Yol kenarında bir ‘dikilitaş’

Y

İstanbul Sultanahmet Meydanı’ndaki “dikilitaşı” hiç gördünüz mü?

“Ee, ne olmuş?” diyeceksiniz.

Bu yazıda ona “bir başka açıdan” bakmayı deneyeceğiz.

Kur’an’ın tarih, hayat ve tabiat ile tefsiri dediğimiz yöntem açısından…

Özellikle verili tarih, bilhassa da eski çağlar tarihi açısından…

Verili tarih derken, eski çağlardan bugüne kalan kanıt ve kalıntıları kastediyoruz.

“Bunun Kur’an tefsiri ile ne alakası var?” diyeceksiniz.

Var, hem de nasıl…

Size, bunu, Kur’an’daki kimi kıssaların Kitab-ı Mukaddes’deki haham düzmecelerine muhtaç olmadan da tefsir edilebileceğinin bir örneği olarak göstermeye çalışacağım.

***

Malumunuz, Kur’an çok eski çağlardan ve o dönemlerde yaşayan peygamberler ve mücadelelerinden bahsediyor.

Hz. Süleyman’ın karıncalarla, kuşlarla konuştuğundan, cinlerin ve rüzgârlı gemilerin onun emrine verildiğinden, Hüdhüd’ten, Yunus’un balık tarafından yutulduğundan vs. bahsediyor.

Şu ana kadar bu tür kıssaların iki tür yöntemle açıklandığını görüyoruz:

1- Bu tür kıssalar birer mucizedir. Onlara iman etmek dışında yapabileceğimiz bir şey yoktur.

2- Bu tür kıssalar birer Arap halk efsanesiydi. Kur’an bunları gerçek olup olmadığına bakmaksızın veri olarak kullandı. Onlar üzerinden mesajlar verdi.

Görüldüğü gibi her iki halde de “tefsir” namına bir şey yapılmış olmuyor.

İlkinde iş mucize olduğu için araştırmaya, ne olduğunu anlamaya gerek kalmıyor.

İkincisinde de iş zaten olmadığı, gerçek olmayan birer halk efsanesi olduğu için araştırma gereği bulunmuyor.

Şahsen ben her iki görüşe de katılmayarak başka bir yol tuttum.

Kur’an’ın tarih, hayat ve tabiat ile tefsiri bağlamında, eski çağların arkeolojik kalıntılarına, o dönemlerden kalma bulgulara, anıtlara vs. ulaşılarak Kur’an tefsirine yeni bir açılım getirilebileceğini düşündüm.

Çünkü Kur’an’ın bizzat kendisi “Yeryüzünü gezin, eski uygarlıkların kalıntıları hala yol kenarlarında duruyor, onlara bakın” demiyor mu? (ör.15/76,16/36, 47/10).

Bu tür ayetler, aynı zamanda eski çağlara ait kıssaların ve olayların ne ile ve nasıl tefsir edilebileceğinin de göstergesi oluyor.

Bana bu tür ayetler yol gösterdi.

Buradan girdiğimiz zaman önümüze muazzam bir tefsir malzemesi çıkıyor.

Önceki müfessirlerin çoğunun bu yola pek başvurmayıp, Tevrat’ta ne buldularsa yazmaları tefsir namına bir değer ifade etmiyor kanaatimce…

***

Şimdi, bunun bir örneği olarak, hepimizin gözünün önünde duran ve gidip ziyaret edebileceğimiz, üzerinde inceleme ve araştırma yapabileceğimiz “yol kenarında” duran bir eski çağ kalıntısına bakalım.

Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş…

Önce kısa bir ansiklopedik bilgi:

“Aslı bir Mısır eseri olan Dikilitaş, Firavun Tutmosis adına Karnak’da dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olarak yapılan Dikilitaş 390 yılında İstanbul’a getirilmiş ve Hipodrom’a dikilmiştir. Mermer bir kaide üzerinde, 4 bronz ayak tarafından taşınan anıtın kaide kısmının 4 yüzü de mermer kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda, I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile Hipodrom sahneleri ve anıtın dikilişini gösteren tasvirler görülür.

Anıtın kaidesinde, biri Latince, biri Grekçe olmak üzere 2 kitabe vardır. Latincede Anıt kendi ağzından konuşur, dikiliş sebebini ve kaç günde dikildiğini anlatır: “Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin buyruğuna itaat ederek, ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam için gerekli her şey Theodosius ve onun kesintisiz devam eden sülalesine boyun eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos’un idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim. “

Bu kitabeden Theodosius’un birtakım Tiranlara karşı başarılı olduğunu anlıyoruz. Kitabede, Proklos’un adının yeri biraz oyuktur, çünkü Proklos, siyasi sebeplerden lanetlenmiş, bunun sonucunda ismi silinmiş, ancak sonra tekrar şerefinin iadesi ile yeniden yazılmıştır..

Grekçe kitabede ifade daha sadedir; burada taş konuşmaz: “Devamlı yerde yatan 4 taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius gösterebilirdi. Yardıma Proklos’u çağırdı ve böylece 32 günde taş dikilebildi.” şeklinde bir ifade görülür. Obelisklerin dikilme gayeleri tamamen psikolojik bir nedene, Roma imparatorlarının bunları, ne kadar zorluk ve fedakârlıklarla getirtip diktirdiklerini göstermek istemelerine dayanmaktadır. Bu şekilde, halk üzerinde imparatorun ihtişam ve kudretinin artması sağlanmıştır…”

***

Dinler tarihçisi uzman bir arkadaşım eşliğinde yaptığım inceleme ve araştırmaya göre

İstanbul’daki en eski tarihî eser; Sultanahmet’teki ‘Dikilitaş’…

Dikilitaş’ın yaşı 3735, yani 2700 yıllık İstanbul’dan bile daha eski bir yapı. MÖ 1736 yılında Mısır firavunlarından Tutmois tarafından yapılan Dikilitaş’ı, Mısır’ı fetheden Roma imparatoru Büyük Teodosyus, gemilere yükleyerek İstanbul’a, bugünkü yerine getirmiş. Bu hesaba göre Mısır Firavunluğu’nun en parlak dönemi olan orta imparatorluk (MÖ.2050-1700) döneminin sonlarında inşa edilmiş…

Anıtın üzerinde bir çok hayvan figürü var: boğa, kartal, kuş, balık, kelebek, karınca, cin ve peri, ok, yay, yelken, asa, gemi direği vs.

Bunların ne olduğunu araştırdığımızda, Mısır hiyeroglif yazısında eski çağ krallıklarının dini-siyasi armaları yani kimi Tanrı-devlet sembolleri olduğunu görüyoruz.

Mısır Firavun’u kendi çağında “süper gücün” kendisi olduğunu, “iki nehir arasındaki Asya topraklarında zaptettiği ülkeleri ve onların tanrılarını” ifade için, hakimiyeti altına aldığı diğer devlet ve imparatorlukların tanrı-devlet sembollerini anıtta zikretmekte ve böylece bütün bunların hakiminin kendisi olduğunu göstermek istemektedir. En üste de kendi tanrısı Amon’u yerleştirerek en büyüğün kendi tanrısı olduğunu göstermek istemektedir. Bunlar anlatılırken hiyeroglif yazı gereği ülke isimleri resim ve figürler ile ifade edilmektedir.

Burada bizi ilgilendiren, bu yazı türünde kullanılan hayvan figürlerinin o günkü çağda kimi ülkelerin sembolleri olmasıdır. O günün dünyasında uluslararası dil bu resim ve figürler üzerinden işlemektedir. Gerçekten de ilgili ülkelerin tarihini incelediğimizde bu resim ve figürleri paralarından krallık mühürlerine kadar her yerde kullandıklarını görüyoruz…

Dikilitaş’ın, daha sonra dünya hâkimiyetinin Mısır’dan Roma’ya geçtiğini göstermek için Mısır’dan getirilip İstanbul’un en büyük “siyasi meydanına” dikildiği anlaşılıyor.

Anıtın üzerindeki hayvan figürleri, bugünkü Birleşmiş Milletler (BM) binası önündeki ülke bayraklarını çağrıştırıyor. Çünkü çoğu hayvan figürü zapt edilen ilgili ülkeyi veya tanrı- krallığı ifade etmekteydi.

***

Örneğin, eski çağlarda “Kurt” ile “Pars”ın savaşı demek, “Turan” ile “İran”ın savaşı demekti. Türklere göre Bozkurt, İranlılara göre Pars dini-milli-siyasi semboldü.

Bugün bile hala bu kültür devam ediyor. İran bayrağında şah zamanında eli kılıçlı arslan (pars) vardı. Araplarda “p” olmadığı için Plotan’a Eflatun demeleri gibi Pars’a da Fars demelerinden Farslar/Farisiler olarak kaldı. Nitekim İran’ın uluslararası literatürdeki ismi “Persian” dır. Yani arslanların ülkesi, arslanı sembol olarak kabul edenlerin ülkesi…

Böylesi hayvan figürlerini dikilitaşlarda görebilirsiniz. Zira dünyada bugün böyle onlarca dikilitaş bulunuyor. Fakat en eskileri İstanbul’daki…

Şimdi…

Aynı şekilde, önceki peygamberlerin yaşadığı çağlarda ve özelikle onların mücadele içine girdikleri devletlerin de böylesi hayvan figürlü arma ve sembolleri olduğunu görüyoruz. Anlaşılan o günkü dünya kamuoyunda onlarla anılmaktaydılar.

Babillilerin cin ve peri, Hititlerin kuş/kartal, Mısırlıların boğa, Sebelilerin karınca, Fenikelilerin rüzgârlı gemi, Asurluların balık figürleri ile tanındıklarını ve tüm bayrak, sancak ve flamalarını bunlarla süslediklerini öğreniyoruz. Kralların taçlarında, sarayların arslanlı yollarında bu figürler, resimler ve heykeller bulunmaktaydı. Hepsinin dini siyasi anlamları bulunuyordu ve Tanrı-devlet sembolü olarak görülüyorlardı.

Bu resim ve figürlerin hemen hepsini dikilitaşta görebilirsiniz.

Bu nedenle eski Mısır’da ve Roma’da dikilitaşın neden siyasi bir anlamı olduğu anlaşılabilir…

Şu halde eski çağlarda yaşayan kimi peygamberler ile ilgili Kur’an’da geçen “kuşların, karıncaların, cinlerin ve rüzgarlı gemilerin emrine verilmesinin, balığın yutmasının” vs. ne demek olduğu anlaşılabilir.

Bu okumaya göre örneğin Süleyman kıssasında anlatılan şu olur: Hz. Süleyman merkezi Kudüs olan bir devlet kurmuştu. Doğuda Babil (cin ve peri), kuzeyde Hitit (kuş, kartal), güneyde Sebe Krallığı (karınca) ve Akdeniz’de Fenikeliler (rüzgârlı gemi) onun hâkimiyeti altına girmişti. Böylece bütün bölgeyi bir evrensel adalet ve barış yurdu haline getirmişti. Demek ki “Dünyanın başına dünyada gözü olmayan adamlar geçmelidir…”

Süleyman kıssasının ana teması ve mesajı kanaatimce budur.

Keza bu okumaya göre örneğin Hüdhüd, Hitit’den gelip Süleyman’ın ordusuna katılan bir subayın lakabıydı. Çünkü Hititler ordu birliklerine ve kimi askerlerine sembolleri olduğu için kuş lakapları takmaktaydılar: kartal, şahin, atmaca vs…

Hüdhüd de onlardan biriydi.

Hüdhüd (Hititli subay) taht yapımında ustaydı. Göz açıp kapayıncaya kadar (bir çırpıda, hemen, hızlı bir şekilde) Belkis’ın tahtını yapabileceğini (getirebileceğini) söylemiş ve çok kısa bir sürede de yapmıştı.

Hüdhüd adında (lakabında) şaşılacak bir şey yok. Çünkü bugün bile hala canavar, leopar, kaplan, çakal, asena, çekirge vs. lakaplarını duymuyor musunuz?

Bindiğiniz arabalara bakın çoğu hala hayvan ismi: kartal, şahin, serçe…

Tuttuğunuz takımlara bakın çoğu hala kuş ismi: kara kartallar, sarı kanaryalar…

İşte bu kültür oradan geliyor. İnsanlıkta hala yaşıyor. Ama o dönmelerde daha dini-siyasi anlam ve önemleri vardı. Bir devlet, bir ülke hatta bir millet tümden kendini bir hayvan sembolüyle ifade ediyordu…

***

Bundan üç bin yıl önceki böylesi bir durumu bizlerin anlamakta güçlük çekmesi, bundan üç bin yıl sonra farzımuhal Türkçe inen bir vahiyde şöyle denmesi gibidir: “Kara kartalların sarı kanaryaları yendiği gün…”

Böylesi bir durumda bunun ne olduğunu bilmeyen ve din adamı uydurmaları ile dolu kitaplara müracaat etmek dışında “yol kenarlarında” duran kalıntılara bakmak gibi bir “lükse” de tenezzül etmeyen birisi ortada bir mucize olduğunu sanacaktır. Ya da kimileri de aslı astarı olmayan bir Türk halk efsanesi olduğunu zannedecektir. Hâlbuki ortada ne kara kara kartallar, ne de sarı sarı kanaryalar uçuşuyor değildir. Bunlar bu kuşları kendine sembol olarak kabul etmiş, “futbol kulübü” adı verilen bir takım insanlardan başka bir şey değildir.

İşte özellikle Hz. Süleyman ve Hz. Yunus dönemleri anlatırken kuşlarla konuşması, karıncaların üzerine yürümesi, yelkenli gemileri emrine alması, cinleri mabet yapımında çalıştırması, balık tarafından kapıların ardına kapatılması (yutulması) olaylarının da böyle olduğu anlaşılıyor.

Yani bunların çoğu söz konusu hayvanları kendine sembol alarak kabul eden civardaki devlet ve krallıklardan ve onların askerlerinden/insanlarından başka bir şey değildi…

Örneğin “balık” da, Asurluların sembolüydü. Su tanrısı Enki’nin simgesi olarak görülüyordu. Asur kralının tacında, mühründe, asasında, bastırdığı paralarda hep balık figürleri var. Ülkenin her yanı Mısır’daki boğa (bakara) heykelleri gibi balık figür ve heykelleri ile doluydu. Bugün bile Süryani (Asurî) rahipler boynuna balık resim ve armaları asıyor. Asur’un başkenti Ninova’nın cezaevi kapısında da büyükçe bir balık figürü vardı. Hz. Yunus oraya girmişti. Irmaktaki balığın karnına değil…

***

Demek ki bu bilgiler ışığında Kur’an’da anlatılan kıssaların yeniden tefsir edilmesi gerekmektedir. Bu, Kur’an tefsirinin verili tarihe, yaşayan hayata ve canlı tabiata dayandırılmasından başka bir şey olmayacak, Kur’an kıssalarını cinler ve periler dünyası, uçan halı, Alaeddin’in sihirli lambası türü klasik doğu halk hikâyelerden arındıracak, akıp gelen teo-jeopolitik (tanrı-devletler) tarihinde bir yere oturtacaktır. Kur’an’ın asıl ve esas mesajı ruhlar, masallar, rüyalar, büyüler, tılsımlar, periler âleminden gerçek hayatın tarihine, “yeryüzüne” inmiş olacaktır.

İşte o zaman ihlas suresi ölülerin arasından okunup üfürülmekten kurtulacak, bu akıp gelen tarih içinde son derece gerçekçi bir anlama sahip olduğu ve muazzam mesajlar verdiği ortaya çıkacaktır.

Düşünün…

Bu tanrı-devlet krallarının hepsi tanrının oğlu, hatta bedenlenmiş tanrı olduklarını iddia etmekteydiler. Japonya kralı daha 1946 yılında “Tanrı’nın oğlu” iddiasından resmen vazgeçmiştir.

İhlas suresi de ne diyor; “Allah birdir, bölünmez bir bütündür. Doğurmaz ve doğurulmaz…”Yani Allah baba, anne veya oğul değildir. Bütün bu tanrı-devlet iddiaları geçersizdir, uydurma ve hurafedir…

Demek ki Hristiyanların İsa’ya Tanrı’nın oğlu demeleri aslında tavşanın suyunun suyunun suyu kabilindendir. Yani çok sonraki bir iştir. Ondan önceki bütün bir eski çağların Mezopotamya, Hind, Çin, İran, Türk, Mısır ve Roma kralları bu iddiadaydılar. İhlas suresi işte bütün bunların defterini dürüyor ve eski dünya dinleri çağını kesin bir şekilde kapatarak yeni bir çağ başlatıyor.

Bu nedenledir ki Kur’an’ın en siyasi içerikli suresi ihlas/tevhid suresi olmak icap eder…

***

Demek ki kafamızı Tevrat’taki haham hikâyelerinden kaldıralım, etrafımıza bakalım, “yol kenarlarında duran” nice kalıntı ve tanığın Kur’an’ı tefsir ettiğini göreceğiz.

Sultanahmet’te yol kenarında duran bir dikilitaş…

İşte size eski çağ uygarlıklarından kalma ve hala yol kenarlarında duran bir kalıntı…

Dinler tarihçisi bir uzman ile gidip ziyaret edin. Konu hakkında daha geniş araştırmalar yapın. Şahsen ben Asur, Babil, Mısır, Roma ve özellikle eski Mezopotamya din ve devletleri hakkında en az 5 cilt kitap okudum…

Özellikle Süleyman, Davut ve Yunus kıssalarını bu bilgiler ışında yeniden okuyun. Her şeyin nasıl da yerli yerine oturduğunu hayretle göreceksiniz…

Yorum ekle

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular