Nazım Hikmet’in, çok sevdiğim “Davet” şiirinde geçen mısrayı makaleye başlık yapmam da anlaşılacağı gibi konumuz cennet ve cehennemMalum, ahiret yani ölülerin “start almış yarışcı gibi” mezarlarından kalkmasıyla başlayan haşr, mahşer, hesap, mizan, cennet ve cehennem inancı İslam maneviyatının temelini oluştur.
Diğer bir çok konuya olduğu gibi bu konuya da “Yaşayan Kur’an” perspektifinden bakmamız gerekmektedir.
Acaba cennetin ve cehennemin uhrevî olmakla beraber dünyaya bakan yüzleri de olabilir mi? Yani Kur’an’daki cennet cehennem tasvirlerini yaşayan yüzleri ile beraber de anlayabilir miyiz?
Ben bunun mümkün olduğunu düşünüyorum.
Bakın nasıl…
Bütün dinlerde cennet ve cehennem inançları vardır. Anlatması uzun sürer, bize en yakın olduğu için Yahudilik ve Hristıyanlıktaki cennet ve cehennem algılarından başlayalım.
Yahudilikte cennet Tanrı’nın İsrailoğullarını içinden bal ve süt akan vaat edilmiş topraklara kavuşturmasıdır. Cehennem de İsrail’in itaatsizliği sonucu Tanrı’nın onları işgal, kıyım, deprem vs. ile cezalandırmasıdır. Cennet İsrail’e bu dünyada verilen ödül ve mutluluk, cehennem de ceza ve azaptır. Tevrat’ın örneğin Yeramya 30. bölümünü okuyun bunu açıkça görürsünüz.
Hristıyanlıkta ise cennet ve cehennem daha çok İsa’nın geri dönüşü ile ilgilidir. Cehennem İsa’nın yokluğunda insanlığın çektiği azaplardır. İsa’nın gelişiyle “göksel egemenlik” kurulacak ve dünya cehennemi cennete dönüşecektir. Kur’an’daki kıyamet sahnelerinin, Yahudilikte İsrail’e verilen belalara dönüşmesi gibi, Hristıyanlıkta da İsa’nın geri gelişi anındaki göksel olaylara dönüştüğünü görüyoruz: “İşte bulutlarla geliyor. Her göz onu görecek. Onun bedenini deşmiş olanlar bile. Onun için dövünecek yeryüzünün bütün halkları. Evet, böyle olacak! Amin.” (Yuhanna’nın Vahiyleri: 7)
Görüldüğü gibi Yahudiliğin, cennetin ve cehennemin “bu dünyaya” yönelik yüzünü görmeleri doğru fakat bunun Tanrı’nın İsrailoğullarına özel ceza ve mükafatı olarak görmeleri yanlıştır. Oysa dünyadaki cennet ve cehennem tüm insanların kendi elleriyle yaptıklarının bir sonucudur. Keza cenneti ve cehennemi Tanrı’nın İsrail ırkına cezası veya mükafatı olarak görmeleri, bu yüzden de eğer varsa bile ahiretteki cehenneme sayılı birkaç gün dışında girmeyeceklerine inanmaları ise tümüyle yanlıştır. Birazdan geleceği gibi dünyadaki cennet ve cehennem “tüm insanların” kazanımları, ahiretteki ise Allah’ın ne bir eksik ne bir fazla tüm yapılanların karşılığını vermesidir.
Keza Hristıyanlığın cehennemi “zulümle dolmuş dünya”, cenneti de “adalet, barış ve esenlikle dolu dünya” dünya olarak algılaması doğru fakat bunu “İsa’nın geri dönüşüne” bağlaması yanlıştır. Her kim dünyayı zulümle doldurursa cehennemden bir köşe, adalet, barış ve esenlik yurdu yaparsa cennetten bir köşe yapmış olur. Bu yaptıklarının karşılığını da ne bir eksik ne bir fazla ahirette görür. Bu hususta kimseye ayrıcalık verilmemiştir.
***
Kur’an’a gelince… Tüm cennet ve cehennem tasvirlerinin dünyada bildiğimiz, bize hiç de yabancı olmayan tasvirler olduğunu görüyoruz: Altından ırmaklar akan evleri, bardakları, kadehleri, mis gibi içeçekleri, fışkıran pınarları, yaslanılan sedirleri, yastıkları ve göz aydınlığı eşleri (huri’l-ıyn) vs. ile cennet…
Yükselen alevleri, nar gibi kızaran ateşi, gürül gürül yanan yakıtı, yakıtı insanlar ve taşlar (kömür, petrol, benzin, zift vb.) olan ateş çukurları, yüzleri katran karası olmuş mücrimleri vs. ile cehennem…
Bu arada hur’il-ıyn “gözlerinden beyazlık/ışık saçan” demektir. Havâriyyun (Beyaz elbiseliler) kelimesinden de anlaşılacağı gibi hûr/hâr beyaz, ayn da göz demek. Türkçe’de “gözümün nuru, gönlümün sevinci” dediğimiz manayı çağrıştırır. Erkek kadına, kadın da erkeğe kullanabilir. Dolayısıyla en doğru çeviri “göz aydınlığı eşler” olabilir… Kur’an’ı tefsir edenler daha çok erkekler olduğu için “iri gözlü, beyaz yüzlü, gözlerini erkeklerinden ayırmayan huriler/kızlar” olarak çevrilmiş…Tabi erkek kadının gözünün nuru, gönlünün sevinci olamayacağından ve de gözleriyle hep etrafı kesip duracağından, o öyle olmak zorunda değil (!)…
Şu halde, İslam, maneviyatı bu tasvirlerle örülü “kıyamet ve ahiret günü” üzerine kurmuş oluyor. Kur’an öteki dinlerde ki gibi maneviyatı cinler, ifritler, ruhî varlıklar, kehanet, sır, büyü, tılsım ve mucizeler üzerine kurmamıştır.
Gelecekten haber vererek “şok” bir iddia ile “ölüler dirilecek!” (haşr), “tüm insanlar yaptıklarının hesabını vermek için Allah’ın huzurunda toplanacak!” (mahşer), “cennete veya cehenneme girecek!” demiştir.
İşte geleceğe (ahirete) yönelik bu olaya Kur’an ölülerin mezarlarından ayağa kalktığı gün (yevmu’l-qıyame), saatin dolduğu, vaktin sona erdiği gün (yevmu’s-sa’a), yeniden dirilme günü (yevmu’l-baas), iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, mü’min ile münkirin ayrıldığı gün (yevmu’l-fasl), ilahi yargılamanın başladığı, cezanın ve mükafatın verildiği gün (yevmu’d-din) vb. diyor…
Artık bunlar “iman” olmaktan çıktı, heyecan yaratmayan, sönük ve kuru bir “itikat”a dönüştü…Oysa Kur’an’ın ilk indiğinde Mekke’yi sarsan tabiri caizse “şok” iddiası buydu! Hani deprem kahinleri, mecnunlar, medyumlar, şifreciler televizyona çıkıp “şok açıklamalar”, “gündeme bomba gibi düşen iddialar”da bulunuyorlar ya, öyle…
Halbuki insanoğlu her Allah’ın günü bir taraftan mezara gömülüyor, aynı anda bir başka doğumevinde dirilmiyor mu? Cenazede ağlıyor, aynı anda bir başka düğün evinde gülmüyor mu? Birisi aç sabahlıyor, diğeri tok kalkmıyor mu?
Sahabe buna sanki bir saat sonra hatta “hemen, şimdi” olacak ve “ansızın” geliverecek diye inanıyordu. Bunun korku ve titremesi (haşyet/huşu) içinde yaşıyordu.
Bu şu demek: Allah’ın üzerimizde deverân eden yaşayan günlerini (eyyâmullahı) cennete çevirirsen “o son günün” (yevmu’l-ahir) cennet bahçelerinden bir bahçe, cehenneme çevirirsen cehennem çukurlarından bir çukur olur!
Yani tek bir son gün (yevmu’l-ahir) değil: hep birbirinin içinden çıkıp gelen son günler (eyyâmu’l-ahir) vardır. Bu durumda “son gün” günlerin sonundaki en son gün oluyor.
***
Demek ki ahirete iman, nehirlerin denize doğru akması gibi Allah’ın günlerinin (eyyamullah), en son güne (yevmu’l-ahire) doğru aktığına iman oluyor. Yani sabahın öğleye, öğlenin akşama, gecenin gündüze, kışın yaza, bugünün yarına, yarının ertesi güne, ayın ertesi aya, yılın ertesi yıla, yaşamın ölüme, sıhhatin hastalığa, zenginliğin yoksunluğa, kürkün kefene, ağlamanın gülmeye, gülmenin ağlamaya, tarihin geleceğe, dünyanın ahirete doğru akması…
Biz bu günleri yaşıyoruz, içindeyiz.
Günlerle birlikte akan biziz.
Demek ki ahirete iman, yaşadığımız günü fark ettiğimiz an başlıyor. Akıp giden günlerin farkında olmayanlar bunun için hüsrandadır. Allah’ın günlerinin içinden geçtiği halde işi son güne bırakmak, ahiret gününü dünyanın sonu ile sınırlayarak “Daha çok var, kim öle kim kala” dercesine ileriye ertelemek hayatı ıskalamak, yaşayan günlere gözünü kapamaktır. Bu, bir insanın nefes alıp verdiği halde havanın veya bir balığın içinde yüzdüğü halde denizin farkında olmaması gibidir. Halbuki günün de sonu var, ömrün de sonu var, sağlığın da sonu var, servetin de sonu var, ağlamanın da sonu var, gülmenin de sonu var…
Bunların sonunu düşünemeyen, dünyanın sonunu düşünse ne olur? Kur’an der ki: “Dünyada kör olan, dünyanın sonunda (ahirette) iki kere kördür.”(İsra; 17/72). Yani Allah’ın yaşayan günlerine (eyâmullaha) kör olan, en son günde (yevmu’l-ahir) zifiri karanlıkta kalakalır…
Yine Kur’an der ki: “Yaşatan da öldüren de, ağlatan da güldüren de, zengin eden de yoksul eden de, erkeği ve dişiyi çift olarak yaratan, sonra yeniden yaratacak olan da O’dur” (Necm; 43-48).
Eski dünya dinleri bunların her birinin ayrı tanrısı olduğuna inanırdı. Cinler, ifritler ve ruhlar bu tanrılar adına insanlara musallat olur; kimini öldürür, kimini ağlatır, kimini erkek, kimini dişi yaratırdı. Bu cinler ve ifritler hayatın içinde cirit atardı. Üstelik bunlarla ilişki içinde olduklarını söyleyen kimileri de insanların korku, acziyet ve umutlarını kullanarak buradan rant devşirirdi. Kur’an işte bu ayetle hepsini silip süpürüyor. Yaşarken, ölürken, doğarken, ağlarken, gülerken, zengin olurken, fakir olurken vs. hayatın her iniş çıkışında, yaşamın her cıvıltısında Allah ile birliktesiniz, kimseden korkmayın diyor.
Öyle ya bugün tüm sanatın, edebiyatın ana konusu yukarıdaki ayette geçen yaşamak, ölmek, ağlamak (hüzün), gülmek (sevinç), erkek-kadın, zenginlik, yoksulluk değil mi? Allah’ın günleri bunlarla geçmiyor mu?
Demek ki bunlardan konuşmak Allah’tan konuşmak demektir! Bunlarla ilişiği kesilmiş bir Allah tasavvurunun içi boştur. Bunlarla içi doldurulmamış bir din gerçek hayat dini değildir…
***
İşte cennet ve cehennemin dünyevî yüzü olduğunu buradan girerek vurguluyoruz. Yani bunlar hepimizin başına gelebilir. O kadar da emin olmayalım. Hayatı garanti görmeyelim. Öldüğümüzde isyan, ağladığımızda kahır, güldüğümüzde gafil olmayalım. Erkeğiz diye böbürlenmeyelim, güzelim diye kasınmayalım, başarı kazanınca şımarmayalım, yalnız kalınca ye’se kapılmayalım. Bunlar Allah’ın günleridir insanlar üzerinde döner durur. “Başarılar gelir geçer asaletin yeter bize…”
Demek ki ahiretten haber vermek Allah’ın insanlar üzerinde dönüp duran bu günlerini haber vermektir. Yaşayana öleceksin, ağlayana güleceksin, zengine yoksul olabilirsin demek… Sağlıklıya hastalığı, gence ihtiyarlığı hatırlatmak… Asude gölgeliklerde yaşayana içine düşeceği ateşi, ocağına ateş düşmüş olana mutlu günleri haber vermek… “Bana bir şey olmaz” diyene bir afete maruz kalabileceğini, ölüp mezara girerek kendini unutturacağını sanan zalime orada bile kurtulamayacağını, hesap için diriltileceğini, dünyayı ebedi sanana dünyanın da sona ereceğini haber vermek…
Peygamberlerin “inzâr” dediği şey buydu. Yani olmakta olanın, gelmekte olan günlerin, bazen sana bazen bana üzerimizde dönüp duran Allah’ın günlerini haber vermek… Ölümün, afetin veya kıyametin ansızın başımıza gelebileceği konusunda uyarıda bulunmak/uyanışa çağırmak… Peygamberlerin inzârı ile, kahinlerin, mecnunların, medyumların, cincilerin, falcıların, şifrecilerin kehaneti arasındaki fark anlaşılıyor olmalı…
İnkarcılar bu tür uyarıları duyunca “Şu, un ufak olmuş, toza toprağa karışmış kemikler yeniden dirilecek öyle mi? Bunlar efsane, eskiden beri söylenip duran masal; başka bir şey değil” dediler. “Eğer doğru söylüyorsan, söylediğin şey hemen başımıza gelsin de görelim” diye üste çıktılar. Peygamberimiz de dedi ki “Devran dönüyor, bekleyin (hazır olun) ben de beklemekteyim (hazırlıklıyım)…”
Demek ki ahiret gelecekle ilgili bir tartışma olmaktadır. Çünkü peygamberler gelecekte bir şey olacağını, onun çok büyük, insanlık çapında bir olay olduğunu söylüyorlar. İnkarcılar da gelecekte böyle bir olayın mümkün olmadığını, şu gördüğümüz dünyanın hep böyle devam edeceğini, ölenlerin bir daha dirilmeyeceğini, yerin ve göğün şimdi neyse gelecekte de hep öyle kalacağını söylüyorlar.
Bu durumda ahiret sürekli yeniden yaratılışa, oluşa, dönüşüme, yenilenmeye iman oluyor. Öyle ki şu gördüğümüz alem bile dönüşecek, ölüler bile yeniden dirilecek, bu devran hep böyle gitmeyecek demiş oluyorsunuz.
Öte yandan ahiret inancı mü’mine batıda olduğu gibi “varlığa hapsolan” veya doğuda olduğu gibi “varlıktan kopan” değil; “varlığı zorlayıcı bir içkinle aşan” ufuk kazandırıyor. Mevcudu kabullenmeyi, daha iyisinin artık olamayacağı, kaderimizin bu olduğu inancını “bütün her şey değişecek, yeniden vucuda gelecek ve bu sizin elinizde (herkesin kaderi boynuna asılmış)” diyerek aşıyor.
Bakınız, “Allah’a ve ahiret gününe iman” eski dünya dinlerinde varolanı kabullenme, kast sistemlerini aşamama, kader tanrılarından kaçamama iken, gerçek hayat dinide “mümkündür, olabilir, aşılabilir, değişebilir” e nasıl dönüşüyor…
***
Şimdi…
Ahiret (cennet, cenennem) inancının Kur’an’da kendi ellerimizle yaptıklarımızın bir sonucu olarak ifade edildiğini görüyoruz: “Bu sizin kendi eserinizdir. Allah kullarına asla haksızlık etmez.” (Al-i İmran;3/182).
Çağlar boyunca bu uyarı (inzâr) hiç değişmemiştir. Onun için bütün peygamberler uyarıcı/uyanışa çağıran (münzir) dirler.
Nedir uyardıkları/uyanışa çağırdıkları?
Üç şey: ölüm, afet (azap/helak) ve kıyamet!
Kur’an’da uyarıların hep bu üçü etrafında döndüğünü görüyoruz. Bu, hiçbir ayrım yapılmaksızın bütün insanlar için geçerli. Çağrı tüm insanlığa…
Yahudilikte bunun “seçilmiş ırk”, Hristıyanlıkta da İsa’nın geri dönüşü ile ilgili “vekaleten kefaret” inancına kaydırıldığını görüyoruz.
Kur’an’da ahiret ise, az önce geçtiği gibi tüm insanlara, içinde yaşam, ölüm, ağlama, gülme, zenginlik, yoksulluk, kadın erkek tüm deverânı ve cevelânı içinde Allah’ın günlerine (eyyamullaha) iman etmektir. Dünya ve ahiret hayatının tüm evreleri Allah’ın günlerini oluşturur. Bu manada hayat tektir. Yakınımızda olan, içinde yaşadığımız hayat (hayatu’d-dünya) ve en sondaki hayat (hayatu’l-ahire). Bu nedenle ahire iman, Allah’ın günlerinden biri sone ererken diğerinin de gelmekte olduğuna inanmak demektir. Bu günlerden en haşmetlisi de en sondaki gün (yevmu’l-ahir) dir.
Görüldüğü gibi İslam’da ahiret inancı, dünya sürecine hapsolarak veya dünya sürecinden koparak değil; sürecin içinden geçerek kazanılmaktadır. Geleceğe iman, yarınlardan umudunu kesmeme, ileriye bakış, ileriyi, daima ileriyi düşünüştür. Allah’ın günlerinin hayatın deverânı ve cevelânı içinde tecelli ettiğine, birinden diğerine geçme, birini diğerine inkılap ettirme gücünün ellerimize verildiğine imandır. Öyle ki son gündeki cennet ve cehennem dahi önceki günlerde kendi ellerimizle yaptıklarımızın karşılığıdır. Çünkü sonraki günün tohumu önceki günün içindedir. Günler bu anlamda birbirinin içinden çıkar. Kur’an buna “felak” diyor: “De ki: Yarılarak çıkanın rabbine (Rabbu’l-felak) sığınırım…” (Felak; 113/1).
***
Peki, cennet ve cehennem nasıl kendi eserimiz oluyor?
Şöyle…
Önceki günlerde güldüren “o son gün de” gülecek…
Önceki günlerde ağlatan “o son gün de” ağlayacak…
Yaşatan yaşayacak, öldüren ölecek…
Kahreden kahrolacak, sevince boğan sevince boğulacak…
Mutlu eden mutlu olacak, azap çektiren azap çekecek…
İnsanların dünyasını cennete çeviren cennete, cehenneme çeviren cehenneme girecek…
Demek ki hep sanıldığı gibi dünyadan el etek çekerek, sırf tapınakta ibadet (aslında nüsuk) ile meşgül olarak cennete girmek diye bir şey yok!
Yaptığın nüsukları “Bunları (insanların dünyasını sevgi, merhamet, iyilik, güzellik, doğruluk, adalet, barış, esenlik amel/eylemleriyle cennete çevirme çabalarını) sana neyin yaptırıyor?” diye sorulunca söyleyeceksin…
“Nefis tezkiyesi” nasıl maldan verip vermediğinizle ilgili ise, cenneti hak etme veya cehenneme müstahak olma da, insanların dünyasını (Allah’ın günlerini) cennete veya cehenneme çevirip çevirmediğinizle ilgilidir. Peygamberimiz “Kıyametin koptuğunu görsen dahi (o son günde bile) ağacı dik” buyurmuş. Cennete girmek için ağaç dikmekten (son dakika gölü!) değil; ağaç diktiğin için ağaçla karşılanacaksın, ondan bahsediyor. Çünkü ne ekersek onu biçeceğiz.
***
Bakınız, Kur’an mu’minleri dünyayı cennet yurdu yapmaya çağırıyor: “Allah dâru’s-selâma çağırıyor.” (Yunus; 10/25)
Bu ayet evlerden mahallelere, şehirlerden ülkelere, bölgelerden kıtalara tüm “yeryüzünü” adalet, barış ve esenlik yurduna çevirmeyi ifade eder. Bunun yolu sevgi ve merhametle başlayarak, iyilik, güzellik, doğruluk, esenlik ve adalet için çaba göstermekten geçmektedir. Bu amacı amaç bellemeyen, bu hedefe koşmayan, bunun için çaba harcamayanın ahirette görüp gereceği koskoca bir hüsrandır. Demek ki evrensel adalet, barış ve esenlik yurdu (dâru’s-selâm) bir insanlık ülküsüdür. (bkz. “Darus’selam’a hoş geldiniz” başlıklı makale).
Şu halde evini cennetten bir köşe yapanları, mahallesinde cennet rüzgarları estirenleri, şehrine/ülkesine cennet esenliği, barışı, adaleti ve paylaşımı getirenleri cennet bekliyor. Onlara “İşte yaptıklarınız” denecek. Bunlar için çok uğraşıp da ömrü vefa etmemiş veya bir şekilde engellenmiş olanlara “Bunun için çok uğraştınız, yapmaya çalıştığınız bu muydu?” denilerek o çok istedikleri şey ödül olarak verilecek… Öyle ya ödüllerin en büyüğü de bu değil midir? Çok istediğiniz, bir türlü gerçekleştiremediğiniz bir şeyin, her şeyin bittiğini sandığınız bir anda karşınıza ödül olarak çıkması…
Keza evinde cehennem rüzgarları estirenlerin, mahallesini pislik içinde bırakanların, öksüzü ve yetimi hor görerek hiçe sayanların, ezilenleri/yoksulları “ıskarta” ve “seri sonu” yerine koyarak adam yerine koymayanların, devleti yönetmeyi insanların başına “zebani” kesilmek sananların, halkına cehennem hayatı yaşatanların, kan, fesat, işgal, kıyım ve savaşlarla yeryüzünü ateşe verenlerin görüp göreceği kendi elleriyle yaptıklarından başka bir şey değildir. Yani pislik içinde bırakma, hiçe sayılma, ıskarta, seni sonu, adam yerine konmama, zebani, kıyım, alev, ateş; cehennem… Onlara da “İşte eseriniz” denecek; “ömrünüz bunlarla geçti, başka ne bekliyordunuz?”…
Demek ki dünyayı “yaşayan cennete” çevirmeden veya çevirmek için çalışmadan vaat edilen cennete giremeyiz. Yeryüzünü yemyeşil bahçe (cennet) yapmak yani esenlik, barış, adalet, kardeşlik, paylaşım yurdu (daru’s-selam) yapma davası bunun için son güne kadar sürer. Dünya yemyeşil bir insanlık bahçesi olsun, insanlar böyle bir dünyada yaşasın diye son gün bile olsa o ağacı dikeceksin. Çünkü diktiğin her ağaç kendi cennetinin ağacıdır.
Demek ki dünyayı “yaşayan cehenneme” çevirenler kendi yaktıkları ateşten başka bir yere girmezler. Dünyayı ateşe verenlere, insanlara alev alev acı çektirenlere son gün bile olsa odun taşımayacaksın. Çünkü taşıdığın her odun kendi cehenneminin odunudur.
Bu nedenle Cebrail’i olmayan bir vahiydir bu söz: “Bu cennet bu cehennem bizim!”
çok güzel bir yazı.inşallah herkez hakettiği yere gider.