Yeni bir din anlayışı mümkün

Y

İnsanı odağına alan, ötekileştirmeyen, ‘yeni bir din’ anlayışı mümkün mü? İhsan Eliaçık, Hüda Kaya, Mustafa İslamoğlu, Veysi Dündar ve Ali Bulaç anlatıyor…

Elif Şahin Hamidi (Gazete Duvar)

DUVAR – Covid-19 salgını, böyle olağanüstü zamanlarda din insanlarının ve din anlayışının toplum üzerindeki etkileri üzerine düşünmeyi de zorunlu kıldı. İnsanı odağına alan, ötekileştirmeyen, ‘yeni bir din’ anlayışının mümkün olup olmadığını sormak kaçınılmaz oldu. Çoğunluğun tutunacak tek dalının din olduğu toplumlarda, din insanlarının ağzından çıkacak her cümle iyiliğe güzelliği de yol açabilir, ama yaşanmakta olan bunun tam tersi. Peki, neden böyle? ‘İnanma’ insanın varlık koşullarından biri ve ‘dinsel inanma’ da inanmanın formlarından biri. Ancak inanma fenomeni insanın değerler yaratmasını sağladığı gibi dinsel inanma formu, inandığı din/tanrı uğruna insanın değer harcamasına da neden oluyor. Acaba insanlığın ihtiyacı olan şey ‘aydınlanmış bir din’ mi? Aydınlanma Çağı’nın Voltaire gibi filozofları, “Eğer dinsel hoşgörü olursa, insanlar hangi inançtan olursa olsun, barış içinde bir arada yaşayabilirler” tezini savunurlar. Peki günümüzde dinsel hoşgörüyü inşa etmenin yolu nereden geçiyor? İhsan Eliaçık, Hüda Kaya, Mustafa İslamoğlu, Veysi Dündar ve Ali Bulaç ile bu sorulara cevap aramaya çıktık.

İHSAN ELİAÇIK: İNANCIN AYDINLIK YÜZÜNÜ ORTAYA ÇIKARACAK YORUMLAR GEREK

İhsan Eliaçık.

İlahiyatçı, yazar İhsan Eliaçık, salgın hastalıkların ve doğal afetlerin, kendi doğal mecrası içerisinde gerçekleştiğini belirterek, insanların günah işlemesiyle salgınlar ve doğal afetler arasında bir ilişki olmadığına vurgu yaptı: “Salgınlar ve doğal afetler zaten tabiatın, insan yaşamının gidişatı içerisinde var. ‘Afet teolojisi’ne göre insanlar yeryüzünde günah işlediği için onlara salgın hastalıklar ve afetler verilmez. Salgın hastalıkların ve doğal afetlerin kendi doğal mecrası vardır ve bu doğal mecra içerisinde gerçekleşirler. Ama insanlar, toplumlar bunlara denk gelirler. Bir afet sırasında, o afetin yanı başında bir yerleşim birimi kurmuşlardır ve demirinden, çimentosundan kaçırmak için derme çatma binalar yapmışlardır. Zaten kendi doğal mecrasında gerçekleşecek olan afet, oradaki yerleşim birimi için bir felakete dönüşür. İnsanlar, felakete kendi elleriyle davetiye çıkarmış olurlar. Salgın hastalıklar da böyledir; insanların biyolojisiyle, genetiğiyle ve sağlık sistemiyle ilgili bir olgudur. Kutsal kitaplar bunlardan ders çıkarmamızı ister. Gerek Tevrat’ta gerek İncil’de gerekse diğer kutsal kitaplarda salgınlardan ve doğal afetlerden ders çıkarmamıza yönelik bir sürü ima, gönderme vardır. Hatta yer yer Tanrı’nın aklımızı başıma toplamamız için yaptığı ikazlar olarak, doğanın dilini, doğanın kendi mecrasındaki akışını Tanrı’nın davranışı gibi algılamamızı sağlayacak bir üslupla gözümüzün önüne getirir, bunlardan ders çıkarmamızı ister.”

‘ÖLÜM EN BÜYÜK EŞİTLEYİCİDİR’ 

Eliaçık, Covid-19 salgınından nasıl bir ders çıkarılması gerektiğiyle ilgili ise şunları söyledi: “Bu salgından çıkaracağımız birinci ders, ölümdür. Salgın sonuç itibarıyla ölümlere sebebiyet veriyor. Ölüm, en büyük eşitleyici ilkedir insanlar arasında. İnsan öldüğünde toprağın altına konulur veya Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi yakılarak külleri savrulur. Her iki durumda da eşitlik söz konusudur. İnsanlar ölüp de toprağa gömülünce ne topraktaki böcekler, yılanlar, çıyanlar ne de insanlar farklı bir muamele yapamazlar. İmkânları oraya kadardır. En fazla mezarınızın üzerine görkemli bir türbe dikebilirler. Ama yerin altında fakire ne yapıyorsa toprak, zengine de onu yapar. Fakirin beynini kurtlar, böcekler dolduracak da zengininkini doldurmayacak diye bir kural yok. Dolayısıyla hepsi toprağın altında dümdüz edilir. Yani salgın bize şunu söyler: Toprağın altında eşitleniyorsanız toprağın üstünde de kendinizi eşit hale getirin, fildişi kulelerinizden inin, asude gölgeliklerinizde yaşamayın, insanlarla beraber yaşayın, onlar sizin insan kardeşlerinizdir. Toprağın altında nasıl eşitleniyorsanız toprağın üstünde de haklar bakımından kendinizi eşit hale getirin der. Bu açıdan bakıldığında ölüm en büyük eşitleyici ilkedir. Keza hastalığın yayılışı bakımından da bakıldığında önemli mesajlar verdiği söylenebilir. Çünkü ülke tanımıyor, millet tanımıyor, sınıf tanımıyor, sınır tanımıyor, cinsiyet tanımıyor, herkese bulaşıyor.”

‘İNSANLIK BİR BÜTÜNDÜR VE EŞİTTİR’

Eliaçık, geçmişten bugüne yaşanan salgınların, insanlığı sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya inşa etmeye çağırdığının altını çizdi: “Geçmişte de büyük salgınlar yaşanmış; kara veba, sarı veba, tifo, çiçek, kolera gibi bunlar da ilk ortaya çıktıklarında insanları kasıp kavurmuşlar; sınırları, ulusları, denizleri aşarak her bir insan nerede yaşıyorsa onu bulup ölümüne sebebiyet vermişler. Ama insan ilaç bularak, aşı bularak onlarla beraber yaşamayı öğrenmiş. Korona da böyle olacak. İlacı veya aşısı bulunacak ve bizimle beraber yaşamaya devam edecek. Bu hastalıklarla yaşamaya alışacağız. Ama bu salgınlardan ders çıkarması gerekiyor birilerinin. Nasıl ki bütün insanlık yek vücut oldu ve sınırlar ortadan kalktı, sınıflar yok oldu, milletler, uluslar, cinsiyetler, yaşlar bir kenara bırakıldı ve herkes yaşamaya çalışmanın, yaşama tutunmanın derdine telaşına düştü, normal hayatta da demek ki böyle olunması lazım. Sınırların, ulusların, ayrı ayrı milletler haline gelmenin, kabile olmanın son tahlilde çok derin bir anlamı yok. İnsanlık bir bütündür. İslam inancına göre de tevhid esastır. Tevhid, insanlık birdir ve eşittir demektir. Tevhidin sosyolojik anlamı budur. Sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya olmadır. Eğer bakmayı bilenler ve görebilenler varsa, hastalıkların da bize bunu işaret ettiğini, buraya doğru yönlendirdiğini rahatlıkla görebilirler. Salgın sona erdiğinde tekrar o eski hale dönmenin bir anlamı yoktur. Bir insanı ötekidir diye, dini, mezhebi, dili, ırkı, kabilesi, cinsiyeti benden farklı diye onu aşağı görmek, öldürmek, zulmetmek, zorbalık yapmak, ‘benim gibi olacaksın’ diye zorlamak doğru değildir. İnsanlar, diğer insanları kontrol etmekten, onlar üzerinde tahakküm, hegemonya kurarak ‘benim gibi düşüneceksin, bana benzeyeceksin, bana ait olacaksın’ demekten vazgeçmelidirler. Bu ego, bu bencillik insanlığı mahvediyor. Hastalıklardan dahi ders çıkarılmadığı takdirde insanlar dizi dizi sıraya dizilip ölecek demektir.”

‘TALİHSİZ BİR DÖNEMDEN GEÇİYORUZ’ 

İnsanlığın talihsiz bir dönemden geçtiğini ve bu gibi olağanüstü durumlarda toplumun ileri gelenlerine, yöneticilere, din adamlarına büyük bir sorumluluk düştüğünü belirten Eliaçık, şunları söyledi: “Böylesi günlerde vasati düzeyde bilinç düzeyine sahip, hatta dini kültürü bile vasatın altında olan bir zümre tarafından idare ediliyor Türkiye şu an. Topluma öncülük yapacak, ışık tutacak ve onu geleceğe taşıyacak bir vizyondan ne yazık ki yoksunlar. Böylesi zamanlarda çıkıp bir Diyanet İşleri Başkanı’nın “eşcinsellik ve zinadan dolayı hastalıklar ortaya çıkıyor” demesi, talihsiz bir açıklamadır. İnsanlar diğer tüm inançlarla beraber İslam inancının en temel sosyal değerlerini ihlal eden açıklamalar yapıyorlar. Birisi çıkıp “Komşularımızı keseceğiz, elli kişilik liste hazır” diyor. Ya da mezarlıkları açıp içindeki ölülerin çıkartılıp kemiklerinin yakılmasından bahsediliyor ve cenazeler kendi memleketlerinin toprağına gömdürülmüyor. Öte yandan insanlar mabetlere destursuz giriyor, içerisine gaz bombası atıyor, saygısızca davranıyor. Oysa mabet, komşuluk hakkı ve mezarlıklar/cenazeler/ölüye saygı İslam inancının en temel üç sosyal değeridir. İslam dinine göre, Evrensel İnsan Hakları ilkelerine göre, Anadolu irfanına, töresine göre mezarlıklar deşilmez. Komşu hakkı, ana baba hakkından bile neredeyse daha önemlidir. Hangi mabet olursa olsun, dokunulmazdır. Bunlar o toplumun ve kişilerin uygar olduğunun göstergesidir. Eğer bunlar ayaklar altında çiğneniyorsa orada dinler öncesi, uygarlık öncesi barbarlık dönemine dönülmüş ve insanlık ortadan kalkmış demektir. Bu konuda toplumun ileri gelenlerinin, toplumu yönetenlerin, ulemaların, din adamlarının uyarılarda bulunması, susmaması gerekiyor. Ne yazık ki şu ana kadar bunların yapılmadığını görüyoruz. Bu bakımdan talihsiz bir dönemden geçiyoruz.

‘İNANCI, İNSANLIĞIN TEMEL DEĞERLERİ ÇERÇEVESİNDE DEĞERLENDİRMELİYİZ’

Aydınlanmış bir dinin yolunun, evrensel değerlerle örtüşen bir din yorumu yapmaktan geçtiğini ifade eden Eliaçık, sözlerini şöyle sürdürdü: “Tarih boyunca İslam’ı tutucu, bağnaz, fanatik, gerici, cehalet içinde yorumlayan bir kesim çoğunluk olmuştur. Fakat bunun karşısında İslam’ı temel insanlık değerleri bağlamında, bütün insanların yararlanacağı bir kaynak olarak, ahlak, erdem, özgürlük, eşitlik, adalet, insanlık temelinde yorumlayanlar da hep olmuştur. Fakat bunlar hep azınlıktadır. Peygamberler bunların örnekleridir. Ancak Peygamberlerin karşısında da kalabalık bir bağnaz çevre vardır. Peygamberlerin muhatapları da hep din adamlarıdır, dinsel idarelerdir. Kendilerini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak kabul eden krallardır, imparatorlardır. Hepsi dinden kendilerinin sorumlu olduklarını söylerlerdi, fakat dini çok bağnazca, cahilce, kaba softa ham yobazca yorumlarlardı. Peygamberler de tarih boyunca onların karşısına aydınlık dinin, aydınlanmacı dinin temsilcileri olarak çıktılar. Allah’ın dini bu değil, gerçek İslam bu değil, bunlar hurafedir, sonradan dine dahil edilmiş şeylerdir, İslamiyet’te böyle şeyler yoktur dediler. Peygamberlik dönemi son bulmuştur ama bizler de onların yaptığını yapmalıyız. Yani insanlığın temel değerleri çerçevesi içinde, bulunduğumuz coğrafyanın inancını ve dinini yorumlamalıyız. Sonuç itibarıyla biz bir inanç coğrafyasında yaşıyoruz. Her yer inanç ilkeleri, davranışları ve kimlikleriyle dolu. Aydınlanmış bir dinin yolu, İslam’ı insanlıkla buluşturmaktan, insanlığın temel değerleri doğrultusunda yeniden yorumlamaktan, evrensel değerlerle örtüşen bir din yorumu yapmaktan geçer. Buna çok ihtiyaç var, bu yoldan gidilmesi gerekiyor. Azınlıkta da olsa bu yoldan giden kurumlar, kişiler var. Böylesi bir inanç coğrafyasında inancın iyi, güzel, doğru ve aydınlık yüzünü ortaya çıkaracak yorumlar yapılması ve bu tür çabaların teşvik edilmesi, desteklenmesi gerekir.”

HÜDA KAYA: İNANCIN FABRİKA AYARLARIYLA OYNANDI 

Hüda Kaya.

Aktivist, siyasetçi, yazar Hüda Kaya, ‘inanmak’ veya ‘din’ kavramlarının bile başlı başına anlaşılmaya ihtiyacı olan kavramlar olduğunun altını çizerek şunları söyledi: “Muhammed Peygamber’den de öncesinden, bin yıllardır olduğu gibi sonrasında da inanç ile ilgili büyük sapmalar ve algı değişikleri ile asli inancın fabrika ayarlarıyla oynandı desem hiç abartı olmaz. Hz. Peygamber’den sonrasında da değiştirilen, dönüştürülen din algısıyla, Kuran’ın ısrarla vurguladığı ‘düşünmek ve akletmek’ halklara haram/yasak olarak öğretildi ve İslam geleneğinde özellikle bu algı yerleştirildi. Zalim de olsa egemen olanı, sultanı ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olarak görmek gerektiği ve onu sorgulamanın, eleştirmenin kimsenin haddine olmadığı anlayışı yerleştirildi. ‘İnanmak’ deyince, insanın sadece kendinden güçlü olana sığınması değil, ilişkide olduğu tüm insan ve canlılarla olan ilişkisinde ‘inanma’ ve ‘güvenme’nin en temel ihtiyaçlarından olduğunu görmekteyiz. Birey olarak yarınlara, geleceğe yönelik umudunuzu, inancınızı, güveninizi yitirdiğinizde yaşam nasıl anlamsızlaşıyorsa, insani ilişkilerde de aynı şekilde güven ve umudu yitirdiğinizde nefes almanız bile bir yük olabiliyor.”

‘KORKUYA DAYALI TOPLUMLARDA HUZURU, ADALETİ BULAMAZSINIZ’

Sıradanlaşan ilişkileri ve nerede hata yapıldığını gözden geçirmek gerektiğini belirten Kaya, “Küresel iktidarlar ve egemenlerle olan ilişkilerimizi de gözden geçirmek zorundayız” dedi: “Corona günlerinde ilişkilerin toplumsal ve insani boyutlarını tekrardan bir analiz etme, kendimizi muhasebe etme ve kendi içimizle yüzleşmeyle birlikte doğayla olan ilişkilerimizi gözden geçirme, insanın dış yaşamdan çekildiği bu anlarda, diğer tüm canlıların doğada nasıl da özgür ve mutlu kaldıklarını gözlemleme ve insan olarak nerede yanlış yaptığımızı tespit etmek için en uygun zamanlarda olduğumuzu düşünüyorum. Elbette insan olarak tüm bu ilişkilerimizi yeniden değerlendirmeye çalışıp gözlemlerimizi yaparken bireyler olarak ulusal ve küresel iktidarlar ve egemenlerle olan ilişkilerimizi de gözden geçirmek zorundayız. Tüm bu ilişkilerimizde güven ve umut en başta ve en çok yitirdiğimiz değerler ise birey ve toplum olarak bize gösterilen ve öğretilen tüm değerleri gerçek bir özgüvenle sorgulayabilmeliyiz. Bireysel ve toplumsal anlamda etkileme aracı olarak en çok nefret, öfke ve inkâr dilini kimler kullanıyor? Kimler en çok saldırgan ve merhametsiz? Toplumsal huzur, barış, adalet ve sevgiden en çok kimler uzak? ‘Sevgi’ en önemli varoluş sebebimizdir. Sevgiyle tanıma, güvenme, inanma yolunu keşfedemeyenler, tarif edemeyenler, tanıtmayı, anlamayı beceremeyenler, bunun yolunu ‘korku’ ile tarif etmişlerdir. Ve adını da ‘takva’ koymuşlardır ki bu da saptırılan temel kavramlardandır. Değerleri, korkuya dayalı toplumlarda huzuru ve adaleti bulamazsınız.”

‘İNANÇ EKSENLİ VAHŞETLERE ZULÜMLERE ŞAHİT OLUNDU’

İnanç tarihinin önemli kırılma noktalarını, bu süreçlerin belirlediğini ifade eden Kaya sözlerini şöyle sürdürdü: “Sevgi ve güven ile inancın yolunu bulanların, değil bir insanın, herhangi bir canlının yaşamına kastetmeyi, bir sineğe, bir yaprağa dahi kıyamadığını görürsünüz. Bilakis onların inanç esaslarının temelini de bu değerler yani sevgi, güven, merhamet ile inanmak ve paylaşmak oluşturur. Ama inanç dünyalarının temeli daha çok korkuya, yasaklara, güvensizliğe, dayanan toplumlarda yok olan o güvenin, sevginin, paylaşımın dinginliğini, toplumsal huzurunu, adaleti bulamazsınız. Asırlardır insan toplumları bu değerleri kaybetmenin çöküntüsü ve buhranı içindedir. Sadece bazı dinlerin hegomanyası, vahşet tarihleri olmamıştır. Doğu’da da Batı’da da korkunç din savaşları yaşanmıştır. Ve yine buralarda muhafazakâr, totaliter, dinci sınıfların egemenliğine, zulümlerine, baskısına karşı çıkan, itiraz eden muhalif, dini aydınlanmacı hareketlerin güçlendikten sonra eskisinden de az olmayan, inanç eksenli vahşetlerine, zulümlerine şahit olunduğu da bir gerçektir.”

Korona sürecinde her alanda olduğu gibi inanç alanında da toplumsal ve bireysel bir iç sorgulamanın kaçınılmaz olduğuna vurgu yapan Kaya, bunu beklerken ütopik bir hayale kapılmamak gerektiğinin de farkında olmak gerektiğini söyledi: “Gerçekleşebilecek yüzleşmeler sadece insanlığın hayrına olan değil, aksi istikamete de yol açabilecek gelişmelere sebep olabilir ki bunun işaretlerini de küresel aktörlerin yönetim biçimleri ve toplumlara enjekte edilen aşırı dincilik ve ırkçılık dalgası da göz ardı edilemez.”

MUSTAFA İSLAMOĞLU: DİN, İKTİDAR VE GÜÇ ELDE ETMENİN ARACI OLMUŞTUR

Mustafa İslamoğlu.

İlahiyatçı, yazar Mustafa İslamoğlu, yeni bir din anlayışının eskiyi sorgulamakla mümkün olacağını belirtti: “Eskiyi sorgularsak yeni bir din anlayışı mümkün olur. Bizi bu hale düşüren sebepleri değiştirmeden sonuçlar değişmez. O nedenle mevcut din anlayışımız değişmeyecekse, içinde bulunduğumuz hal neden değişsin? Peki eski neydi? Eski ‘insan, din içindir’ anlayışıydı. Yeni ne olmalı? ‘Din, insan içindir’ olmalı. İslam’ın kaynağı Kuran’ın bize telkin ettiği anlayış da budur. Din insana, vahiy akla, ibadetler ahlaka yardımcı olmalı. Din daha iyi insan elde etmenin aracıyken amaç haline gelirse, gerçek amacını kaybeder. Bu durumda dincilik çoğalır ama iyilik azalır, adalet, merhamet azalır, barış, özgürlük, akıl azalır, irade, vicdan azalır. İslam’da ruhban sınıfı yok. Din adamı da yok. Her Müslüman dininin adamıdır. Fakat realitede ruhban sınıfı çok. Hristiyan Batı’da yüzyıllar önce ölen engizisyon ve aforoz Müslüman Şark’ta olanca gücüyle yaşıyor. Farklı düşünen insanları Tanrı adına katleden Torquemada’lar Müslümanların içinden çıkıyor. Peki, neden böyle? İnsanın temel zaafları var. Ama insan, varlık ağacının soylu bir meyvesi aynı zamanda. En iyi bozulunca en kötü olur. Tüm tecrübelerime dayanarak söylüyorum: Din iyileştirmiyorsa, din kötüleştirir. Dinini servet, güç ve iktidara tırmanacak merdiven olarak gören dindarın dinine verdiği zararı hiçbir dinsiz veremez. Şimdilerde her kapıyı açan din maymuncuğunu eline geçiren onu sonuna kadar istismar ediyor. Bireyi ve insanı inşa etmesi gereken din, bizde cüzdan inşa ediyor. Adı barış olan İslam, güce tapıp adını Allah koyanların eliyle savaş dinine dönüşüyor, dinci de Terminatör’e dönüşüyor. Gördük, yaşadık bunu. Allah’ın iki merhamet sıfatını içinde taşıyan (rahman ve rahim) “bismillahirrahmanirrahim” sözcüğü kafa keserken, insan öldürürken, kurşun atarken kullanılan bir cinayet sloganına dönüşüyor.”

‘SOYKIRIMLAR BİR KUTSALA DAYANARAK YAPILIR’

Aydınlanmacı bir din anlayışı için cehaleti azaltmak gerektiğini vurgulayan İslamoğlu şunları söyledi: “İnanma katışıksız iyi değildir, hatta tam tersi cahilin inancı arttıkça sapması da artar. O zaman ‘aydınlanmacı bir din için ne yapmalı?’ sorusunun cevabı şudur: cehaletle savaşmalı. En korkunç katliamlar ve soykırımlar bir kutsala ve bir inanca dayanarak yapılır. Arkasından kutsalı çekin, hiçbir insan o kadar vahşileşemez. İçinde din, iman, cennet, cehennem, Tanrı, kitap, peygamber olmadan hiçbir normal insanın gözünü o kadar kan bürümez. İnanmanın akılla dengelenmesi gerekiyor. Yapılması gereken bu. İman, akılla terbiye edilecek. Çünkü dinin en temel kurallarından biridir: Aklı olmayanın dini de yoktur. Kişiyi sorumlu yapmayan iman, sorunlu yapar. Dini arttıkça hak, hukuk ve adalet duygusu artmıyorsa insanın; vahşeti, cinayeti, yobazlığı, bağnazlığı, kini artar.”

‘AKLI ÖLDÜREN DİN, İNSANIN DÜŞMANIDIR’

Müslümanların probleminin saymakla bitmeyeceğini ifade eden İslamoğlu, “Aklı öldüren din, insanın düşmanıdır” dedi: “Hepsi de yapısal, bireysel, toplumsal, sosyal, sosyo-psikolojik, politik, etik ve hepsinin arka planında onları besleyen teolojik problemler var. En başta din ile din kültürü arasındaki ayırımı yok etmişler, Kültür, gelenek, görenek, adet din olunca, din de kültür olmuş. Bugün din diye bildiğimiz birçok şeyin din-imanla hiçbir alakası yok. Onu uygulayan insanlar, ‘bu dindir’ etiketiyle satabilirler. Ama din o değil. Bu ikisini ayırmayınca ne oluyor, çarşaf, burka, peçe, sela, türbe, yatır vs. tartışması bir din tartışmasına dönüşüyor. Bu bir kültürdür. Dolayısıyla kültürü din yerine koyduğunuzda, din insanın önünü tıkayan koca bir engel haline dönüşüyor. Uydurup uydurup ipe dizmiş. Dine mesafeli aydınlar bile bu sahte dini, din sanmış. İçimizden çıkan Spinozalar’a değer verip emeğinden yararlanmak yerine hepsini çöpe atmışız. Din de cahil kitlelerin elinde rehin kalmış. Aydınlanmış bir dinin amacı insana anlam ve amaç arayışında yardımcı olmak, insanın varlık sancısını dindirmektir. Bilgi ve bilince dayalı iman aydınlatır, değilse karanlığa mahkûm eder. Aklı öldüren din, insanın düşmanıdır. Cin suresi, 14. ayet der ki: ‘Müslüman, doğruyu arayandır.’ Gerçek Müslüman, buldumcuk olan bir tip değildir. Kendini mutlak doğru bilmemek, sorgulamak gerek.”

‘MÜSLÜMANLARIN RÖNESANS’A İHTİYACI VAR’

“Müslümanların reformdan daha çok Rönesans’a ihtiyacı var, yani dirilişe” diyen İslamoğlu, sözlerine şöyle devam etti: “Din ve mezhep kavgalarında Batı’yı dört yüzyıl geriden takip ettiklerini düşünüyorum. Batı’da Rönesans’ı başlatan gizli özne bence kara veba idi. Beş altı yıl süren bu salgının Batı nüfusunun üçte birini yok ettiği toplumda her şey altüst oldu. Umalım da Müslüman Rönesans’ını başlatan da Covid-19 olsun. Bize Lutherler ve ondan bin kat daha fanatik Protestan selefiliğinin mucidi Kalvinler değil, akla ve bilime davet eden Erasmuslar, Montaigneler, Castelliolar, Servetolar, Brunolar, Spinozalar, Voltaireler gerek bence. Hıristiyan Engizisyonu’nu içimize taşıyan ve varlığını her tür Rönesans ve reformla savaşa adayan Müslüman Cizvitler’e rağmen çıkmalı. Farklı dini, ideolojik vs. kimlikleri olanlara zulmedenlerin yüzüne beraber “itham ediyorum” diye haykıracak Zolalar gerek. Ancak Zola içimizden çıksaydı ne olurdu? Uğradığı zulümlerden şikayetçi olanlarımız da dahil herkes elbirliği içinde onu vatan haini ilan etmekte gecikmezdi. Bu bizim en tehlikeli, en bulaşıcı virüsümüz. Covid-19 salgınından bir gün kurtuluruz, ama ne yazık ki cehalet ve bağnazlık salgınından kurtulmamız o kadar kolay görünmüyor.”

VEYSİ DÜNDAR: İNSANIN İRADESİ AKIŞI DEĞİŞTİREBİLİYOR’

Veysi Dündar.

Gazeteci, yazar Veysi Dündar, gündemin çok hızlı ve gerilimli olduğunu belirterek insanın iradesinin, akışı değiştirebileceğine vurgu yaptı: “Bir evren var. Evrenin yasaları var, inananlar ise buna Allah’ın yasaları der. İnsan var ve dolayısıyla da insanın iradesi var. Bu irade dünyadaki dengeyi olumlu yönde de olumsuz yönde de değiştirme gücüne sahip. İklim değişikliği, buzulların erimesi, doğal ürünün neredeyse kalmaması, hormonlu gıdalar üretilmesi, betonlaşma gibi olumsuzluklar hep insanların tercihinden kaynaklanır. Velhasıl insanın iradesi akışı değiştirebiliyor, dönüştürebiliyor.”

‘ÖNCELİK BİLİME VERİLDİ VE BU DOĞRU BİR KARARDI’ 

“Dünyada yaşanan bir insanlık krizidir” diyen Dündar, bilime öncelik verilmesi ve tedbiri elden bırakmamak gerektiğine dikkat çekti: “Türkiye’de ve daha birçok Müslüman ülkede Covid-19 salgını bağlamında Cuma namazları kılınmadı, Camiler kapatıldı, Umre’ye gidişler iptal oldu. Bu kararlar bilimin yol göstericiliği kapsamında alınabildi. Diğer türlü kıyamet kopardı. Burada öncelik bilime verildi ve bu doğru bir karardı. Allah’ın evine virüs bulaşmaz diyenler, Allah bizi korur diyenler çıktı. Fakat bilim galebe geldi. Allah’ın da tavsiyesidir, tedbiri elden bırakmamak gerekir. Bu tecrübe hepimize bunu öğretti. Bunu Umre ziyaretinden gelen hacılarda gördük. Tedbirli davranmadılar. Allah’ın beytinde virüs olmaz dediler, gelirken de bir sürü insana virüsü bulaştırdılar. Şimdi sorarım size; hangisi ibadet, hangisi ihmal, hangisi din? Sadece Müslüman ülkelerin ibadethane mekânları kapatılmadı, tüm inanç merkezleri bu salgın karşısında böyle bir tedbir uyguladı. Toplumsal sorumluluk bunu gerektirdiğinden, Allah’ın evi kavramının içeriğini tartışmanın ve sadece belirli bir alana hapsetmenin manasızlığını gördük, yaşadık. İndirilen dine inansalar hatalarını görecekler, fakat uydurulan din ile amel ettiklerinden bir türlü doğru istikameti bulamıyor Müslümanlar. Dinde mutabık olamadıkları gibi, birlikte muvafık da olamıyorlar.”

‘İNSAN AHLAKLI OLMAK ZORUNDADIR’

İman ediyorsa da etmiyorsa da insanın ahlaklı davranmak zorunda olduğuna vurgu yapan Dündar, “Değer üretmek, insanlığa hizmette bulunacak bir nesne üretmek, hayatı kolaylaştıran şeyler icat etmek Allah’ın beklediği ibadet şeklidir. Fiziki ibadetin yanında, Allah’ın ısrarla talep ettiği ve kulundan beklediği, tüm insanlığa hizmet edecek imkânlar sunmaktır. Bunu yaptığınızda Allah katında da insan nazarında da makbul olursunuz” dedi.

Tahrif edilmiş dinin, insanları dumura uğrattığının altını çizen Dündar, “Kültür dini yaşadığımızdan, dinin aslını hep sektirdik ve uzaklaşılan bir dinin ortaya çıkmasına neden olduk. Bu yaşanılanların Allah’ın yaşamamızı talep ettiği din olduğunu düşünmüyorum” şeklinde konuştu.

ALİ BULAÇ: BİR ŞEY SELİM AKLA VE VİCDANA AYKIRI İSE DİNE DE AYKIRIDIR

Ali Bulaç.

İlahiyatçı, sosyolog Ali Bulaç, yeni bir din anlayışının mümkün olduğunu belirterek akla ve vicdana aykırı bir şeyin dine de aykırı olduğunu söyledi: “İnsanlar arasındaki kutuplaşmayı ve çatışmayı besleyen en önemli faktör, usulüne uygun düşünen dindar bilginler değil, siyasi iktidarlar ve onlarla birlikte dini manipüle eden ‘din adamları’dır. Önce İslam içinde ‘din adamı zümresi’nin meşruiyetini tartışmak lazım. Din Allah için değil, insan içindir. Allah’ın dine ihtiyacı yoktur, bizim dine ihtiyacımız vardır; o bizden iyi insan olmamızı umut eder. Müslümanlık iyi insan olmanın yoludur. İslam insanı muhatap alan, insanı özne kabul eden bir dindir. Ancak hümanizmden farklı olarak insanın ürettiği değerlerin Kuran vahyi, selim akıl ve temiz fıtrat, yani vicdanla sınanmasını gerekli görür. Bir şey selim akla ve vicdana aykırı ise dine de aykırıdır. Şu var ki yol gösterici bir değer görünürde akla ve vicdana uygun gibi görünse bile dinin ana değerlerine aykırı ise orada akıl ve vicdan çıkar ilişkisiyle manipüle edilmiş demektir. Müslüman hemcinslerinden kimseyi ötekileştirmez. Çünkü Müslümanın prensibi hangi din, renk, ırk ve bölgeden olursa olsun ‘öteki’yle saygı zemininde, barış içinde bir arada yaşamaktır. Müslümanın kendisiyle mücadele ettiği hasmı varsa o da şeytandır. Ruhumuz sonsuz sayıda iyi ve kötü tohumların ekili olduğu tarla gibidir, şeytan kötü tohumları yeşertir, bu yüzden bizim ötekimiz şeytandır.”

‘BATIL İNANÇ VE TAHAKKÜM ARZUSUYLA İNSANLAR ÖLDÜRÜLÜYOR’ 

İnsanın mutlaka bir şeye inandığına vurgu yapan Bulaç, din adına insanlar öldürülüyorsa, bunun gerçek bir dinden değil, batıl inançtan kaynaklandığını belirtti: “İnanma varlık şartlarından biri ise –ki doğrudur bu– Tanrı’nın varlığının kanıtıdır. İnsan mutlaka bir şeye inanır; Avustralya’da yosuna, Fransa’da soğana kutsallık atfedenler vardır. Fakat her inanç ‘iman seviyesi’nde değildir. Sahih bir dinin düzenlediği inanç ‘iman’dır. Din adına ve Tanrı adına hak ve hukuk ihlal ediliyorsa, masum insanlar öldürülüyorsa bu gerçek dinden değil, yanlış-batıl bir inançtan, tahakküm arzusundan, kaynakları kontrol ihtirasından kaynaklanır. İnsanlar, baskı uygulamak veya öldürmek istiyorlarsa mutlaka dinden fetva bulmazlar; laik, ateist, materyalist kaynaklardan da gerekçe devşirirler. Hitler ve Stalin dindar kimseler değildi; biri 6 milyon insanı fırınlarda yaktı, diğeri 3,5 milyon muhalifi öldürdü. Hiroşima üzerine atom bombası atanlar liberal kimselerdi. Burada sorun, insanın kan dökücü, tahrip edici, kıyıcı doğasının kaynaklarına inmek ve buna çözüm bulma sorunudur.”

KÜRESEL BİR TOPLUM SÖZLEŞMESİNE İHTİYACIMIZ VAR’ 

Voltaire’in ‘dinsel hoşgörü’ fikrine katıldığını ifade eden Bulaç, bir arada yaşayabilmenin yollarına işaret etti: “Kuran birlikte ve barış içinde yaşamamız için bize üç kavram verir. Biri ‘muarefe’dir. Yani birimiz diğerini tanımlamaya kalkışmadan, onu anlama ve tanıma çabasını göstermek. İkincisi ‘müzakere’dir. Bu da birbirimizi anlayabiliyorsak nasıl bir arada yaşayabileceğimize dair interaktif olarak konuşmak, ortak noktalar bulmak. Sonuncusu da ‘muahede’, yani toplum sözleşmesi yapmak.”

Covid-19 salgınının, insanları küresel düzeyde bir paradigma değişikliğine gitmeye zorladığına vurgu yapan Bulaç, “Bu yeni paradigma, felsefi varsayımlarını 18. yüzyıl Batı Aydınlanması’ndan almayacaktır. Özgürlüğü, ahlaki erdemleri, adaleti ve karşılıklı saygıyı esas alan küresel bir toplum sözleşmesine ihtiyacımız var. Bunun örneğini İslam’ın Peygamberi, Medine Sözleşmesi’nde bize gösterdi. Modern ve postmodern zamanda insanın kendi varlığıyla, tabiatla ve hemcinsleriyle ilişkisi bozuldu; bozulan ilişkiyi kritik edip düzeltmeden bu çatışma ortamından çıkamayız. Bunun da yolu Allah ile ilişkimizin düzelmesinden geçmektedir” dedi.

Yorum ekle

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular