“Kur’an’a kalpsiz dünyanın
kalbi olarak bakın”
R.İhsan Eliaçık, Destek yayınlarından çıkan ‘Sosyal İslam’ kitabında, son yıllarda medyada ifade ettiği ve geniş ilgi gören fikirlerini açımladığı makalelerini topluyor. İslamiyete ve onun kaynaklarına, barışcıl ve adil bir dünyanın kurulabilirliği üzerinden yaklaşmaya çalışan yazar http://ihsaneliacik.blogspot.com adresinde @ihsaneliacik isimli twitter hesabında güncel olarak fikirleriyle yer alıyor…
Bir roman kahramanına ilham verdiniz. Hatta biraz daha fazlası… Mehmet Eroğlu’nun ‘Emine’ romanındaki ‘Hasan Hoca’ karakterinin sizden esinlenilerek kurgulandığı biliniyor. Bu size ne hissettiriyor?
Biraz tuhaf tabi. Geliştirmeye çalıştığımız söylem gayet başarılı bir kurgu ile edebiyat tarihine girdi. Karakterlere ilham verdi. Bu, şahsımdan ziyade söylemin gücünü gösterir.
Mehmet Eroğlu’nun romanındaki siyasi tartışmalardan biri olan, müslümanlarla solcuların demokrasi ve sınıf mücadelesinde kolkola girebileceği tezi, sizin de düşünsel kodlarınıza uyuyor mu?
Tabi. Hatta çok gecikmiştir.
İslam ve Sosyalizm, bir çok kişi için aynı cümle içinde bile geçmesinin garipseneceği iki kavram… Oysa bir çok aydın ve düşünür tarih boyu İslam’ın sosyalizmle bütünleşebileceği tezi üzerinde çalışıyor, tartışıyor. Siz bu tartışmalardan nasıl yararlandınız?
Nurettin Topçu, “Sosyalizm çağımızın şeriatıdır” der. Cemil Meriç’in, Ali Şeriati’nin de buna benzer sözleri vardır. Hikmet Kıvılcım’lının da bu yolda önemli çalışmalırı olmuştur. Şimdi biz bunları yeniden ifadelendiriyoruz. Ve bunu yaparken sağlam dini temellere dayandırıyoruz. “Hangi sosyalizm?” ve “Hangi İslam?” sorusu burada önemli. Modern çağda ortaya çıkmış sol vicdan ile eski çağlarda ortaya çıkmış İslam vicdanı aynı yerden konuşmaktadır. Sosyalist çağrı, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in daveti ile “mülkiyet” konusunda benzer titreşime sahiptir. Gün geçtikçe bunun böyle olduğu daha bir anlaşılacak.
Sizin kavramsallaştırmanızla söylersek; ‘Sosyal İslam’ ne demek?Sosyal İslam, toplumcu, kamucu İslam demek. İslam’ın paylaşımcı, ötekici, kamucu yönünün gösterilebilmesi için böylesi bir kavramsallıştırmaya ihtiyaç vardı.
Yazılarınız ve söyleşilerinizdeki çıkışlar sizi oldukça güncel tartışmaların içine çekti. Ama siz bu konuya uzun zamandır kafa yoruyorsunuz. 1992’deki ikinci kitabınız ‘İslam ve Sosyal Değişim’, 1995’te yayınladığınız ‘Devrimci İslam’ bu konularda söz alan, düşünce geliştiren yapıtlardı. O yıllarda böyle bir tartışma yaratmış mıydı düşünceleriniz, çalışmalarınız?
Hayır. Duyulmadı bile.
“Yaptığımız, (…) İslam’ın sosyal özünün ortaya çıkarılması veya Kur’an’ın ‘sosyal’ içeriğinin vurgulanmasından başka bir şey değildir” diyorsunuz. Bu yaptığınız vurgu, nasıl tepkiler alıyor, hangi tartışmaları ateşliyor?
İslam çevreler bunun sola kayış, sol çevrelerde dine kayış olduğunu söyleyerek telaşlanıyorlar. Geçen yıl aynı anda iki dergi çıktı. Birisi “Seküler teoloji: İslami sol” diye, diğeri “Solun dinselleşmesi “ diye kapak yaptı. İkisinde de “Dükkanımız dağılacak” paniği vardı. Algılama biçimleri aynı.
“İslam’ın ekonomi-politik yorumunun sosyalizme yakın olduğunu, Lehu’l-Mülk şiarının komünal mülkiyet anlayışını çağrıştırdığını” söylüyorsunuz. ‘Lehu’l-Mülk’ (Mülk Allah’ındır) anlayışını ve bu düşüncenizin kaynaklarını biraz açıklar mısınız?
Kur’an her sayfasında Lehu’l-Mülk’ü anlatır. Adeta Kur’an’ı n her sayfasında soğuk mühür ile Lehu’l-Mülk damgası vardır. Yer ve gök O’nundur, Mülk Alllah’ındır, dünya hayatının geçici metaı, dünyayı ahirete tercih etmek gibi bir çok şekilde geçer. Kıssaların, tabiat tasvirlerinin, cehennem tehditlerinin cennet müjdelerinin, infak çağrılarının ana konusu hep budur. Baktığınız yeri değiştiriseniz bunu apaçık görürsünüz. Mülk ‘sahip olmak’ demektir. Melek, melekût, mülkiyet hep bu kökten gelir. Sahip olduğunuz şey anlamındadır. Kur’an diyor ki Mülk Allah’ındır. Yani Sahip olunacak ne varsa, yerde ve gökte hepsi Allah’ındır. Siz bir şeyin sahibi değilsiniz. Sahip olduğunuz yegane şey emeğinizdir, gerisine sahiplenmeyin diyor. Burada tam bir kamucu ruh var. Adem kıssasında Şeytanın dürtüsünün şecere-i huld ve mülk-i la yeblâ olduğunu söylenir. Şecere-i huld bir şeyi son sınırına kadar toplamak, mülk-i la yebla da yıkılmayacak bir servet ve iktidar sahibi olmak demektir. İnsanı aldatan şeyin bu olduğu söylenir. Şeytan bunu dört yönden girerek yapacağını söyler. Sağdan (siyaset/iktidar), soldan (servet) , önden (şehvet), arkadan (şöhret). Bunlar, sahip olduğunda insana haz veren güç ve kuvvet kaynaklarıdır. Biz buna 2S2Ş diyoruz. Kur’an’da mülk bu dördüdür. Sadece mal, servet değildir. İş böyle başlıyor. Kur’an’daki diğer tüm anlatılar bunun açılımı mahiyetindedir.
Peki neden ‘sosyalist veya komunist İslam (anlayışı)’ değil de, sosyal İslam diyorsunuz?
Ben siyasal kimlik olarak sosyalist veya komünist değilim. Sosyalist veya komünist vicdana da bigane kalamam. Benim anlattığım Kur’an’daki ve Paygamberlerin hayatındaki İslam’dan başka bir şey değil. Buna olsa olsa Sosyal İslam diyebiliriz diyorum. Sosyalist veya komünist vicdan ile dünyadaki uygulamasını ve ortaya çıkan tipi ayırıyorum. Uygulamanın ve ortaya çıkan tipin eleştirilmesi gerekiyor. Benim işim vicdan iledir.
İslam’ın sosyal yanının altının çizilmesinin tarihsel, dinsel tarafını anlattınız. Peki bu anlayışın Türkiye’nin bugünkü kültürel ikliminde ve siyasal realitesindeki karşılığı nedir?
Türkiye’de dini ve sol çevreler üzerinde yoğun çalışmalar olmuştur. Dini çevreler anti- komünistleştirilirken, sol çevreler din dışılaştırılmıştır. Bu konuda planlı bir çaba sözkonusudur. İyiden iyiye bir tezgahtan geçtiklerini iki tarafından da kabul etmesi gerekiyor. Ondan sonra bir şeyler yapabiliriz. Şu an biz bu dayatılmış iklimi değiştirmeye ve yeni bir iklim oluşturmaya çalışıyoruz. Karşılığı henüz zayıf ama gün geçtikçe güçleniyor.
Kimilerine göre ‘muhafazakar’, kimilerine göre ‘islamcı’ AKP hükümetlerinin yönettiği siyasal alan, bu tartışmadan, bu tartışmanın yaratacağı muhalefetten nasıl etkilenir?
Esasında hükümetin yönettiği siyasal alanın panzehiri bu düşüncedir. Esas muhafelet bu tartışmaların yarattığı iklimden çıkacak. Ne Ergenokonculuk, ne ulusalcılık ne de dindışılaştırılmış sol bunu yapamaz, ontolojileri müsait değil. Mauviye’ye Ebuzer lazım, Che Guavere değil.
Siz, muhalefetin sesinin yükselemediği bir dönemde, AKP uygulamalarının neredeyse eleştirilemediği bir dönemde, tabiri caizse ‘içeriden’, müslüman çevrelerden çıkan biri olarak sesiniz gür çıktı. İnsanların vicdanını mı harekete geçirdiniz, yoksa muhalefetsiz siyasi gündemin sarıldığı bir isim mi oldunuz? Siz nasıl bakıyorsunuz?
Bizim yaptığımız esasında politik bir muhalefet değil. Tarihsel ve dinsel kökleri çok derinlerde olan bir hesabın son halkası belki. Bu iş tarihsel, dinsel, siyasal, kültürel bir çok alanda artarak sürecek. Durum Ali Şeriati’nin dediği gibi ‘dine karşı dinin” vaziyet alması ve bu kaçınılmaz.
Kitabınızda, “Yeni Sınıfın ‘Simon’ları” makalesinde şöyle yazıyorsunuz: “Türkiye’de muhafazakar iktidara dışarıdan çeşitli eleştiriler yapılıyor. Ben onları pek önemsemiyorum, ama içeriden birisi muhalif bir ses yükseltince ona kulak kabartıyorum. Çünkü ‘aynı iklimden gelen muhalif sesler’ benim için başka bir anlam ifade ediyor.” Başta sizi ayırarak soruyoruz, İslamcı aydınlar, gazeteciler arasında ‘farklı ses’ kaldı mı?
Az da olsa var, ama vaziyeti kolluyorlar. Bana “erken geldin” diyorlar. Şu an çoğu kervana koşmakla meşgül. Ama ben 2003’de AKP iktidarının ikinci yılında tavır aldım. AKP’ye insaf gereği bir yıllık süre vermiştim. Beklediğim gibi çıkmadılar.
12 Eylül’den bugüne, özellikle 90’larda demokrasi mücadelesinde adlarını gördüğümüz, ortak platformlarda sol kesimlerle güçbirliği yapan Müslüman aydınlara ne oldu?
Onlar politika yapıyordu. Biz siyasal ve kültürel tedahül yapıyoruz. Tedahül iç içe geçme, birbirini etkileme ve etkilenme, birbrinin dünyasına sahici olarak girme demek. Onların hepsi sahteydi. Ortak platform olmaz ortak vicdan lazım.
Peki sol, ‘Din halkların afyonudur’ söyleminden bugüne nasıl düşünsel süreçler geçirdi size göre?
Marks’ın sözünü yeniden düşünmediler. Olduğu gibi ve yanlış bağlamda ele aldılarn çoğu. Marks o sözden önce din varolan durumlara bir protostodur, mazlumun içli feryadıdır, kalpsiz dünyanın kalbidir diyor. Bu Ali Şeriati’nin ‘dine karşı din’ dediği ile aynıdır. Yani dinin iki yüzü vardır, bir vicdani, protest, feryat ve kalp yüzü bir afyon yüzü. Genellikle devrime kadar protesto, feryat, vicdan, çığlık, devrimden sonra ise afyon olur. Bütün dinler hatta ideolojiler böyledir. Burada iktidarın tabiatı ile hesaplaşmak lazım. Bu noktada Marks’ın paragrafı dini değil; dinin iki yüzünü anlatmaktır ki bizim söylediğimiz de budur. “Dinin afyon yüzü” diye bir yazım var, orada geniş anlattım.
‘Yeşil Gazete’ de Murat Köylü’ye verdiğiniz söyleşide, “Sopayı Kemalistler’in elinden alıp, muhafazakarlara veriyorlar. Muhafazakar basına bakarsanız sopanın nasıl onların eline verildiğini apaçık görürsünüz” dediniz. Bu tezinizi, Türkiye ve dünya ölçeğinde, bizim için biraz daha açar mısınız?
Şimdi soğuk savaş yıllarında Türkiye’nin ‘sırtını’ Ortadoğu’ya dönmesi gerekiyordu. Yeşil kuşak projesi gereğiydi bu. Ama Sovyetler dağılıp, NATO işiz kalınca bunun bir anlamı kalmadı. Artık Türkiye’nin ‘yüzünü’ Ortadoğu’ya dönmesi gerekiyor. Bunun için de Türkiye’de Kemalistlerin bir anlamı kalmadı dünya güçleri açısından. Onun için tasfiye oluyorlar. Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerinde yerel bağları güçlü yani dindar, seçimle gelen, roformcu ve kapitalizmle sorunu olmayan, ABD ve Batı ile uyuşan hareketlere ihtiyaç var. Politik olarak AKP, dinsel ve kültürel olarak da F-Tipi denen Nurculuk tam da buna uyuyor. Keza Mısır’da, Irak’da, Suriye’de, Tunus’da da aynısı oluyor.
Ekim 2011’de Mesele dergisinde; Berat Günçıkan’a verdiğiniz söyleşide, yazarın da başlığa çıkardığı gibi, “Abdestli Kapitalizmi bütün Ortadoğu’ya yerleştirmek istiyorlar” diyorsunuz. Türkiye’deki AKP iktidarını bu uluslararası planın içinde mi değerlendiriyorsunuz?
Evet, tam da o. Böylece Kapitalizm giremediği en ücra Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasına girecek. Milyonlarca dindar çalışma ibadettir diyerek ellerinde kredi kartları ile AVM’lere koşacak. Onların ürettiklerinin pazarı olacak. Buna kim direnirse orası işgal edilecek.
Yine Yeşil Gazete’ deki söyleşide, “Kuran’a göre insanlar “inananlar ve inanmayanlar” diye ikiye ayrılmazlar. O imani bir kategoridir ve mücadele hattı onun üzerine kurulmaz. İnanmayana ne dinini zorlayabilirsin, ne ona herhangi bir yaptırım uygulayabilirsin, ne kötüleyebilirsin, ne ötekileştirebilirsin, ne düşman sayabilirsin. İnsanlar “zalimler ve mazlumlar” diye ikiye ayrılır. Yani hak yiyenler ve hakkı yenenler. Kimin hakkı yeniyorsa, mağdur olmuşsa, mazlum edilmişse onun ırkına, dinine, cinsiyetine bakılmaz.” diyorsunuz. Böyle bir İslam anlayışının hakim olması, müslümanları, dünyayı nasıl değiştirir?
Müslümanları da dünyayı da kurtaracak olan bu anlayıştır. Kur’an “Ancak zalimlere düşmanlık vardır” der. Zulüm-adalet çelişkisi baş çelişkidir. Diğerleri bunun yansımalarıdır. Eğer bu anlayışla hareket ederlerse Müslümanlar tekrar yedinci yüzyıldaki gibi tarihin önünde gider, dünya için umut olurlar. Dünya cennete döner.
“Yeni Sınıfın ‘Simon’ları” makalesinden devam etmek istiyoruz. “Darbecilere hesap soruluyor, derin yapılar çözülüyor” diyerek yeni sınıfın Simonlarını görmezden gelmemizi istiyorlar. Gidene sevinmemizi gelene ise esas duruşa geçip selam durmamızı, hatta bu esas duruşumuzu hiç bozmamamızı istiyorlar. Türkiye’yi hala ‘Ergenekoncular iktidar, bizimkiler muhalefet’ denkleminde okuyanlar var. Oysa zamanın ruhu değişti. Artık yeni bir iktidar sınıfı var. Bu yeni sınıf seçimle gidecek bir üst kadro değil. Bürokrasinin içinde bir kadrolaşma da değil; bürokrasinin bizzat kendisi o oluyor artık.” Siz bu süreci, inanmadığınız bir muhafazakarlaşma, sağcılaşma olarak mı görüyorsunuz, yoksa başka itirazlarınız nedir?
İtiraz ettiğimiz sistemin kendisidir. Devlet anlayışı, iktidar mantığıdır. Bunun Kemalistlerden Muhazafakarlara geçmesi bir anlam ifade etmiyor. Ama bazıları devlet ve iktidar bizden oluyor diye anlam yüklüyorlar, siz buna itiraz ediyoruz. Zaten devletin ve iktidarın kendisi sorun. Bir de onun bizden birilerinin eline geçmesi katmerli sorun. Adalet, eşitlik, emek ve özgürlük devletten de iktidardan da önce gelir. Zaten devlet ve iktidar dediğin bunlar için vardır. Bunlarla çeliştiği an meşruiyetini kaybeder.
Siyasi gündem, bu görüşmede de öne çıktı ama bunun kitabınızın değerlendirme sürecini daraltacağı açık… Siz güncel tartışmalardan ziyade, bir akıl öneriyorsunuz ve bizzat İslam’ın kaynağı kur’an’ın nasıl ‘okunması’ gerektiğiyle ilgili bir ‘üslup’ geliştiriyorsunuz. Bu ‘mesaj’ kime?
Öncelikle Kur’an’a iman edenlere. Kur’an’a baktığınız yeri değiştirin diyorum. O zaman çok daha başka şeyler görecekseniz. Sonra da Kur’an okuyan herkese. Onlara da aynı şeyi söylüyorum. Kur’an’a bir afyon olarak değil; varolan durumlara bir protesto, mazlumun içli çığlığı, ezilenlerin feryadı ve kalpsiz dünyanın kalbi olarak bakın. O zaman ne olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Mesela ezan varolan duruma bir protesto, çığlık ve feryattır. Okunuşu bile öyledir.
‘Hırsız Kimdir?’ makalesinde kurduğunuz perspektif aklımızı esir almış klişelerin altını oyuyor. “ Başlıktaki kelime (Hırsız Kimdir) size neyi çağrıştırıyor? İlk duyduğunuzda zihninizde beliren fotoğraf nedir? … Fotoğrafta gördüğünüz zengin mi yoksul mu? Yoksul değil mi? ‘hırsızın elini kesin’ veya ‘çalmayacaksın’ buyruklarını duyduğunuzda oluşan fotoğraf da aynı değil mi? Zenginin malını çalan yoksul için söyleniyor sanki. Peki neden? Neden hırsız dendiğinde hep yoksul akla geliyor da zengin gelmiyor? Neden? … Niçin?” ‘Banka soyana hırsız diyoruz da, banka kurana neden demiyoruz’ noktasında bir kapitalizm eleştirisini bugünün İslami dünyası içselleştirebilir mi?
İçselliştirmek durumdalar. Çünkü ellerindeki Kitap böyle bakıyor. Bakın, Kur’an’da sadece bir yerde ‘izinsiz savaş’ vardır. O da faiz ile ilgidir. Bakara 279. ayette şöyle denir: “Faiz yiyenlere Allah ve Resulü’nün savaş açtığını bildirin.” ‘Bilin ki faiz yiyenler Allah ve Resülü’ne savaş açmış olurlar’ değil; ‘Allah ve Rusülü’nün onlara savaş açmış olduğunu bildirin…” Durum buyken faiz kurumları nasıl İslam dünyasında kol gezebelir? Onlarla nasıl uyuşulabilir? Faiz en büyük emek sömürüsü ve hırsızlığıdır. Mülk sahiplerinin, emeği ile geçinenleri ellerindeki servet ve para ile sömürmesidir. Bugün dünya ekenomisi dediğinizin temeli borç ve faiz üzerine kuruludur. Borç ve faiz sarmalında insanlar köleleştirilmişlerdir. Böyle bir dünya ruhsuzdur, kalpsizdir. Kur’an çağrısı onun için varolan ruhsuz koşullara ruh, kalpsiz dünyaya kalp olmak durumda.
“Kur’an’da Hayır Sesleri” makalesinde Adam Smith’in ‘Milletlerin Zenginliği’ kitabındaki tezlerini, ‘kapitalizmin insan ruhundaki köklerinin bencillik ve açgözlülük olduğunu, bunun (…) ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açısından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde açgözlüce koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bir bolluk olacağı” şeklinde özetlediğiniz görüşleri hatırlatıyorsunuz. Kapitalizm eleştirisine “tam da buradan başlamak gerek” diyorsunuz. Psikolojik-metafizik eleştiri ile yola koyulunmasını öneriyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Diyelim ki sistemi değiştirdiniz. Üretim araçlarının mülkiyetini kamuya ait kıldınız. Mülk sahiplerinin ellerinden üretim açlarını aldınız. Fakat insanlar şehirli köylüsü, kadını erkeği, açgözlü, bencil, korku ve tasa içinde. Ellerine geçen ilk fırsatta kurduğunuz yeni sistemin anasını ağlatacak, yağma ve çapul peşine koşacaktır. Çünkü sistem tok ama insanoğlu aç. Ruhen aç, doymuyor. Bunun için insanın iç düyasına, metafizik dünyasına girmek gerekir. Bunu sağlayacak şey de dindir. Kur’an işe buradan başlıyor. Önce kapitalizmin insan ruhundaki köklerine iniyor. “Dünya hayatı (malı mülkü) geçici bir faydalanmadan ibarettir, öleceksiniz, toprak olacaksınız, hiç birisi sizin değil, hepsi Allah’ın” diyerek insanoğlunun gözünü önce toprak ile, Allah ile doyuruyor tabiri caizse. “Kalpler ancak Allah ile doyar, tatmin olur” der mesela. Önce insanoğlunun bu hırsını durduracak bir şey lazım. En azından zararsız hala getirecek, onu sürekli içten denetleyecek. Ondan sonra işe sistem kurmaya geliyor.
Marksizmin es geçtiğini, bu konuda birikimi, donanımı ve dili olmadığını söylüyorsunuz. “Marx’ın ekenomi-politik analiz ve eleştirisi ise, yeniden üretilmek kaydıyla iyi bir başlangıçtır” diyorsunuz. İslam ile Sosyalizmin sentezleneceği nokta, size göre burası mı?
Sudanlı Mahmud Muhammed Taha’nın önerisi şuydu: İnsan önce korkularını yenmelidir. İnsanoğlunun yeryüzündeki hikayesi bu korkuları yenmeye çalışmanın tarihidir. Ona göre iki tür korku vardır; dışsal ve içsel kortular. Dışsal korku iktisadi ve siyasi korkulardır. İktisadı korku için sosyalizm, siyasi korkular için de demokrasiden başlamak gireketğini teklif eder. Fakat bu yetmez, asıl içsel korkular önemlidir. Varlık, ölüm, tasa, intihar duygusu, anlamsızlık, hiçlik vs. Onun için de din ve maneviyat önemlidir. Burada din ve maneviyat tabi afyon olan din ve maneviyat değildir. Böylece der, insan korkuları yenmiş, fethetmiş olacaktır. Bu ise özgürlüktür, çünkü özgürlük insanın korkularını fethetmesi, yenmesidir. Ben bunun için üç kitap yazdım: ‘İtikat Üzerine’ ki M. Taha’nın içsel korkular için önerdiği şeyi anlatır. ‘Adalet Devleti’ siyasal korkular için, ‘Mülk Yazıları’ ve devamı mahiyetindeki ‘Sosyal İslam’ da iksadi korkuları yenmek için önerdiği şeyi anlatır
Yine ‘Hırsız kim?’ makalesine dönersek… “İşte bunların ‘elleri kesilmeli’dir. Yere ve göğe uzanan elleri… Yeryüzünün rızık ve rızık kaynaklarına uzanan elleri… (…) Evet, elleri (eydiyehum) kesilmeli. Yani ahtapot gibi her yana uzanan elleri; kurdukları sömürü düzenleri (yeda Ebu Lehep) son bulmalı…” Bu görüşmenin çapı, bunu konuşmaya elverişli değil elbette ama, sizin de kullandığınız biçimiyle, ‘hırsızın elini kesme’ Kur’an daki ifadeleniş biçimiyle, bir ‘metafor’ mu?
Hırsızın fiziken elini kesmek sivrisinekle uğraşmadır, hırsızlık düzenini, sistemini kesme, ortadan kadırma ise bataklığı kurutmadır. Tabi ki hem fiziki hem metaforik anlamı vardır. Esas olan sistemin ellerini kesmedir. Böyle anlaşılması esas amaca yöneliş söz konusu olduğu için mümkündür. Metaforik yorumlar, şekli takılmayıp esas amacı ortaya çıkardığı için yararlıdır.
Hiç tartışılmaz, hatta örneklenmesi bile garipsenebilir ama İslami ve sol çevreleri en fazla ortaklaştırabilecek kavramlardan biri de örgütlenme pratikleri olabilirdi. “Cemaat” yapılanması, katı komünist parti anlayışlarının dışında kalan kesimlerin, yatay muhalefet platformlarına benzetilebilir mi?
Cemaat’in ne olduğu en fazla saf halinde namaz ve Hacc’da yapılan tavafta görülebilir. Bunların hepsinin hayata dönük mesauları vardır. Safta eşitlenirsin, tavafta rütbeler sökülür, hiyererşilar ortadan kalkar. Ebedi makamlar yoktur, her namazda başka birisi imam olabilir. İmam cemaatin uyduğu tüm kuralara uymak zorundadır, tek farkı biraz öne çıkmasıdır. Tavafta her tür kavmiyet, milliyet, mülkiyet ve hatta cinsiyet farkı ortadan kalkar. Tam bir eşitlik gösterisine dönüşür. İşte İslam’da cemaat budur, böyle olmalıdır. Piramit değil; halka, balkon değil; avlu…
Siz tam tersi, ‘etimolojik olarak’, ‘comün’ ile aynı kökten gelmesini çarpıcı bulduğunuzu söylüyorsunuz. “Piramit değil; halka haline gelme, halkalanma… Gelenin ‘hanginiz Muhammed’ diye sormak durumunda kaldığı (…) eşitlik, kardeşlik, paylaşım, merhamet ortamı” olan cemaatler, ne oldu da “şimdiki örgütçü ötekileştirmelere, tarikatçı teslimiyetlere, gasilci meyyitlere, mafyacı raconlara ve masonik ritüellere” dönüştü?
Evet, Peygamberin cemaati böyleydi. Aralarına karışmıştı. Gelen ‘Hanginiz Muhamed’ diye sormak zorunda kalıyordu. Kimseyi sürekli bir makama getirmezdi. Her namazda imam, her savaşta komutan, her seferde vekil değişirdi. Ebedi ve tapulanmış makamlar yoktu. İçeri girince kimseyi ayağa kadırmazdı, kimseye elini öptürmezdi, arkasından kalabalığın yürümesine izin vermezdi, evinin önünde nöbetçi bekletmezdi, korumaları hiçbir zaman olmamıştır. Cemaatte birinin diğerinden daha fazla zengin olamasına izin vermemiştir, sürekli infak ettirmiştir. Namazadan sonra yüzüne döner ve cemaate bir derdi olan var mı diye sorardı. Bunu sürekli yapardı, camide dertler paylaşılır, acılara ortak olunur, kaynaşılır ne varsa bölüşülürdü. Bunu Emevi döneminde kaldırıp tesbih çekme adetini getirdiler ve cemaat sustu. Hala öyledir. Onlar akşama kadar çalışırlar, kazandıklarının ihtiyaçtan fazlasını akşam bölüşürlerdi. Onlar böyleydi… Şimdikiler cemaat değil; örgüt. Bu örgütlerde yukarıdakilerden hiçbirini göremezsiniz. Yoldan çıkmış menfaat guruplarına dönüşmüşlerdir.
Kitabınız ‘Sosyal İslam’ daha çok sol eğilimde düşünce kitapları yayınlayan bir yayınevinden, Destek Yayınevinden çıktı. Bu kitap, sizin açınızdan ‘öteki mahalle’ye yönelik bir makale toplaması mı? Kitaplarınız İnşa Yayınlarından yayınlanmaya devam edecek mi?
Benim kitaplarım İnşa yayınlarından çıkıyor, çıkmaya devam edecek. Fakat ‘Sosyal İslam’ kitabını destek yayınlarına verdim. Başka bir kitabı da benzer bir yayınevine daha vereceğim. Daha farklı kesimlere ulaşabilmek amacıyla bunu uygun gördüm. Çok da iyi oldu.
‘Sosyal İslam’ kitabı, sol kesimlere ulaştı mı?
Sol sağ fark etmiyor, ama daha farklı kesimlere ulaştığını biliyorum.
Müslüman kesimler, İslami politik çevreler ‘Sosyal İslam’ kitabınıza nasıl tepki gösteriyor?
Şöyle bir şey var bizim söylemimize dini çeverelerden gelen tepki kitaplar üzerinden değil; daha çok ortalıkta dolanan asılsız yalan ve iftiralardan kaynaklanıyor. Onlar kitaplara değil; daha çok bu türden dedikodulara itibar ederler. Kitaplara tepki gösteren pek yoktur. Mesela yeni bir din icat ettiğim, servet düşmanlığı yaptığım, dini mülke indirgediğim, namazı kaldırdığım, böşörtüsü yok dediğim, eşcinselliği onayladığım, muta nikahını caiz gördüğüm, Kur’an’da geçen melek, cin, şeytan gibi ğaybi varlıkları inkar ettiğim, hatta Allah hem var hem yok dediğim, Kur’an’ı peygamber kendi yazdı dediğim bunlardan bazıları. Dahası iftiranın şehveti ile yedi evim, üç karım ve jeep’im olduğunu, solcu, ulusalcı, Kemalist olduğumu ve Ergenokon’a hizmet ettiğimi söylemekten çekinmemekteler. Bütün bunlar dedikodu, iftira ve yalan. İdrak fukarası ve anlama özürlü panik atak saçmalıklar. Keşke kitaplarımı eleştirseler, keşke…
Söyleşi Yazarı:
Murat Hocaoğlu
[email protected]
http://www.twitter.com/murathocaoglu
http://www.facebook.com/murathocaoglu
Sevgili İhsan Abi, uzun zamandır yazılarınızı ve konuk olduğunuz TV programlarını takip ediyorum.Sözleriniz ağır ve korkusuz.Gevelemeden,eğip bükmeden ne söylemek istiyorsanız söylüyorsunuz.Hedef kitleniz sağcı, solcu, o cu bu cu değil her kesimden insanlar.Bunun ispatını "Ceviz Kabuğu" programında gördüm.Hulki Cevizoğlu programın başlarında sizin fikirlerinizden ciddi derecede rahatsız
İhsan abi selamlar,<br />Bir söyleşinde ODTÜ'lüler neden İslamiyetle ilgilenmiyor şeklinde bir serzenişin oldu. Böyle bir şeyin olmadığına emin olabilirsin . Türkiye'nin geneli din konusunda İslamiyet konusunda ne kadar duyarlı ise üniversite öğrencileri de bu ölçüde ilgililer bu konuda. Bu kadar akıllı ,sorgulayan gençlerin din gibi hayatın anlamlanması konusunda duyarsız olması mümkün