ortaya çıkmış olan, yığınla hurafelere batmış olan dinî kültürdür, buna karşı tavır almak bir din karşıtlığı olarak kabul edilemez denildi.
Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarındaki psikolojinin, dağılma psikozunun atılması gerekiyor, çünkü milyonlarca kilometrekare topraktan, küçüle küçüle bir imparatorluk küçülmüş, sonunda imparatorluk ortadan kalkmış, Kafkasya’dan, Trakya’dan, Kuzey Afrika’dan, Orta Doğu’dan binlerce insan imparatorluğun bakiyesi mahiyetinde Anadolu’ya göç etmiş ve burayı bir iç-yurt, bir iç-kale gibi görmüş, bundan dolayı da artık bundan daha fazla geri çekilemeyiz psikozuna girmiş ve hiç olmazsa, elde kalan Anadolu’nun birliğini, bütünlüğünü sağlama ve daha fazla bölünmeme psikolojisiyle, birlik-beraberlik, bölünmez bütünlük söylemi geliştirilmiş ve daha fazla bölünmekten büyük tedirginlik duyan ve buna karşı aşırı derecede hassas bir devlet genetiği veya devlet tavrı ortaya çıkmış.
Eski Osmanlı dağılınca, artık biz Anadolu’da toplananlara ne diyeceğiz sorunu ortaya çıkmış ve demişler ki, Sırp ayrıldı Sırbistan oldu, Arnavut ayrıldı Arnavutluk oldu, Arap ayrıldı Arabistan oldu, biz de kendimize Osmanlı diyorduk, peki şimdi ne diyeceğiz kendimize, deyince Türk kelimesi ortaya çıkmış ve anayasaya girmiş. Daha önce, 1876 anayasasında “Osmanlularun kâffesine Osmanlu itlak olunur” deniyordu, bu değiştirilerek, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür, tanımına geçilmiş. Dolayısıyla, daha fazla dağılmayı durdurmak, birliği, beraberliği, bütünlüğü sağlamak amacıyla, artık burada kalanların hepsi Türk’tür, tanımına geçilmiş. Fakat bunun daha sonra bir Kürt tepkisine sebep olacağı, o zamanlardan tam kestirilememiş diyelim veya kestirilse bile buna izin verilmemiş, bir de Kürtlerin Kürdistan diye ayrılmasına tahammül edemeyiz psikozuna girilmiş, artık bundan sonrası Türk’tür, vurgusu o gün bugündür devam ediyor.
Din-devlet ilişkileriyle tam başarılı olamadığı gibi, etnik kökenlerin bir arada tutulması, birliğin, beraberliğin sağlanması noktasında da tam başarılı olamadığını görüyoruz. Dolayısıyla, şu anki Türkiye Cumhuriyeti’nin din politikasının ve etnik kimlik politikasının temelden ve kökten yeniden düşünülmesi ve ifade edilmesi gerekiyor.
Anayasa nasıl olmalı?
Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında, Türk veya Kürt dâhil herhangi bir etnik köken, İslamiyet veya Hıristiyanlık dâhil herhangi bir din, Atatürk dâhil herhangi bir şahıs, Alevilik veya Sünnilik dâhil herhangi bir mezhep ismi geçmemeli. Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak anayasasında adalet, hak, hukuk, eşitlik, bağımsızlık, özgürlük, cumhuriyet, demokrasi gibi, zaten üzerinde ittifak edilmiş evrensel değerler yer almalı ve mevcut siyasi gruplar bunları kendi anlayışlarına göre yorumlayarak ve bunların ana çerçevesinde mutabık kalınarak faaliyet göstermeli. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu noktaya geçmesi gerekiyor.
Değişik dinî grupların, değişik siyasi, etnik kökenlerin bu ortak devlet üzerinde, en azından genel çerçevesiyle mutabakatının sağlanması lazım. Eğer bu mutabakat sağlanamıyorsa, zaten o ülkenin bir ülke veya bir devlet olma, yeryüzünde bir bayrak dalgalandırma şansı da bana göre kalmaz. Çünkü kendi ortak kimliğini dahi üretememiş insanlar yeryüzünde bir dayanışmacı topluluk, bir ülke, millet, devlet gibi şeyler oluşturamazlar. Zaten milletin de anlamı, en azından, tarihte kader birliği edecek kadar, temel bazı değerler üzerinde birleşmiş ve tarihte birlikte yürüyen bir topluluk demektir.
Millet, toplumsal kültürün yaygınlaştırılması, insanların bir arada yaşamaya alıştırılması, bir arada yaşama kültürünün geliştirilmesiyle bence mümkündür. Burada dine büyük rol düşmektedir. Etnik kökenlere vurgu yapan gruplara büyük rol düşmektedir. Mezhebî kimliklere büyük rol düşmektedir. Çünkü genellikle, toplumda çatışma, kargaşa ve çelişki ya farklı dinlerden, ya farklı etnik kökenlerden ve farklı etnik, mezhebî kimliklerden ortaya çıkıyor. Yani Müslim-gayrimüslim veya İslam-laiklik veya Alevilik-Sünnilik veya Türk-Kürt gibi ayrılıklar Türkiye’nin zayıf karınlarıdır ve bir çatışma çıkarsa buradan çıkar. Türkiye’yi zaafa uğratma söz konusu olursa, buradan zaafa uğratılır. Eğer Türkiye kendi içerisinde derlenip toparlanacak ve güçlenecekse, o da buradan çıkar. Yani bunların uzlaşısıyla memleket ayağa kalkabilir.
Dolayısıyla burada taraflara büyük iş düşüyor. Bunun bu yönde sağlanması da bana göre biraz zor, çünkü bir sürü kan davaları var, Sağ-Sol kavgası olmuş, İslam-laiklik, din-laiklik gerilimleri oluşmuş, Türk-Kürt mücadeleleri olmuş, bunlar her ne kadar halka yansımamış veya biraz üst düzeyde kalmış ve dışarıdan kan akıtılmış ve kaşınmış olsa da, sonuçta bu kin ve fitne tohumlarını bu şekilde ekmişler.
Devlete burada büyük iş düşüyor. Devletin merkezine ve çelik çekirdeğine burada büyük iş düşüyor. Tarihin akışını okuması, sosyolojiyi okuması, dünyayı, Orta Doğu’yu, İslam dünyasını, Avrupa’yı, bütün bir dünyanın geleceğini iyi okuması ve ona göre manevra geliştirmesi gerekiyor. Tam da, büyük liderler ve devlet adamları milletlerin tarihinde böyle zamanlarda ortaya çıkarlar. Baktığımızda, Ankara’nın bu performansı gösteremediğini ve tarihin akışı içerisinde yapması gereken dinamik manevraları ve değişiklikleri yapamadığını görüyoruz.
Ne yapıyor? 1920’li yıllardaki, otuzlu yıllardaki oluşmuş kimlikleri, oluşmuş duruşları ve tavır alışları ebedî kimlikler ve tavır alışlar olarak algılıyor ve onlardan asla taviz vermeyeceğini söylüyor. Hâlbuki, baktığımız zaman, Türkiye’nin yakın tarihinden alınması gereken, bana göre beş esas konu vardır. Bunlar, aynı zamanda, 600 yıllık bir imparatorluk geleneğinin ardından, gerekli olan devrimlerdir. Bunların dışındakilere de zaten devrim demek mümkün değildir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilanı, saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilan edilmesi ve hilafetin kaldırılmasıdır. Bunlar, 1920 ile 24 arasında gerçekleşen beş büyük devrimdir. Benim görüşüme göre, bunlardan başka da devrim yoktur. Diğerleri, dönemin hükümetlerinde çıkarılmış birtakım kanun veya kanun hükmünde kararnamelerdir. Onlar, ezelî ve ebedî değildirler, tarihseldirler. O dönemin hükümeti öyle görmüş, öyle yapmış. Sonraki hükümetler de başka türlü görüp, başka türlü yapabilir. Ama bu bahsettiğim beş şey çok yapısaldır, bir uygarlık ve medeniyet atılımı manasına da gelir. 600 yıllık bir devlet ve imparatorluk geleneğinin ardından, zaten birçoğu gecikmiş, zaten bir an önce yapılması gereken işler idiler.
Dolayısıyla yakın tarihimize ve Cumhuriyet’e böyle bir bakış ortaya koyduğumuz zaman, belki bir yere gelebiliriz. Aksi hâlde, diğer ayrıntı konularla, teferruatlarla, en ince ayrıntılarına kadar ilgilendiğiniz zaman ve halkın her şeyini belirlemeye kalktığınız zaman bunun içinden çıkamazsınız. Yani koskoca bir devlet politikasının bir başörtüsü üzerine kurulması çok tuhaftır. Yani olsun mu olmasın mı tartışması veyahut da insanlar ana diliyle konuşabilsin mi konuşamasın mı tartışması… Bana göre bunlar çok geride kalmış ve çoktan aşılmış olması gereken konulardı ama bizler bunları bir türlü aşamıyoruz. Bu hususta en büyük sorumluluğun sivil gruplar, dinî cemaatler, siyasi örgütler, etnik kimliklerden ziyade devlete düştüğünü düşünüyorum. Yani devlet burada kendi kendine bir özeleştiri yaparak manevra yapması ve bunlardan kaynaklanan haksızlıklara ve zulümlere son vermesi gerekiyor. Bu olduğu zaman, zaten kendiliğinden bir yere doğru gelinmiş olacaktır.
Şeriat nedir?
İslam şeriatı denilince bir ürküntü ortaya çıkmasının her iki taraftan kaynaklanan sebepleri var. İlk olarak, bir kesim, İslam şeriatını el kesmek, kol kesmek, recm, taşlamak, insanları çarşafa sokmak, mirası ikiye bir şeklinde vermek, çok eşlilik gibi konular olarak anlıyor, şeriattan bunu kastediyor ve bunlara karşıyım diyor. İslam’a değil, şeriata karşıyım! Yani şeriatın bu tür, çağa uymayan hükümleri var, dolayısıyla ben bunlara karşıyım demek istiyor. Diğer taraftan da, şeriatı bunlardan ibaret gören, şeriatın gerçekten bunlar olduğunu zanneden bir dinî zihniyet de var. Onlar da bunların ezelî ve ebedî hükümler olduğunu, Kuran’da bir kez yer almasıyla birlikte kıyamete kadar her yerde ve her zamanda bunların uygulanması gerektiğini, bunların mutlak doğrular, vahyî doğrular olduğuna inanıyor ve bunları kabul etmemeyi din dışılıkla, kâfirlik olarak değerlendiriyor.
Her iki kesim de bu açıdan yanlış yapıyor. Bir defa, İslam, ahkâmdan ibaret olamaz. İslam, esas itibarıyla bir değerler bütünüdür. İslam’ın temelleri ve değişmez evrensel hükümleri “maruf” kavramı etrafında, “ortak iyi” kavramı etrafında toplanır ve bunlar adalet, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, paylaşım, sevgi, merhamet gibi evrensel değerlerdir. Eğer bir yerde bunlar varsa, orada İslam var demektir. İslam’ın ahkâmı, yani can güvenliğinin nasıl sağlanacağı, mal güvenliğinin nasıl sağlanacağı, ırz ve namus güvenliğinin nasıl sağlanacağı, mirasın nasıl taksim edileceği, zina yapanlara, fuhuş yapanlara ne ceza verileceği, kadınların sokağa çıktığında nasıl giyineceği gibi konular, İslam’ın evrensel değerleri ve hükümleri değildir. Bunlar, sonuç itibarıyla, on bin kişilik bir Medine ve on bin kişilik bir Mekke’de İslam’ın temel ve evrensel değerlerinin nasıl hayata geçirileceği ve nasıl ete kemiğe büründürüleceğine dair kimi ilk örneklerdir.
İslam’ın tarihsel hükümlerini, şeâir-i İslamiye hâline getirirseniz, hâkim olduğunuz yerlerde, kurduğunuz devletlerde bütün kadınları örtünmeye, bütün hırsızların elini kesmeye, bütün miras taksimatını ikiye bir şeklinde yapmaya, bütün zina edenleri taşlamaya başlarsınız. Hem bir taraf, İslam’ın esas itibarıyla ahkâmının bu olduğuna inanıyor, hem de bunun karşısında yer alanlar “Evet, İslam zaten o!” diyor. Yani her iki taraf da bir konu üzerinde, İslam’ın ne olduğu konusu üzerinde esasında anlaşmış bulunuyor.
Oysa adalet, eşitlik, özgürlük, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, merhamet, paylaşım… Bunlar İslam’ın en temel, ezelî ve ebedî hükümleridir. Eğer bunlar bir yerde varsa İslam vardır. Neden İslam konusunda bunlar üzerinde anlaşmıyoruz? Bir kesim niçin İslam’ın hayır o değil de diğerleri olduğunu söylüyor? Bazı insanlar arasında şöyle bir anlayış gelişmiş: Eğer İslam’ı sizin söylediğiniz şekilde anlatır ve yorumlar isek, yani İslam’ın evrensel hükümleri adalet, eşitlik, doğruluk, dürüstlük gibi temel değerlerdir, biz bunlara bakarız dediğiniz zaman İslam sempatik hâle geliyor, insanlar İslam’dan soğumuyorlar, insanları İslam’dan soğutmak için onu el kesme, kol kesme, baskıcı, zorbacı bir dinî diktatörlük olarak algılamamız lazım ki, insanlar İslam’dan soğusun diyen insanlar var bu memlekette. Dolayısıyla, bizim geliştirmeye çalıştığımız bu söyleme bazıları bu açıdan tepki gösteriyor: Sen İslam’ı iyi gösteriyorsun, anlattığın şeylerle insanların İslam’dan soğumamasına sebep oluyorsun, İslam senin anlattığın gibi değil, basbayağı İslam gerici, çağdışı, baskıcı, kendi dışındakilere asla hoşgörüsü ve tahammülü olmayan, el kesmek, kol kesmek, kırbaç vurmak gibi ahkâmdan ibarettir ve hakikaten de öyledir, diye inananlar var.
Öbür taraftan, eğer biz bunlara inanmazsak Allah’ın emirlerini yerine getirmemiş oluruz, ahkâmı uygulamamış oluruz, o zaman şeriat tam anlamıyla uygulanmamış olur, diye dinlerinin gereğini yerine getiremeyeceklerini düşünen dindar insanlar da şunu bilmeliler ki, İslam esas itibarıyla adalet bütün yönleriyle uygulandığı zaman gerçek anlamda uygulanmış olur.
Türkiye’de laiklik var mı?
Türkiye’deki devlet ile İslam arasındaki ilişkiler laiklik prensibi çerçevesinde ele alınıyor, ancak laiklik Fransa’daki katı ve radikal hâliyle uygulanıyor ve din-devlet ayrılığı olarak da yorumlanıyor. Hâlbuki esasında Türkiye Cumhuriyeti İstanbul’un fethedilmesinden bu yana bir Bizans devlet geleneğini sürdürdüğü için, Bizans’taki din-devlet ilişkisi neyse Osmanlı’daki de odur, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki de onun küçültülmüş bir hâlidir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, esasında laik değildir, Bizantisttir, yani Bizans’taki din-devlet ilişkisini sürdürmektedir.
Bunun temel ve karakteristik özelliği de şu: Din devletin güdümüne verilir, aslolan devlettir, devlet dinin ne olduğunu tanımlar, alanını çizer, dinin şu çerçevede yaşanması gerekir der ve böyle bir dine serbestiyet ve hayatiyet tanır. Şu anki Diyanet anlayışı tarafından temsil edilen din anlayışı, tam da budur. Diyanet tarafından temsil edilen din anlayışı devlet tarafından belirlenmiştir ve onlara namaz, oruç, hac, cenaze, kandil geceleri, kurban gibi, daha çok dinin içindeki nüsuk dediğimiz ritüel bölümü dinin kendisi olarak kabul edilmiş ve Diyanet’e de bu görev olarak verilmiş, sen bunları yapacaksın denilmiş ve geri kalan halka da, benim dinden anladığım budur, sakın bu çerçevenin dışına çıkmayın denilmiş.
Bu, laiklik falan değildir ve seksen bine yakın diyanet personeliyle bu anlayış şu anda uygulanıyor. Laiklik, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve Osmanlı’nın son döneminde “laruhbanilik” şeklinde tanımlanırsa, benim görüşüme göre, bunda bir sakınca yoktur. Laruhbanilik, din adamları sınıfının yönetimde, sırf din adamı olmaktan kaynaklanan bir imtiyazla yer alamamalarıdır. Yani , ben din adamıyım, ben bir dinin temsilcisiyim, o dinle ortaya çıkmış olan kilisenin, caminin, dergâhın, tekkenin temsilcisi benim ve bu temsilciliğim bana otomatikman devleti yönetme hakkını vermektedir, velev ki halkın bunda rızası olmasa da, dediğin zaman laruhbanilik çerçevesinin dışına çıkmış oluyorsunuz. Yani din adamları sınıfının, bir din kurumunun mutlak anlamda iktidarını ve egemenliğini savunuyorsunuz.
Bu, İslam’da kesinlikle yoktur. Hattâ İslam bunu yıkmıştır. İslam’ın kendisi zaten bunu yıkmıştır ve Hz. Peygamber, dini din adamlarının elinden alarak sokaktaki halka indirmiştir, irrasyonaliteden ayrılarak dine alabildiğine bir rasyonalite zaten getirmiştir. Ama siz bunu dinin her türlü hükmünün, ama her türlü hükmünün, ister tarihsel, ister evrensel hükmünün devlet yönetiminde esas alınmaması, bundan zinhar uzak durulması olarak anlarsanız, bunu İslam’a kabul ettiremezsiniz. Çünkü İslam’ın bir devlette olması gereken konuların ne olduğu hakkında birtakım beyanları ve yönlendirmeleri vardır. Eğer İslam bir ölüler dini değil de bir gerçek hayat diniyse, ondan bunu beklemek hakkımızdır.
Bir ülkenin kanunları hazırlanırken o ülkenin sosyolojisinden ve tarihinden yararlanılması gerekir, nitekim Fransız düşünürlerinden Montesquieu, Kanunların Ruhu adlı kitabında bunu çok güzel bir şekilde beyan eder ve der ki, bir ülkenin kanunları hazırlanırken o ülkenin tarihinden, sosyolojisinden, coğrafyasından ve manevi ikliminden yararlanılmalıdır. Eğer yararlanılmazsa, o ülkenin kanunları ile o ülkenin coğrafyası, kültürü, sosyolojisi ve maneviyat arasında tersleşme, çelişki ve güvensizlik oluşur. Bu coğrafyanın da manevi iklimi İslam olduğuna göre, devletin kanunları hazırlanırken, hukuk oluşturulurken İslam’dan yararlanmaktan kaçınmanın ben manasız olduğunu düşünüyorum.
Kur’an devlete ne söyler?
Bir devlete, İslam ve onun ana kitabı olan Kuran ne söyler? Benim tespitlerime göre, başlıca beş şey söylemektedir: Adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat. Bunları biraz daha Türkçeleştirelim: Devletin varlık gerekçesi yalnızca ve sadece adalettir. Bir devletin, yani hükümet etme, insanlara sizi yöneteceğim demenin bir tek gerekçesi var, o da adalettir. Çünkü insanlar kendi kendilerine adaleti sağlamaya kalkarlarsa bu, kargaşaya ve kaosa sebebiyet verebilir. Ortaklık oluşturacağız ve aramızdan bazıları muhakeme edecek, jandarma olacak, polis olacak, cezaevi olacak ve suçlular orada yargılanacak, haksızlıklar bu şekilde giderilecek. Devletin varlık gerekçesini adalet olarak koyuyoruz. Kuran’da deniliyor ki, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz. Yani eğer bir hükümet olmak gerekiyorsa, bunun varlık gerekçesi sadece adalettir.
Böyle bir devlet olacaksa ve bunun gerekçesi adalet olacaksa, biz bu devleti ne olarak göreceğiz? Ona ne tanım getireceğiz? Hegel’in dediği gibi, Tanrı’nın tarihsel yürüyüşü devlette mi ortaya çıkar diyeceğiz, proletarya diktatörlüğü mü diyeceğiz, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi diyeceğiz, ne diyeceğiz? Kuran-ı Kerim’in buna verdiği cevap, emanet’tir. Yani halkın, kendi rızasıyla içinden birilerini ortak kamusal işlerini yürütmek için görevlendirmesi, ona birtakım yetkileri, kanun yapma gücünü, rütbeleri ve makamları emanet etmesidir.Devlet dediğin, bundan başka bir şey değildir. Kuran-ı Kerim bu açıdan der ki, emanetler ehil olana verilmelidir. Yani kamu görevleri ehil olana verilmelidir.
Hemen arkasından “ehliyet” kavramı gelir. O zaman ehliyet de, madem böyle emanet olarak göreceğimiz bir kuruma ihtiyaç vardır ve bu, Allah’ın birtakım sultanlara ve meliklere lütfu ve bağışı değil, halkın rızasıyla iş başına gelmiş insanların emanetidir, kim olmalıdır bunu yönetecek olanlar? Cinsiyeti şu olanlar mı, etnik kökeni bu olanlar mı, dini, mezhebi, kimliği şu veya bu olanlar mı? Hangi işe getiriliyorsa o işle ilgili bilgiye, yeteneğe ve tecrübeye sahip olmak… Saf ehliyet bu. Bunun cinsiyeti, kavmiyeti, milliyeti ne olursa olsun, fark etmez.
Bu devlet çarkı nasıl dönecek, iş başına gelenler nasıl iş başına gelecek, görevleri bittikten sonra iş başından ayrılışları nasıl olacak ve bu yönetici sirkülasyonu, yani iş başına gelmeler ve gitmeler hangi yöntemle gerçekleşecek? Buna da Kuran, meşveret diyor. Yani “ve emruhum şûrâ beynehum”, onların işleri aralarında şura iledir. Şura, demokrasi kavramına biraz benzetecek olursak, “şurokrasi” gibi bir kavram ortaya çıkar, yani danışmanın, fikir sormanın ve insanları yönetimine katmanın hâkim olduğu, bu görüşün yaygın olduğu, esas fikir hâline dönüştüğü sistem demektir. Meşveret diye bunu diyoruz.
Yani bir insan, yöneticisini kendi rızasıyla beş yıl seçip, bir daha, gelecek beş yıla kadar hiç sormaması, ne yaparsa yapsın hiçbir dahlinin ve müdahalesinin olmaması, iyi bir demokrasi değildir. Danışmanın, katılımın ve şeffaflığın sürekli olması lazım. Sürekli. Mesela, bu bazı ülkeler de uygulanıyor. Ben de bu görüşten yanayım ve biraz derinleştirilmiş demokrasi olması gerektiğini düşünüyorum. Mesela, bir bölge halkı 40 bin oyla bir milletvekili seçmişse ve milletvekili seçildikten sonra geçen altı ay veya bir yıl içerisinde milletvekilinin gidişatını beğenmiyorsa, topladığı 40 bin oyla o milletvekilinin milletvekilliğini düşürebilmelidir veya o milletvekiline bir ceza vermek istiyorsa, çalışmaya teşvik etmek istiyorsa, örneğin o topladığı 20 bin oyla, 10 bin oyla, bunların rakamları çeşitli şekillerde düşünülebilir, mesela maaşını kestirebilmelidir, altı ay para almamasını sağlayabilmelidir, bunların hepsini seçmen yapabilmelidir ve bu, sürekli ve devamlı olarak işletilmelidir. Meşveret böyle bir şeydir. Sürekli katılım, sürekli denetleme, sürekli rızaya dayalı yönlendirme.
Beş şey söyledim, sonuncusu da maslahattır. Bu da, ortak iyiyi iktidar yapmak, ortak kötülüklerle mücadele etmek manasına gelir. Mesela adam öldürmek kötüdür, uyuşturucu kullanmak kötüdür, okulların önünde uyuşturucu satmak kötüdür, fuhuş yapmak kötüdür… Yeryüzünde belli başlı evrensel suçlar var, hırsızlık kötüdür, gasp kötüdür, sömürü kötüdür, emeğin hakkını ihlal etmek kötüdür… Bütün bunlar dünyanın her yerinde iyi ve dünyanın her yerinde kötü olarak bilinen ve mevcut devletlerin kanunlarında bir şekilde, çeşitli şekillerde yer alan konulardır. Kamunun veya devletin, otorite oluşturmanın uğraşacağı konulardan bir tanesi de budur.
Dolayısıyla eğer Kuran’a sorarsanız, devlete bunları söylüyor. Bunların dışındakilerin birçoğu tarihseldir. Bunlara, Kuran’dan çıkarılabilecek siyasal değerler diyoruz. Bunları esas almakta ne mahsur var? Bunların Arapçasından rahatsız olunuyorsa bunların Türkçesini söyleyelim. Adalet diyelim, eşitlik diyelim, danışma diyelim, emanet zaten Türkçede kullanılır, liyakat diyelim, iyi olanın yanında yer almak diyelim, meşveret diyelim, cumhuriyet, demokrasi zaten bu meşveret ilkesinden doğar, oradan esinlenen birtakım teknik modellerdir. Dolayısıyla bunların üzerinde aklı selim insanlarla anlaşmak mümkündür.
Bunun dışında, hırsızlık yapanın elini kesmeyecek miyiz, kadınları çarşafa sokmayacak mıyız, içki içenlere takibat başlatmayacak mıyız denirse, bunlar İslam’ın devlete söylediği evrensel ve ezelî değerler değildir. Bunlar, İslam’ın evrensel değerlerinin, ilk doğuş yıllarında nasıl hayata geçirileceğine dair ilk örneklerdir. Bunlar aynı zamanda tarihseldir. Bunlar üzerinde yeniden düşünmek, eğer onlarla adalet sağlanamıyorsa başka bir şey bulmak, neyle adalet sağlanıyorsa onu bulmak mümkündür. Burada bir esneklik söz konusudur. İlla benim adaleti sağlama yöntemim ve ahkâmım seninkini döver yarışına gitmenin bir âlemi yoktur. Eğer öyle olduğu zaman asıl mesele kaçırılıyor demektir. Asıl mesele, dediğim gibi, hep dönüp dolaşıp adalet meselesinde yoğunlaşmaktır ve bu her ne şekilde sağlanıyorsa şeriat odur.
Şeriat: Hukukun üstünlüğü
Dolayısıyla, şeriatı şu şekilde tanımlayabiliriz: Esasında şeriat, bugünkü dünya literatürüyle söyleyecek olursak, hukukun üstünlüğü demektir, yani bir hukuka bağlı olacağız, bir kaide olacak, bir kural olacak. Devletin kuralları olacak. Devletin millet ile ilişkisinin kuralları olacak. Devleti yönetmenin kuralları olacak. Ahbap-çavuş ilişkisi söz konusu olmayacak. Herkes, kızdığına göre ceza vermeyecek, sinirlendiğine göre mahkûm etmeyecek, o anki duygularına göre tavır geliştirmeyecek. Önceden belirlenmiş, evrensel ve değişmez, herkesin üzerinde ittifak ettiği kurallara hukuk diyoruz ve bu hukukun üstünlüğünü savunuyoruz.
Eskiden denirdi ki, şeriatın kestiği parmak acımaz. Bu hâlâ kültürümüzde vardır. Yani hukukun kestiği parmak acımaz, çünkü bu hukuku birlikte rıza göstererek uygulamıştık. Yine denmiştir ki, şeriat isteriz. Aslında bu, adalet isteriz, hukuk isteriz demektir. Yani nedir bu ahbap-çavuş ilişkisi, nedir bu keyfî yönetim, nedir bu herkes kendi kafasına göre devleti yönetmeye kalkıyor, yandaşlık yapıyor, peşkeş çekiyor, kendi adamlarını devlete sokuyor, kendi aşiret kurallarını, parti kanunlarını insanlara dayatıyor. Ne yaparız biz? Şeriat isteriz. Bütün bunların dışında hepimizin uyacağı bir hukuk var, o hukukun uygulanmasını isteriz. Dolayısıyla bu, keyfiliğin ve başıboşluğun ve ahbap-çavuş yönetiminin zıddıdır, hukuka dayalı yönetim. Dolayısıyla bugünkü tam karşılığı da bu. Eğer bunu bu şekilde anlarsak, ben hiçbir şekilde sorun olacağını sanmıyorum.
Dindarlığın ölçüsü
Bir insanın dindarlığının ölçüsü nedir? Bir insana, bu çok dindar, şu az dindar, şu iyi Müslüman, bu kötü Müslüman, takvalı Müslüman, takvasız Müslüman, demek için elde bir ölçü olması lazım. Ben bu ölçünün inançlarda ve bir dinin kendine özgü ritüellerini yerine getirip getirmemede değil, davranışlarda ortaya çıkacağını düşünüyorum. Yani siz hangi dinden olursanız olun, ister Hıristiyan olun, ister Budist olun, ister Yahudi olun, ister Zerdüşt olun, ister Müslüman olun, isterseniz soğana tapın, diğer insanla davranışınızın ne olduğuna bakılır, yani ben komşumun soğana tapıp tapmadığına değil, benimle nasıl komşuluk yaptığına bakmam gerekir. Eğer insanlarla davranışınız adalet ölçüleri içinde, doğruluk ve dürüstlük prensipleri çerçevesinde ise, siz hangi dindenseniz o dinin dindarı sayılırsınız. Benim dindarlık ölçülerim bu.
Mesela İslam’da namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi konular, esasında Kuran’da nüsuk olarak geçer ve bunlar birer ritüeldir. Her dinin bir ritüeli vardır. İslam’da da, en aza indirmekle beraber, ritüeller vardır, ama bu ritüellerin kişiyi toplumsal davranışa hazırlayan , eğitici, öğretici, kalıcı ve sürekli devam edici yönleri vardır. İnsanlar tavafa girerek, hacca giderek, orada siyah-beyaz, Doğulu-Batılı herkes bir evin etrafında yekvücut olarak, esasında eşitliğe alıştırılır. İnsanlar, şeytan taşlayarak, içindeki kötülüklere nasıl karşı duracağını öğrenir. Dolayısıyla, esasında hac, hacdan sonra başlar. Esasında oruç, bir ay boyunca aç kalma ritüeliyle size açlarla beraber olmak öğretilir ve esasında oruç, ramazandan sonra başlar. Geri kalan 11 ay boyunca, gideceksiniz, açları bulacaksınız, çünkü siz de açlığın ne olduğunu bir ay boyunca görmüştünüz.
Esasında namazda saf saf sıralanmak, tamamen bir eşitlik fikridir. Allah’ın kulları bir tarağın dişleri gibi, işte bu cemaatle namazda tarağın dişleri gibi dümdüz sıralandığımız gibi eşittir fikrini ontolojik olarak kabul edeceksiniz. Eğer bunu kabul etmez de ben ayrı bir ırka, ayrı bir cinsiyete, ayrı bir milliyete, ayrı bir insanlık kumaşına, başka bir tanrı tarafından yaratılmış bir cevhere sahibim diye, diğer insanlarla kendinizi ayırırsanız, bu eşitlik fikrinden koparsınız ve Kuran’a tamamen ters hareket etmiş olursunuz. Kuran-ı Kerim onları “fe veylün lil musallin”, vay o namaz kılanların, salat edenlerin hâline diye suçlamıştır. Demek ki bütün namazlar makbul değildir, bazı namazlar makbuldür, onlar da içinde öksüz olan, yoksul olan, toplumun zayıf kesimleriyle beraber olmayı bize öğütleyen, kibirden uzaklaşmamızı, güzel ahlaka sahip olmamızı sağlar tarzda kılınan namazdır.
Dolayısıyla, insanların önce davranışlarına bakılması gerekiyor. İyi bir Müslüman adaletli, doğruluk ve dürüstlük üzere olan ve komşusu açken kendisi tok yatmayan, yanındaki bakarken kendisi yemeyen kişidir. Eğer siz bunu içselleştirmişseniz, Kuran’ın ruhunu anlamış ve hayata döndürmüş, ete kemiğe büründürmüşsünüz demektir. Böyle olmadığı takdirde, kuru kuruya bir dindarlık ortaya çıkar ve insanlar şekil ile, kalplerinde ne olup olmadığını bilmediğimiz inançları ile, var mı yok mu tartışmasıyla birbirleriyle oyalanmış olurlar ki, şu anda Türkiye’de anlaşılan dindarlık ne yazık ki bu çerçevede ele alınıyor.
Ahbâr ve Ruhbân kimdir?
Kuran’da ahbar ve ruhban eleştirileri çok şiddetlidir. Bunlar o dönemde Yahudi ve Hıristiyan âlimlerini ifade ediyorlardı. Yahudi âlimlerine ahbar, Hıristiyan âlimlerine ruhban deniyordu ve bunlar din adamı oluyorlardı. Ancak, günümüzde ahbar ve ruhban kimdir? Ahbar “haber veren” demek, ruhban da “korkutan” demek. Eğer halkı kim çeşitli şekillerde korkutuyorsa, mesela açlıkla korkutan bir sermayedar, mesela yargılamakla veya öldürmekle veya cezaevine atmakla korkutan bir asker veya muhaliflerini sindirmekle korkutan bir siyasi veya halkın geneline ait bilginin kendine ait olduğunu, kendinde toplandığını ve insanların bu açıdan kendisine muhtaç olduğunu düşünen bir entelektüel, bir aydın, bunların hepsi zamanımızın ahbarı ve ruhbanı olurlar.
Eğer bir kimse bilgiyi kendide toplarsa, bu ilahî bilgi de olabilir, bana gaipten bilgi geliyor, bana Allah’tan bilgi geliyor, kutsal kitabın şifrelerini çözdüm, oradaki bilgiler bende, siz bunları bilemezsiniz diyerek, halkın bilemeyeceği şeylerin spekülatif bir alan yaratarak kendine ait olduğunu iddia eder ve bu bilgiyle insanlar üzerinde hegemonya kurmaya kalkarsa bu, Kuran’ın tam karşısına geçmiş olur. Eğer bir iktidar kanun gücünün gücünün bütünüyle kendine ait olduğunu, kendisinden sonra sülalesine, oğluna, hanedanına geçeceğini, kendi ideolojik grubu dışında iktidarı kimselere bırakmayacağını iddia eder, kendisinde veya çevresinde iktidarı toplar, bunun tekelini kurarsa ve bununla da insanlar üzerinde hegemonya kurmaya kalkarsa bu, Kuran’ın tam karşısında yer almış demektir. Aynı şekilde, serveti, altını, gümüşü, parayı, mülkü kendinde toplayıp, bunu başkalarına vermeyen ve bununla başkaları üzerinde hegemonya kurmaya kalkan kimse de Kuran’ın tam karşısında yer almış olur.
Eşitsizliği Allah mı dilemiştir?
Bu şekilde, bilgi, iktidar ve servet tekeli oluşturanları Kuran-ı Kerim sürekli eleştirir. Bunları eleştirmeyeni de eleştirir. Onların neden görevlerini yerine getirmediklerini özellikle ve ısrarla vurgular. Zaten tarihe baktığımızda, yeryüzündeki bütün mücadelenin bundan kaynaklandığını görüyoruz. İnsanların sahip olmadığı bir şeye sahip olarak, onlar üzerinde hegemonya kurmaya kalkma kurnazlığı… Ve bunu din adına yapanlar da var tabii. Din adına meşrulaştıranlar var. Bu noktada ortaya çıkan eşitsizliği Allah’ın kaderi veya takdiri olarak görenler var. Bunlar çok yanlış dinî düşüncelerdir. Böyle bir şey yok. Allah, Fussilet suresinin 10. ayetine göre, eşitliği takdir etmiştir. Yeryüzünde rızık ve rızık kaynakları insanlar arasında eşitçe bölüşülsün diye yaratmıştır. Buradan, Allah’ın eşitliği takdir ettiği, yani iradesini bu yönde beyan buyurduğu ortaya çıkar. Her kim yeryüzünde eşitsizlik yaratacak ilişkilere giriyorsa, her kim yeryüzünde eşitsizlik yaratacak düzenler kuruyorsa o, Allah’ın iradesine karşı geliyor demektir.
Hâlbuki, şu andaki din anlayışına göre, Allah eşitsizliği; eşitliği değil eşitsizliği takdir etmiştir. Eğer yeryüzünde böyle uçurumlar varsa, bu uçurumların sorumlusu, insanlar değil, düzenler değil, bizatihi Allah’ın bunu böyle takdir etmesidir diye söylerler. Bu da bir Emevi doktrinidir. Emeviler diyorlardı ki, bizim sizin başınızda bulunmamız Allah’ın takdiriyle olmuştur, kaza ve kaderde bu böyledir, dolayısıyla bize zalimdir diye karşı çıkarsanız ne yapmış oluyorsunuz, Allah’ın takdirine karşı çıkmış oluyorsunuz, yani kendisinin gök ile bağlantısını kurarak, Allah ile, insanlar üzerine hegemonya kurmaya kalkıyor, Allah’ın karizmasından yararlanarak, onu arkasına alarak, insanlar üzerine sulta kurmak istiyor. Bunlar hep din adamı ve ruhban davranışlarıdır ve Kuran’ın şiddetle eleştirdiği bir şeydir.
İhlas suresi ne anlatır?
Kuran’da kısacık bir sure vardır, buna İhlas suresi denir, Allah birdir, bölünmez bir bütündür, Allah doğurmamıştır ve doğurulmamıştır, hiç kimse onun benzeri ve dengi değildir, diye kısacık, İhlas suresi, tevhit suresi diye bilinir. Esasında bu surenin verdiği mesaj, çok siyasi ve politik bir mesajdır. O da şu: Bu sure gelmezden önceki bütün eski dünya dinlerinde sultanlar, krallar ve imparatorlar hep Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia ederlerdi ve derlerdi ki, biz Tanrı’nın oğluyuz. Firavun mesela, Tanrı’nın oğlu veya Tanrı’nın sağ gözü, gören gözü manasına gelir ve bununla halk üzerinde otorite kurar, hegemonya oluşturur. Mademki Tanrı’nın oğludur, o zaman o, Tanrı’nın mülküne ortak olmalıdır, tabii ki gökten yağan yağmur, yerden biten nebat, barajlar, nehirler, tarlalar, ekinler, şu uçsuz bucaksız Mısır’ın mülkü Tanrı’nın oğlunun olmayacak da kimin olacak diye düşünür ve insanlar bu şekilde buna itaat ettirilir. Mısır da böyleydi, Asurlular da böyleydi, Babilliler de böyleydi, Sümerlere kadar bütün bir yeryüzünde kendinin Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia ve ilan etmeyen bir imparator şu ana kadar gelmiş değildir.
Adalet Devleti
Devlet, bir adalet devleti olmalıdır. Adalet, denge demektir, eşitlik demektir, herkese, her kesime eşit mesafede duran devlet demektir. Yani siz uygulamalarınızda ve icraatlarınızda bir kesimi kayırarak hareket edemezsiniz, çünkü herkesten vergi alıyorsunuz. Gayrimüslim ile Müslim’i aynı kefeye koymak zorundasınız. Şii ile Sünni, Kürt ve Türk’ü aynı kefeye koymak ve eşitçe davranmak zorundasınız. Bu, adalet ve eşitlik devletinin bir ilkesidir ve devlete en çok yakışan da budur, devletin bana göre de bundan başka bir varlık gerekçesi yoktur. Dinler, mezhepler, etnik kökenler, cinsiyetler, bölgeler arasında dengeyi korusun, devletin imkânlarını, gücünü ve fırsat eşitliğini bütün kesimlere eşitçe davranarak dağıtsın.
Adalet mülkün temelidir. Her mahkemede yazılıdır. Bunu Hz. Ömer döneminde, Kadı Şureyh mahkemelere astırmış. El adlu esasu’l-mülk, adalet mülkün temelidir, yani adalet devletin temelidir. Devlet, adaletten ayrıldığı an gayrimeşru durumuna düşer. Adalet, eşitçe dağıtma, eşitçe muamelede bulunma, eşitçe davranma demektir. Bir siyasi davranış olarak adalet, bu manaya gelir.
İslam’ın devletten istediği şey, adaletle hareket etmesi ve herkese eşitçe yaklaşmasıdır. Bunun dışındaki konular, zaman içerisinde toplumların, sosyolojinin değişmesiyle beraber, İslam’ın içinden dinamik beyinlerin bunları yeniden yorumlamasıyla, sürekli olarak yenilenir, değişir. Adaleti sağlamaya yönelik uygun olan şey neyse onun peşinden gidilir. Başlangıçta söylediğim gibi, her nerede adalet uygulanıyorsa, velev ki hakkında bir ayet ve hadis bulunmasa da, velev ki dinî bir referansa dayanarak olmasa da, adaletin bizatihi kendisinin olması, orada İslam’ın olduğu manasına gelir. Eğer İslam’ı bu çerçevede, adalet temel perspektifinde anlarsak, Türkiye için de herhangi bir sorun teşkil etmeyecek, tam tersi, birleştirici bir manevi motivasyona aynı zamanda dönüşmüş olacaktır.
İslam’da cihad’ın anlamı
İslam’da cihadın anlamı, yeryüzünde insanları Müslümanlaştırmak değildir. Cihat, cehdetmek, gayret göstermek demektir. Bunun bir din misyonerliği yapmakla alakası yoktur. Yeryüzünde Müslüman sayısını artırmak diye bir gayesi yok İslam’ın. Yeryüzünün her bir köşesini bir darüsselam, adalet, barış ve esenlik yurdu hâline getirmek diye bir meselesi var. Buna Kuran-ı Kerim darüsselam diyor. Cihat, insanları Müslüman yapmak, dünyayı Müslümanlaştırmak için yapılan bir şey değildir. Bunun bir anlamı olmadığı şuradan belli ki, bugün yeryüzünde 1 milyar 20 milyon aç insan var ve bunların yüzde 60-62’ye varan oranı İslam dünyasında, yani ezan okunan yerlerde açların sayısı daha fazla. Sen kendi hâline bakmadan dünyayı Müslümanlığa girdirip de ne yapacaksın? İnsanlar sana şöyle sorarlar: Sen girdin de ne oldu? Sen önce kendine dön de bak. İnsanlar, bugün yeryüzüne baktığımız zaman, İslam dünyasının olduğu yerlerde bir zulüm, zorbalık ve diktatörlük, açlık, yoksulluk olduğunu görürüz. Neden? İslam dünyası bu hâline bakarak, dünyayı İslam’a mislama çağırmaya kalkmamalıdır. Çünkü sen kendine bak önce derler.
İslam’ı dünyaya anlatmanın en güzel yolu şahitlik yapmaktır. Yani iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, adalete, eşitliğe bizatihi kendi topraklarında tanıklık yaparak, bunları ete kemiğe büründürerek, bunların nasıl olacağını göstermek suretiyle, en büyük tebliği zaten sen yapmış olacaksın. Korkunun; siyasi, iktisadi korkuların olmadığı, özgürlüğün olduğu, ki özgürlük her şeyden evvel kişinin, kendi korkularını fethetmesidir, kendi korkularının esiri olan insanlar özgür olamazlar, bir ülkede bu korkuların önce kalkması lazım.
Mamon (para) mülkiyet ve Kapitalizm
Tarihin akışı içerisinde zaman zaman çeşitli izm’ler ortaya çıksa da, insanların temel davranış kalıpları ve temel yönelişlerinde pek bir fark olmadığını görüyoruz. Mesela örnek verecek olursak, eski çağlarda, Fenikeliler döneminde, aşağı seviyede düşük bir tanrı figürü olan Mamon, altın, başarı ve servet tanrısı demekti. Ama çağımıza geldiğimizde, özellikle adına kapitalizm dediğimiz sistemle, eski çağlardaki tanrı figürü Mamon’un çağımızda da âdeta baş tanrı hâline getirildiğini görüyoruz. Çağımızda sosyalizm ve komünizm tecrübelerinin de Soğuk Savaş döneminde bitmesiyle beraber, bir tek güç kalmış görülüyor. Bu, Çin’den Meksika’ya, Afrika’dan Orta Asya ülkelerine kadar, dünyanın her yanına bir kültür, medeniyet, servet, para ve mülkle ilişki kurma bakımından yayılmış bir anlayış, bir zihniyettir.
Bu açıdan bakıldığında, çağımızın tanrısının Mamon, tabusunun da mülkiyet olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Baktığınız zaman, her şey tartışılıyor ama bunlar tartışılmıyor. Mesela, Batı ülkelerinden “Tanrı öldü!” sesleri bile yükseliyor ama “Mamon öldü!” diye bir ses yükselmiyor. Bunun karşılığında mesela Batı’da ortaya çıkan İnsan Hakları Bildirgesi’ne baktığımızda, mülkiyet haklarından uzun uzun bahsediliyor ama insanların aç kalmama hakkı en temel bir hak olarak vazedilmiyor. Eğer siz yeryüzünde, Allah’ın mülkünden bir kısmına ortak oluyorsanız, onu ele geçirip bu benim diyerek diğer insanların aç ve yoksul kalmasına sebebiyet veriyorsanız, Allah’a şirk, ortak koşmuş oluyorsunuz.
Bu açıdan baktığımızda, İslam’da kelime-i şahadet esas itibarıyla Lehü’l-Mülk’tür, yani Mülk Allah’ındır. Önce bunu kabul edeceksiniz. Gökten yağan yağmurun, yerden biten nebatın, rızkın ve rızık kaynaklarının, madenlerin, ocakların, petrolün, doğalgazın, bütün meyvelerin, insanların arasında değer ifade eden, insanlara kuvvet veren her ne şey varsa, biz buna bütün anlamıyla rızık ve rızık kaynakları diyoruz, tamamının Allah’a ait olduğunu önce kabul edeceksiniz. Arkasından, sizin kendinize ait olan yegâne şeyin, emeğiniz ve alın teriniz olduğunu kabul edeceksiniz. Kuran bunu “Ve el leyse lil insani illa ma sea” diye açıklar, insan için alın terinden ve emeğinden başka hakkı yoktur.
Birileri bunu kabul etmiyor, tanımıyor, yeryüzünün orasına burasına sahip olmaya kalkıyor, yeryüzünün kaynaklarını kendi tekelinde topluyor, bilgiyi, iktidarı ve serveti kendinde toplayarak insanlar üzerinde hegemonya kurmaya kalkıyorsa bunlara Kur’an ilah diyor ve arkasından da Lailaheillallah diyerek, bunların ilahlık taslamalarını, insanların üzerinde hegemonya ve otorite kurmaya kalkmalarını reddediyor. Buna da kelime-i şahadetin ikinci bölümü diyoruz. Dolayısıyla önce Lehü’l-Mülk, arkasından Lailaheillallah ve onun ardından da Muhammed Resulullah, işte Allah’ın elçisi olan Muhammed bunu sağlamak için yeryüzünde peygamberlik yapmıştır, demiş oluyorsunuz. Bunu söyleyerek İslam’a girersiniz ve İslam’ın ana mesajı budur.
Bu çerçeveden baktığımızda, birkaç konu başlığı altında İslam’ın kapitalizm ile asla uzlaşmayacağını söyleyebiliriz. Mesela Fussilet suresinin 10. ayeti kapitalizm ile asla bağdaşmaz. Orada denir ki, Allah yeryüzünde rızık ve rızık kaynakları yarattı ve bunları dört mevsim boyunca sürekli yaratıp üreterek sizlerin istifadesine sundu ve ihtiyacı olan insanlar arasında eşitçe paylaşılmasını takdir etti, der. Bir başka ayette, Necm suresinin 39. ayetinde de emeğin hakkı ortaya konur ve denir ki, insan için emeğinden başka hak yoktur. Yine başka bir ayette de denir ki, sizden mallar zenginler arasında dönüp dolanan bir tahakküm aracı, bir devlet olmasın. Bu da Haşr suresinin 7. ayeti. Burada da malın, mülkün, üretim araçlarının belirli bir kapitalist sermayedar sınıf arasında dönüp dolaşmasına şiddetle bir karşı çıkma söz konusudur ve böyle bir iktidar, tahakküm ve devlet anlayışı Kuran’a tamamen terstir ve yabancıdır.
Hâlbuki üretim sadece kapitalist yöntemlerle olmak zorunda değil. Daha kolektif, daha paylaşımcı, ortaklaşacı üretim ve paylaşım düzenleri de kurmak mümkündür. Yine başka bir ayette de denir ki, senin namazın bize mallarımız konusunda dilediğimiz gibi hareket edemeyeceğimizi mi söylüyor, ey Şuayb? Bu da Hud suresi 87. ayet. Burada da, kişinin, malı üzerinde, mülkiyeti üzerinde mutlak hakkı olmadığı ortaya konuluyor. Hâlbuki, bir kapitalist düzende malın sahibi mülkü üzerinde mutlak yetkiye sahiptir, çünkü o onundur ve mülkiyet hakları tartışılmazdır.
İslam’da Lehü’l-Mülk ile yani mülkün Allah’a ait olduğunu söylemekle dine girdiğinize göre, en önemli konu budur. Nitekim Kuran-ı Kerim’in ismi dahi bunu bize verir: Kuran-ı Kerim, kerim, paylaşmak, bölüşmek demektir, paylaşmayı, bölüşmeyi emreden ayetlerin toplamından oluşmuş olan kitap demektir. Demek ki Müslümanlığın özü, temeli paylaşmaktır, elindekini başkasıyla paylaşmak, başkasında olmayan bir şeyi kendine yığmamak. Bu, en önemli konu olmuş oluyor. Kuran’da buna kenz deniyor ve şiddetle yasaklanıyor ve ateşle tehdit ediliyor, Tevbe suresi 34. ayette.
İslam’da kenz, şiddetli bir şekilde yasaktır ve en büyük haramlar arasında yer alır ve Müslüman zihin bu kenz kavramını, neredeyse unutmuş durumdadır. Yani saçının teli görünmesinden korktuğu kadar, mal biriktirmekten, altın yığmaktan korkmaz. Namazın vaktinin geçtiğinden korktuğu kadar, komşusunun aç yatarken kendisinin tok yatmasından korkmaz. Müslüman zihin, burada çökmüş vaziyettedir. Hâlbuki Kuran’ın en hassas olduğu konu budur.
Biri yerken diğeri bakmayacak, biri açken diğeri tok yatmayacak. Tam da Kuran’da söylendiği gibi, bir Fekku Raqabe, kölelere özgürlük çığlığına ihtiyaç var. Kuran bunu söylüyor ama insanlar bu kitabı mezarlarda okudukları için, burada ne yazdığını anlamıyorlar. Oysa Kuran, insanların üzerindeki boyundurukları atmak ve zincirleri kırmak için gelmiştir. Eğer sen bunu mezarda okursan, bu hiçbir zaman olmayacak demektir. Türkiye’deki burjuva sınıfı, zengin sınıfının topu topu rakamı 12 bin ailedir. Bunlar mı çok, yoksa 5,5 milyon insan asgari ücretle çalışıyor, 13 milyon 600 bin insan yoksulluk sınırının altında, bunlar mı daha çok? Villalar, kâşaneler mi daha çok, yoksa varoşlar mı daha çok? Patronlar mı daha çok, yoksa işçiler mi daha çok, emekçiler mi daha çok? Şehrin açları, yoksullar mı daha çok, yoksa şehrin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri mi daha çok? Fakat geniş halk yığınları, bu şımarmış ileri gelenlerin korkularıyla yaşıyor. Onlar, korkularını dahi kendi korkuları olarak insanlara yaymaya çalışıyorlar.
Müslamanlar ve sosyalist dünya
Zaman zaman, tarihin akışı içerisinde toplumlarda tedahüller olur. Tedahül, birbirine geçme demektir. Yani segmenter hâle gelmiş, dışarıdan bakıldığında bir bütün gibi görünen fakat birbirinden habersiz, ayrı dünyalarda yaşayan toplumlarda birileri çıkar ve her şeyi birbirine katar karıştırır. Türkiye’nin ben böyle bir şeye ihtiyacı olduğunu ve bunun çokça faydalı olacağını düşünüyorum. Yani sosyalistler İslam’ı okumalıdır, Kuran’ı gözden geçirmelidir, ama iyi niyetle. Dindarlar Marx’ı okumalıdır, sosyalist tecrübeleri yeniden gözden geçirmelidir. Sünniler Alevileri, Aleviler Sünnileri, Türkler Kürtlerin, Kürtler Türklerin dünyasına girebilmelidir. Burada yeni sentezler çıkacaktır. Eğer kesimler ayrı ayrı yaşamaya, birbirlerine duvar olmaya devam ederlerse, mahalle duvarlarını yıkamazlarsa, mahalle duvarlarının gerisinde kalırlar ve birbirlerine seslerini duyuramazlar ve oradan da yeni ve yaratıcı sentezler çıkmaz.
Oysa, ilerleyen toplumlara baktığımızda, yaratıcı sentezlerin; bir araya gelemez denilen şeylerin bir araya getirilerek, bunlar beraber konuşamaz denilen kimselerin bir araya gelip konuşarak büyük sentezler ürettiklerini ve yarattıklarını görüyoruz. Tarihe baktığımızda bunun örneklerinin olduğunu görebiliriz.
Türkiye’nin geleceği…
Türkiye, stratejik öneme haiz bir coğrafyada bulunan bir ülkedir, tarihsel bakımdan büyük avantajları vardır, devlet tecrübesi vardır, sosyolojisi kuvvetlidir, büyük bir Anadolu uygarlıklar sentezi içerisinden gelmektedir, ne tam Doğulu ne tam Batılı yere kendini sığdıramama gibi sancılar çekmektedir, ancak bütün bunlar Türkiye’nin dezavantajı değil, bana göre avantajıdır. Buradan, yepyeni bir dünya sentezi de çıkabilir. İnsanlığın aradığı şeylerin buradan çıkması da mümkündür. Bunun için yapması gereken şey, İstiklal Marşı’nda Mehmed Akif’in söylediği ilk kelimedir: Korkma! Korkularını yenerse Türkiye, şaha kalkabilir, ancak bu korkularını yenmesi lazım. Yani devlet milletten korkmaması lazım, Sağcı Solcudan, Solcu Sağcıdan korkmaması lazım, Laik Müslüman’dan, Müslüman Laikten korkmaması lazım, Türk Kürt’ten, Kürt Türk’ten, Alevi Sünni’den, Sünni Alevi’den korkmaması lazım.
Korkular ne yapar? Kişiyi esir eder. Korkular ne yapar? Bir ülkeyi esir eder. Şaha kalkacak, ileri doğru atılım gerçekleştirecek, ama korkudan yapamıyor. Reform yapacak ama korkudan yapamıyor. Dine açılacak ama korkudan yapamıyor. Kürt’e açılacak ama korkudan yapamıyor. Alevi’ye açılım yapacak ama korkudan yapamıyor. Ya şöyle olursa, ya böyle olursa, ya şu ya bu… Dolayısıyla ben Türkiye’de büyük bir potansiyel olduğunu düşünüyorum, bütün bu dinî çevreler, etnik gruplar, kimlikler, her biri Türkiye’nin güçlü pazusu hâline gelebilir, ancak korkularını yenmek kaydıyla.
Bunun da özetinin din korkusundan kaynaklandığını düşünüyorum. Bir memlekette eğer din rahatlıkla ve bütün yönleriyle tartışılabiliyorsa korkular büyük oranda yenilmiş demektir, çünkü din bir memlekette tartışılıyorsa diğer konular çoktan tartışılır, çünkü dindeki ötekileştirme, yaftalama, kâfir ilan etme, kanı canı malı ırzı helal sayma, diğer konularda pek yoktur. Dindeki, daha görünmez, daha gizemli, manevi ve kutsal olduğu için, çok daha serttir ve acımasızdır. Dolayısıyla eğer siz Allah’ı, peygamberi, şeriatı, Kitap’ı orta yere getirip, hakaret etmeden, anlama kastıyla rahat rahat konuşabiliyor, tartışabiliyor, bu konularda farklı yorumlar, değişik teviller oluyor ve insanlar birbirlerini güzelce dinliyor ve birbirlerinden yararlanabiliyorsa, o ülke çok büyük mesafe katetmiş demektir. Dikkat edin, korkuları içinde kıvranan milletler, dinî hoşgörüsüz olan milletlerdir. Burada bir hoşgörü olmayınca, diğer alanlarda hiç olmaz.
Türkiye’nin aydınları, din konusuna kafa yormuyorlar, dinden kaçıyorlar. Birisi laiklik diyerek kaçıyor, öbürü aman dinin kutsallığını yeryüzünün pisliklerine bulaştırmayalım diye kaçıyor, birisi diyor ki, hoca camide, aman dini karıştırma diyor, birisi, ikide birde ayeti ağzına alma, sen onu yorumlayamazsın diyor, şunlar daha iyi bilir diyor, dolayısıyla herkes kaçıyor. O zaman ne oluyor? Din kimse tarafından konuşulmuyor. Hâlbuki dinî konuların hayatın içine girmesi ve orada konuşulması gerekir. Yani daha açıkçası, İslam’ın, din derken burada İslam’ı kastediyorum, yaşadığımız hayatla test edilmesi gerekir, doğru olup olmadığı, insanların işine yarayıp yarayamayacağı orada ortaya çıkacaktır. Eğer mensup olduğumuz din sokaktaki adamın işine yaramıyorsa, bu din sadece cenaze merasimlerinde hatırlanıyorsa, mezarlarda okunuyorsa, o zaman ben ne yapayım böyle dini? Bu din, esas itibarıyla, diriyken, yaşarken, yönetiyorken, bölüşüyorken, kazanıyorken, birbirimizle ilişkilerimizde lazım.
Türkiye’nin hem Cumhuriyet’in korkularını, hem dindarların korkularını, hem Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin, askerin, sivilin korkularını yendiği takdirde büyük işler başaracağını ve çok büyük bir potansiyel oluşturacağını düşünüyorum ve Türkiye’nin İslam dünyasındaki yerine ve rolünü de şöyle görüyorum: Eski hâl muhal, ya yeni hâl ya izmihlal, demiş Said-i Nursi, bu çok beğendiğim bir sözdür, kimse Osmanlı’yı diriltmeye kalkmamalıdır, kimse İslam dünyasına halife olmaya, baş olmaya yeltenmemelidir, bölgemizle ve coğrafyamızla kaynaşmalı, yakınlaşmalı ve birleşmeliyiz. Dünyadaki diğer insanlarla, milletlerle, ülkelerle ilişki kurabilmeliyiz.
Türkiye’de şöyle enteresan bir durum var: Bir grup elit, nasıl oluyorsa, Türkiye’ye bunu çok görüyor. Osmanlı ile ilişkisini kesmeye, İslam dünyasına sırtını dönmeye kalkıştırıyor ve bunu yapamazsınız diyor. Kültürümüz, medeniyetimiz, uygarlığımız bu coğrafyada oluşmuş, dolayısıyla biz bu coğrafyadan kopamayız, bu coğrafyayla kaynaşmak, bu coğrafyayla beraber gelişmek ve yükselmek durumundayız. Tıpkı Fransa’nın Almanya’dan, İngiltere’den, Amerika’nın Batı ülkeleriyle ortaklaşa, kader birliği yaparak bir uygarlık, bir Avrupa Birliği, bir Batı uygarlığı oluşturdukları gibi. Bu, hem bölgenin hem de dünyanın yararına olan bir gelişme olacaktır diye düşünüyorum…
Hocam görüşleriniz ufkumuzu genişletiyor, insana bakışımıza merhamet katıyor. Teşekkür ederiz, minnettarız. Mehmet Uğur, Rotterdam.
Şeriat İslam Peygamberi'nin sözüdür. <br />Günümüze kadar gelen ''şeriat'' ın ise İslam Peygamberi'nin sözleriyle ve fiilleriyle kesinlikle alakası yoktur.<br />Şeriat diye dayatılan ise özellikle ortaçağ kabilelerinin gelenekleridir. Bu geleneklerin ise İslam ile alaksı yoktur. <br />Şeriat'ın peygamber sonrası tanımı belirli zümrelerin çıkarları için kurulmuş devlet
yararlaniyoruz hocom .Cok guzel.
Şimdilerde her alim, kendi mantığına dayanarak bir fetva veriyor? Böyle din mi olur? En basitinden, namazların kazasını ve kadının ay başı halini örnek gösterebiliriz. Hocalarımız, bunu yeni bulduk, şunu yeni bulduk deyip, farkında olmadan milletin itikadını sarsıyorlar. Sahabe ve sonraki nesillerin fark edemedikleri gerçekleri, şimdiki nesil buldu diyelim. Onun isabetli bir görüş olduğunu nasıl
din nedir?
İNSANOĞLUNUN EN BÜYÜK KEŞFİ…<br />İNSAN,YARATICI DİYE BİR ŞEY YARATTI..<br />ADINA DA TANRI,ALLAH,GOD,ZEUS….. DEDİ<br />VE DİN BU EVRENİN EN BÜYÜK YALANIDI…R(İÇİNDE AZ DA OLSA GÜZELLİKLER OLSA DA)
Sunneti seniyyeye tabii olun "Mecaz Ehli" olarak huzurla yasayin, ve Bitkisel seviyeden ileri bir adim atmayin bu size yeter.Seriati birebir tatbik edin hayatiniza.
sizi ilgiyle izliyorum..1 mayıs'la değil, daha eskiden beri..yukarıdaki yazınızın birkaç yerinde farklı toplumsal kesimleri tanımlamak isterken laiklik/islam , ikilemesini birbirinin karşısında duran, birbirinin karşıtı,dine bakışı farklı iki toplumsal kesimi tanımlayan anlamında kullanmışsınız..laik düşünceyi benimseyen bir insan olarak terminolojinizin bu detayına itiraz ediyorum..laik