Allah’a “Cenâb-ı Hakk” demişiz…
Ne büyük , ne muhteşem bir söz!
“Cenâb”: Saygınlık, yücelik ve ululuk ifade eden bir deyim.
“Hakk”: 1- Gerçek, gerçeğin ta kendisi 2- Doğruluk, hak, adalet…
“Cenâb-ı Hakk”: Büyük, Saygın, Yüce Gerçek, Doğruluk, Hak, Adalet…
Esmaü’l-Hüsna’dan olan el-Hakk Kur’an’da on yerde doğrudan Allah yerine, 218 yerde gerçek, doğru, adalet, hak anlamında Kur’an, İslam ve tevhid yerine, hisse, pay, borç, borçlu anlamında da insan (kul) hakkı yerine kullanıyor.
“Hakk” kelimesinin, Batı dillerindeki “realite” (gerçek, gerçeklik), “right” (doğruluk, dürüstlük) ve “justice” (adalet, doğruluk) sözcüklerinin karışımına tekabül ettiği söylenebilir.
Hint-Avrupa dil kökünde varlık (re), Latince’de varlık, nesne, şey (res), Orta Latince’de gerçek, nesnel (realis) olarak kullanılıyormuş, buradan Fransızca’ya ve İngilizce’ye gerçeklik, hakikat (realite) olarak geçmiş… Türkçe’de de bu manada kullanılıyor; realite, realize, realizm, reel, sürreel vs…
Arapça’da ise hak, gerçek, doğruluk, görev (haqq), gerçekleşmek, kesinleşmek (tahaqquq), hak etmek, müstahak olmak, hak kazanmak (istihqâq), araştırma, soruşturma, anket (tahqîqât), insan hakları (huqûqu’l-insâni), geçer, doğru, sağlam, kanuni, hakça (haqqanî), doğruluk, adalet, (haqqâniyet), dört yaşına giren deve ( hıqqa), gerçek, realite, hakikat, gerçeklik (haqiqat), gerçek, reel (haqîqî), esasen, gerçekten (fi’l-hagîga), haklı (muhıq) kelimeleri bu kökten…
***
Bu durumda hakk, soyut (verite) olanla somut (realite) olanın mutabakatını ifade ediyor. (Rağıp, Elmalılı).
Diyelim ki zihninizde soyut bir şeye inanıyorsunuz. Bunun gerçek ve doğru olduğunu nasıl anlayacağız? Zihinde olanı (verite), tarihte, hayatta ve tabiatta (realite) olanla test edeceğiz. Realitede olanla mutabık (uyumlu) ise işte o gerçektir, doğrudur.
Yani hayali olanı (umnî), sözlü olanı (kavlî) ve oluş halinde olanı (kevnî), birbiriri ile test edeceğiz. Gerçek olan (hakk) bunların mutabakatından çıkacak…
Bu durumda Allah’a el-Hakk (Gerçek) demek realitede olan/görünen değil; realite ile uyumlu olan Tanrı demektir. Kur’an ayetlerinin Hakk olması da realitede yaşanan sorunlarla uyumlu, onları çözmek için gelen, onlara gerçekçi çözüm yolları gösteren Kitap demek olur.
“Zihinlerde (verite) olan Allah’ı realitede göster, hani yok!” itirazı bu nedenle yanlıştır. Çünkü zihinde olanın realitede görülmesinden değil; realite ile uyumundan bahsediyoruz. Bu durumda Kur’an’ın realitedeki karşılığı demek, realite ile uyumu demektir. Kur’an’ın realitede görünmesi 7. yüzyılda yaşanmış bitmiştir ve biz o çağlarda yoktuk. Fakat Kur’an’ın realite ile uyumu örneğin “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı gömüldü?” sorusudur. Çünkü bu o günkü realitede görülen ve bugünkü realite ile de uyumlu olan bir sorudur. Nice kız çocuğunun hayatı hala diri diri mahvedilmiyor mu? Gelecekleri karartılmıyor mu? Uyuşturucudan tutun, fuhuş mafyalarına kadar nice kızın hayatı söndürülmüyor mu?
Realite ile uyumluluk derken bunu kastediyoruz.
Bu nedenledir ki İslam’ın bir gerçek hayat dini, Kur’an’ın da bir gerçek hayat kitabı olduğunu söyleyip duruyoruz. Buna uymayan İslam ve Kur’an yorumları ile yüzleşmeye girişiyoruz.
***
Demek ki biz adı Gerçek, Hak, Adalet olan bir saygınlığa ve yüceliğe (Cenâb) inanıyoruz.
Hal böyle olunca yeryüzünün en “gerçekçi” insanlarının Müslümanlar olması, dahası gerçekçiliği onların insanlığa öğretmesi gerekmiyor mu? Çünkü Tanrılarına “Cenâb-ı Hakk” (Büyük, Yüce Gerçek) diyorlar…
Hal böyle olunca yeryüzünün en hakka hukuka riayet eden, hak konusunda kılı kırk yaran insanlarının Müslümanlar olması, dahası hakkı ve hukuku onların insanlığa öğretmesi gerekmiyor mu? Çünkü Tanrılarına “Cenâb-ı Hakk” (Büyük, Yüce Hak) diyorlar…
Hal böyle olunca yeryüzünün en adaletli insanlarının Müslümanlar olması, dahası adaleti onların insanlığa öğretmesi gerekmiyor mu? Çünkü Tanrılarına “Cenâb-ı Hakk” (Büyük, Yüce Adalet) diyorlar…
İslam inancının mihverinde bunlarr olduğuna göre, tepeden tırnağa bütün dinin bu bakış açısı ile ele alınması, yaşanması ve insanlığa öylece sunulması gerekmiyor mu?
Fakat heyhat!
Yeryüzünün neredeyse en “gerçeklikten” (tarihten, hayattan ve tabiattan) kopmuş, hak, hukuk ve adaletten bihaber milletleri Tanrılarına “Cenâb-ı Hakk” diyenler…
Kalkmış “gavur” dedikleri milletlerden “gerçekçilik” (realizm) öğrenir, onlardan hak, hukuk, adalet dilenir hale gelmişler.
Yetmiyormuş gibi “Nereye gidiyorsunuz? Siz “Cenâb-ı Hakk’a” inanmıyor muydunuz? Demek inandığınız başka bir şeydi ya da galiba aslında inanmıyorsunuz. Gelin “Cenâb-ı Hakk’a” (gerçeğe, hakka, adalete) adam gibi inanalım, yaşayalım ve yaşatalım…” diyenleri de, Batıdaki realizmden etkilenmekle, modernist mülahazalar içinde olmakla suçlamazlar mı?
“Ne sırıtıyorsun, anlattığım senin hikayen” demiş şair…
Ben de diyorum ki: “Neden şaşırıyorsun, anlattığım senin iddian, davan: Cenâb-ı Hakk; Gerçek, Hakk, Adalet…”
Buna inananın doğrudan doğruya gerçekçi olması; tarihe, hayata ve tabiata yaslanması gerekmez mi?
Buna inananın dininin direğinin doğruluk, dürüstlük, hak, adalet olması gerektiği gayet normal değil mi?
Buna inananın “En büyük günah kul hakkı yemektir” demesi son derece doğal değil mi?
Merkez öyle olunca periferinin de böyle olması gayet tabiî değil mi?
Kaptan öyle olunca mürettebatın da böyle olması gerekmez mi?
Bir dinin tanrısı öyle olunca, inananlarının da böyle olması gerekmiyor mu?
***
Bakın Kur’an nerelerde Allah’a “el-Hakk” diyor. Aynı ayetler içinde el-Hakk nasıl tefsir ediliyor. Meal okumayı bıktırıcı hale getirenlere inat lütfen dikkatlice okuyun, bundan sıkılmayacaksınız…
* “Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik. Onda her tür uyarıyı apaçık yaptık ki belki onu okuyan Allah’ın öfkesini çekmekten sakınır veya titreyip kendine döner. Demek ki egemen olan Allah GERÇEĞİN TA KENDİSİDİR; yüceler yücesidir! Dolayısıyla vahyi bütünüyle okumadan Kur’an’dan sonuç çıkarmada acele etme ve ‘Rabbim bilgimi artır’ de.” (Taha; 20/113-114)
Yani: Kur’an’ı teberrüken okuyarak, içinde ne dediğini anlamadan, gerçeklik (tarih, insan, hayat ve tabiat) hakkında bilgi sahibi olmadan, kulaktan dolma, ayaküstü bilgi kırıntıları ile ayetleri yorumlamaya kalkma. “Rabbim bilgimi artır” de. “Gerçeği bana öğret, gerçeklikten beni koparma” de. Çünkü senin Rabbin ve apaçık ayetleri gerçeğin ta kendisi (el-Hakk) tır. O’na yaslanan yıkılmaz…
* “Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz; bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra atılıp saçılandan, sonra ilişip yapışandan, sonra da belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki olacak olanı ortaya çıkaralım. Böylece dilediğimizi belirli bir süreye kadar rahîmlerde tutar sonra bir bebek olarak çıkarırız. Artık kiminiz ergenlik çağına erişir, kiminize ölüm erken gelir, kiminiz de ne dediğini bilmez bunak bir ihtiyar oluncaya kadar yaşar… Yine yeryüzünü de kupkuru görürsün ama üzerine su yağdırdığımız zaman harekete geçer; kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. İşte bütün bunlar gösteriyor ki Allah GERÇEĞİN TA KENDİSİDİR. O, ölüleri kesinlikle diriltecektir! O’nun her şeye gücü yeter; bundan hiç şüpheniz olmasın. Kıyamet kesinlikle kopacak! Onda hiç şüphe yok. Allah mezarlarda yatan herkesi kaldıracak; bundan asla şüpheniz olmasın.” (Hacc:22/5- 7).
Yani: Ey insanlar! Eğer Allah’ın gerçeğin ta kendisi olduğunu anlamak istiyorsanız, bizzat yaşanan gerçekliğe bakın. Kendi doğumunuza, hayatınıza, ölümünüze bakın. Doğada yaşanan gerçekliğe bakın. Yağmurlar nasıl yağıyor, kuru toprak nasıl yeşeriyor, bitkiler nasıl bitiyor bakın… Bunlar nasıl gerçekse, yazdan sonra sonbahar, sonbahardan sonra kış nasıl geliyorsa, dünya hayatından sonra da ahiret hayatı öyle gelecektir. Bebek nasıl yaşlanıyor, doğururken ölen annenin bebeği nasıl yaşıyorsa, sizden sonra nasıl yeni insanlar yeryüzüne geliyorsa, yeryüzünden sonra da ahiret hayatı öyle gelecektir. Yalnızca ve sadece GERÇEK’tir hep yaşayan…
* “Onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan hiç şüphen olmasın ‘Allah’ diyecekler. De ki: ‘Bütün övgüler Allah’a aittir.’ Fakat çoğu bunun ne demek olduğunu bilmez. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Yegane övülmeye layık olan O’dur; bundan hiç şüpheniz olmasın. Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa, deniz de mürekkep, sonra buna yedi deniz daha eklense Allah’ın sözleri tükenmez. Allah çok güçlüdür, bilgedir; bundan hiç şüpheniz olmasın. Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de ancak bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir; bundan hiç şüpheniz olmasın. Allah’ın geceyi gündüze, gündüzü de geceye çevirdiğini görmüyor musun? Güneş ile ayı da emrine amade kılmış. Her biri belirli süreye doğru akıp gidiyor. Allah yaptıklarınızdan haberdardır; bundan hiç şüpheniz olmasın. Bu şundan: Allah GERÇEĞİN TA KENDİSİDİR. O’ndan başka çağırdıklarınız hepsi sahtedir. Ulu ve büyük olan yalnızca Allah’tır; hiç kuşku yok! Allah’ın lütfuyla gemilerin denizde nasıl akıp gittiklerini görmüyor musun? Böylece Allah size varlığına dair işaretleri gösteriyor. Bunda güçlüklere göğüs germesini bilen ve şükrünü eda etmek isteyenler için büyük dersler vardır; hiç kuşku yok! Bakın, denizde kimilerini dağ gibi dalgalar sardığında, hemen dine sarılıp Allah’a yalvarıp yakarırlar. Tehlike geçip de sağ salim kıyıya ulaştırdığında ise içlerinden kimileri hala kararsızdır. Zaten hiç kimse haince bir nankörlüğe kapılmadıkça ayetlerimizi bile bile inkâr etmez” (Lokman: 31/25-32).
Ayetleri böyle yoğun bir şekilde vermeme bakarak üzerinize bıkkınlık çökmesin. Dikkatle okuyun. İnsanı, hayatı ve doğayı nasıl tasvir ediyor, neye gerçeklik diyor görün. Yerleri ve gökleri yaratanın “Allah” olduğunu söylediği halde hepsi apaçık ayetler (gerçekler) olan insan, hayat ve doğadan kopmuş olanları anlatılıyor bu ayetler…
Onlar bir Allah’a inanırlar ama gerçeklikten kopmuşturlar. Gözlerinin önündeki gerçekliğe karşı sağır, dilsiz ve kör olmuşlardır. Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa, deniz de mürekkep, sonra buna yedi deniz daha eklense anlatmakla, öğrenmekle, bilmekle tükenmeyecek olan yaşayan gerçeklikten habersizdirler. Allah’ı, gecenin gündüze, gündüzün de geceye çevrilmesinde, güneş ile ayı emre amade kılmasında ve her birinin belirli süreye doğru akıp gitmesinde, gemilerin denizde nasıl akıp gittiklerinde yani açık tabiatta, yaşayan doğada ayetlerini göstermesinde aramazlar da cinde, peride, sırda, büyüde, tılsımda, kırklarda, yedilerde vs. ararlar. O inandıklarına da Allah derler. “Cenâb-ı Hakk” yani gözlerinin önünde ayetleriyle kendini gösteren gerçeğin ta kendisinden habersizdirler.
* “Hiç bir şeyden habersiz, kendi halinde namusuyla yaşayan mümin kadınlara zina iftirası atanlar dünyada ve ahirette lanetlenmişlerdir. Onları büyük bir azap bekliyor. Dilleri, elleri ve ayaklarının yaptıklarını dile gelip anlatacağı gün…O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı verecektir. Böylece onlar, Allah’ın her şeyi açığa çıkaran GERÇEĞİN TA KENDİSİ olduğunu bileceklerdir. (NUR: 24/23-25).
Yani: Namuslu kadınlara iftira atarak, insanları başka türlü göstererek, gerçeği saptırarak, apaçık gerçeği sahte (batıl) iddialarla görünmez hale getirmeye çalışarak gerçeklikten kopanlar boşuna uğraşırlar. Bir gün diller, eller, ayaklar dile gelip konuşacak ve gerçeği olanca yalınlığı ile ortaya dökecektir. Kimse gerçek neyse ondan kaçamayacak. Bütün ömrünü sahtekarlık (batıl) üzerine kurduğu halde gerçekmiş gibi kendini gösterenlerin foyası ortaya çıkacak, hak (gerçek) gelince batıl (sahte) yok olup gidecek, maskeler düşecek ve gerçek yüzlerine yüzlerine vurulacaktır. Bundan kaçış imkansızdır. Çünkü O’nun adı “Cenâb-ı Hakk’tır.
Neye inandığınızı iyi düşünün…
* “İman edenlerin Allah’ı ve O’nun katından inen GERÇEĞİN TA KENDİSİNİ hatırlamaları için titreyip kendilerine gelme zamanı gelmedi mi? Yoksa önceki çağlarda kendilerine kitap verilip de sonra üzerlerinden uzun zaman geçince günaha dalarak kalpleri katılaşanlar gibi mi olacaklar? (HADİD: 57/16)
Yani; iman iddiasında bulunanların “Cenâb-ı Hakk’ı” (gerçeği, hakkı ve adaleti) ve O’nun katından gelen gerçeğin, hakkın ve adaletin evrensel sesi Kur’an’ı hatırlamaları, ona dönmeleri ve onunla titreyip kendilerine gelme zamanı gelmedi mi? Yoksa önceki çağlarda kendilerine kitap verilenler gibi, aradan uzun zaman geçince gerçeklikten (tarih, insan, hayat ve tabiattan) koparak dinlerini tapınak dinine çevirenler, kitaplarını terk edenler, duvarlara asanlar, ölüler kitabı haline getirenler, cenaze ritüeli haline sokanlar, haktan ve adaletten sapanlar, günaha dalanlar, inançlarını hurafe çöplüğüne döndürenler, sanki Allah yokmuş gibi yaşayanlar, sanki Kur’an bize seslenmiyormuş gibi arkasına bakınıp duranlar, sanki Kur’an bize değil de duvarlara okunuyormuş gibi kalpleri kaskatı kesinler gibi mi olacaklar?
***
Kur’an ondört asır önce soruyor bu soruyu, dikkat ediniz.
“Ya bunlar da öncekiler gibi olursa?” diye soruyor. “Bu Kitap yine mi terkedilecek, yine mi boşlukta kalacak, yine mi “ölü metin” haline gelecek” diye endişelerek soruyor.
“Yoksa siz de mi, yine mi?”
Şu soruya bakar mısınız!
Ne yazık ki öyle…
Yine öncekiler gibi oldu, yine terk edildi, yine boşlukta kaldı, yine ölü metin haline geldi.
Yine gerçeklikten koptu.
***
Gelin “Cenâb-Hakk’a” (Gerçeğe, Hakka, Adalete) yeni baştan iman edelim. İmanımızın mihverine bunu koyalım ve buna göre tepeden tırnağa Allah, kitap, peygamber ve din anlayışımızı yenileyelim. İnsana, tarihe, hayata ve tabiata dönelim.
Gelin dönelim gerçeğe, adalete, hakka
Mecburdur bütün geceler çıkar sabaha
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol…
Bu öyle ir paradigma ki her şey sil baştan gibi.Devrimciliği de u ya zaten.sorumluluk başlattırıcı.Gerçekten imanı görebildiğimiz zaman,idrak edebidiğimiz anda omuzlara gayetn hoş bir ağırlık çöküyor ama ayaklarımızı batırmayan aksine coşturan.Veletken tanrı kavramı güneş sisteminin tepesınde durup da herseye ayar çeken zeus kılıklı biri gelirdi aklıma.Lakin herkesin aklında bir imaj bir tanım
…vicdanın susturulamaz sesleri bunlar…