translator

- Afrikaans
- Albanian – shqipe
- Arabic – العربية
- Armenian – Հայերէն
- Azerbaijani – azərbaycanca
- Basque – euskara
- Belarusian – беларуская
- Bengali – বাংলা
- Bulgarian – български
- Catalan – català
- Chinese – 中文(简体中文)
- Chinese – 中文 (繁體中文)
- Croatian – hrvatski
- Czech – čeština
- Danish – dansk
- Dutch – Nederlands
- English
- Esperanto – esperanto
- Estonian – eesti
- Filipino
- Finnish – suomi
- French – français
- Galician – galego
- Georgian – ქართული
- German – Deutsch
- Greek – Ελληνικά
- Gujarati – ગુજરાતી
- Haitian Creole – kreyòl ayisyen
- Hebrew – עברית
- Hindi – हिन्दी
- Hungarian – magyar
- Icelandic – íslenska
- Indonesian – Bahasa Indonesia
- Irish – Gaeilge
- Italian – italiano
- Japanese – 日本語
- Kannada – ಕನ್ನಡ
- Korean – 한국어
- Latin – Lingua Latina
- Latvian – latviešu
- Lithuanian – lietuvių
- Macedonian – македонски
- Malay – Bahasa Melayu
- Maltese – Malti
- Norwegian – norsk
- Persian – فارسی
- Polish – polski
- Portuguese – português
- Romanian – română
- Russian – русский
- Serbian – Српски
- Slovak – slovenčina
- Slovenian – slovenščina
- Spanish – español
- Swahili – Kiswahili
- Swedish – svenska
- Tamil – தமிழ்
- Telugu – తెలుగు
- Thai – ไทย
- Turkish – Türkçe
- Ukrainian – українська
- Urdu – اردو
- Vietnamese – Tiếng Việt
- Welsh – Cymraeg
- Yiddish – יידיש
Double-click
Select to translate
translator
- Afrikaans
- Albanian – shqipe
- Arabic – العربية
- Armenian – Հայերէն
- Azerbaijani – azərbaycanca
- Basque – euskara
- Belarusian – беларуская
- Bengali – বাংলা
- Bulgarian – български
- Catalan – català
- Chinese – 中文(简体中文)
- Chinese – 中文 (繁體中文)
- Croatian – hrvatski
- Czech – čeština
- Danish – dansk
- Dutch – Nederlands
- English
- Esperanto – esperanto
- Estonian – eesti
- Filipino
- Finnish – suomi
- French – français
- Galician – galego
- Georgian – ქართული
- German – Deutsch
- Greek – Ελληνικά
- Gujarati – ગુજરાતી
- Haitian Creole – kreyòl ayisyen
- Hebrew – עברית
- Hindi – हिन्दी
- Hungarian – magyar
- Icelandic – íslenska
- Indonesian – Bahasa Indonesia
- Irish – Gaeilge
- Italian – italiano
- Japanese – 日本語
- Kannada – ಕನ್ನಡ
- Korean – 한국어
- Latin – Lingua Latina
- Latvian – latviešu
- Lithuanian – lietuvių
- Macedonian – македонски
- Malay – Bahasa Melayu
- Maltese – Malti
- Norwegian – norsk
- Persian – فارسی
- Polish – polski
- Portuguese – português
- Romanian – română
- Russian – русский
- Serbian – Српски
- Slovak – slovenčina
- Slovenian – slovenščina
- Spanish – español
- Swahili – Kiswahili
- Swedish – svenska
- Tamil – தமிழ்
- Telugu – తెలుగు
- Thai – ไทย
- Turkish – Türkçe
- Ukrainian – українська
- Urdu – اردو
- Vietnamese – Tiếng Việt
- Welsh – Cymraeg
- Yiddish – יידיש
Double-click
Select to translate
translator
- Afrikaans
- Albanian – shqipe
- Arabic – العربية
- Armenian – Հայերէն
- Azerbaijani – azərbaycanca
- Basque – euskara
- Belarusian – беларуская
- Bengali – বাংলা
- Bulgarian – български
- Catalan – català
- Chinese – 中文(简体中文)
- Chinese – 中文 (繁體中文)
- Croatian – hrvatski
- Czech – čeština
- Danish – dansk
- Dutch – Nederlands
- English
- Esperanto – esperanto
- Estonian – eesti
- Filipino
- Finnish – suomi
- French – français
- Galician – galego
- Georgian – ქართული
- German – Deutsch
- Greek – Ελληνικά
- Gujarati – ગુજરાતી
- Haitian Creole – kreyòl ayisyen
- Hebrew – עברית
- Hindi – हिन्दी
- Hungarian – magyar
- Icelandic – íslenska
- Indonesian – Bahasa Indonesia
- Irish – Gaeilge
- Italian – italiano
- Japanese – 日本語
- Kannada – ಕನ್ನಡ
- Korean – 한국어
- Latin – Lingua Latina
- Latvian – latviešu
- Lithuanian – lietuvių
- Macedonian – македонски
- Malay – Bahasa Melayu
- Maltese – Malti
- Norwegian – norsk
- Persian – فارسی
- Polish – polski
- Portuguese – português
- Romanian – română
- Russian – русский
- Serbian – Српски
- Slovak – slovenčina
- Slovenian – slovenščina
- Spanish – español
- Swahili – Kiswahili
- Swedish – svenska
- Tamil – தமிழ்
- Telugu – తెలుగు
- Thai – ไทย
- Turkish – Türkçe
- Ukrainian – українська
- Urdu – اردو
- Vietnamese – Tiếng Việt
- Welsh – Cymraeg
- Yiddish – יידיש
Double-click
Select to translate
Dr. Ali Şeraiti, 1973’lü yılların İran’ında, o yıllarda esaslı bir kültür ocağı işlevi gördüğü anlaşılan “Hüseyniye-i İrşad” adlı merkezin salonunda “Dine karşı Din” (Mezhep aleyhi Mezhep) konulu konferansına başladığında salondan “Ne diyor bu adam” sesleri yükselmeye başlar.
Çünkü Şeriati’nin sarfettiği cümleler yenilir yutulur cinsten değildir ve ortalama bir Müslüman dindarın zihnini allak bullak edecek sözlerdir;
“19. yüzyılda söylenmiş olan şu söz doğrudur;
Din halk kütlelerinin afyonudur. Böylece halk, ahiret ümidi ile dünyadaki mutsuzluk ve yoksulluğa katlanır. Toplumda olan her şeyin ilâhî irade ile gerçekleştiğini; dolayısıyla da statükoyu değiştirmek ve halkın durumunu iyileştirmek için çalışmanın Tanrı’nın iradesine karşı çıkmak demek olduğunu telkin eden inanç/din halkın afyonu demektir…
Yine 18-19 yüzyıl bilginlerinin şu sözü de doğrudur;
Din, insanların bilimsel sebepler (nedenler) karşısındaki bilgisizliklerinin ürünüdür…
Yine, şu söz de doğrudur;
Din, halkın evham, boş ve kuruntudan ileri gelen korkusunun ürünüdür…
Şu söz de doğrudur;
Din, fedoal dönemin ayrıcalıklarının ve ayrımcılığının, servet sahipliği ve yoksulluk biçiminde beliren iktisâdi ilişkilerin ürünüdür…” (Din karşı Din, 40-41)
Din halk kütlelerinin afyonudur. Böylece halk, ahiret ümidi ile dünyadaki mutsuzluk ve yoksulluğa katlanır. Toplumda olan her şeyin ilâhî irade ile gerçekleştiğini; dolayısıyla da statükoyu değiştirmek ve halkın durumunu iyileştirmek için çalışmanın Tanrı’nın iradesine karşı çıkmak demek olduğunu telkin eden inanç/din halkın afyonu demektir…
Yine 18-19 yüzyıl bilginlerinin şu sözü de doğrudur;
Din, insanların bilimsel sebepler (nedenler) karşısındaki bilgisizliklerinin ürünüdür…
Yine, şu söz de doğrudur;
Din, halkın evham, boş ve kuruntudan ileri gelen korkusunun ürünüdür…
Şu söz de doğrudur;
Din, fedoal dönemin ayrıcalıklarının ve ayrımcılığının, servet sahipliği ve yoksulluk biçiminde beliren iktisâdi ilişkilerin ürünüdür…” (Din karşı Din, 40-41)
Bu sözleri 80’li yıllarda duymaya başlayan Türkiye dindarlığı Şeriati’yi tahmin edilebileceği gibi “İtikadı bozuk, komünist” vs. ilân etmekte gecikmedi.
Bizim gibi az sayıda dönemin “yeni yetmeleri” dışında Şeriati’nin “devrimci” söylemi zihinlerde makes bulmadı. İran’da olduğu gibi Türkiye’de de tıpkı bir kelebek gibi yüksek ve kalın duvarlara çarpıp yere düştü.
Fakat Pakistan’da Muhammed İkbal, Türkiye’de Mehmed Akif ve İran’da Ali Şeraiti gibi çağdaş İslamcılığın kabuğunu yırtmaya çalışan, kolay kolay makes bulmayan ve yüksek ve kalın duvarlara çarpıp çarpıp yere düşen bu “asil damarı” gün geçtikçe daha bir anlaşılıyor.
Oysa Şeriati, yukarıdaki sözlerden sonra esaslı bir soru daha soruyor ve kendi tabirleri ile “Devrimci tevhid dini” ile “Statükocu şirk dini” asıl ondan sonra netleşmeye başlıyordu; “Fakat hangi din?”
Hangi din halkların afyonudur?
Ve biz Şeriati’yi devem ettirelim; Ve hangi din halkların vicdanıdır? Halkların afyonu olmayan bir din varsa bu hangisidir? Sonuçta o da bir din değil mi? Değilse neden?
Bu soruların cevabının Aliya İzzetbegoviç’in “Doğu ve batı arasında İslâm” kitabında dinler ve devrimler üzerine yaptığı şu tespitte ipucunu verdiğini görürürüz;
“Din de devrim de acılar ve ıztıraplar içinde doğar. İkisi de refah ve konfor içinde yok olup gider. Gerçekten devam eden sırf onların gerçekleşmesi çabasıdır. Onların gerçekleşmesi ise, aynı zamanda ölümleri demektir. Din de devrim de gerçekleşirken, kendini boğacak kurumlarını, statükolarını doğururlar. Devrim yalan söylemeye ve kendi kendine ihanet etmeğe başladıktan sonra statükolaşmış sahte dinle ortak bir dil kullanmaya başlar…”
Doğrusu “Dine karşı Din”den bahsetmek muhataralı (riskli) bir iştir. Bu tabir bir anda dikkatleri “içeriye” çevirir ve varlığını “dış mihraklar” üzerine kurmuş “statükocu” çevreleri rahatsız eder. İç hesaplaşma, hatta iç savaş çağrışımları yaptığı iddia edilerek itici bulunur.
Dış mihraklara saldırmayı, kendileriyle yüzleşmeye tercih edenler şeytan taşlamayı abdest almaya tercih edenlerdir. Bu gidişle abdestsiz gideceklerinden korkulur. Bunlar şimdilerde topu taca atarak “Ilımlı İslâm” projesinin dine karşı din olduğunu söylemekteler. Hâlbuki bunun Müslüman vicdanda zerre miktarı kıymet-i harbiyesi yoktur. Bu topraklarda dine karşı din hiçbir zaman “gâvur” eliyle gelmemiştir, gelemez. Asıl dine karşı dini hep kendi ellerimizle kurmuşuzdur. Ali-Muaviye savaşlarında ölen doksan bin kişi “ılımlı İslâm projesi” yüzünden ölmüş değildir. Kendi eliyle açtığı bu yarayı yine kendi eliyle sarmadan, dahası bunun hesabını vermeden Müslüman vicdanın dünyanın önüne çıkmaya hakkı yoktur. Çünkü insanlığı kurtarmak için gelmiş “son hak dine” mensup olduğunu iddia etmektedir. “Sen önce kendini kurtardın mı?” demezler mi adama.
Bu nedenle “Ilımlı İslâm projesi” Müslüman vicdanın kendi yarasını kendi elleriyle sarmasına mani olmanın adıdır. Dolayısıyla emperyalist bir yönlendirmedir. Dine karşı din yüzleşmesinin “içerden” yapılmasına, kendi ellerimizle yaşattığımız “halkın afyonu olan dinin”, yine kendi ellerimizle geriletilip “halkın vicdanı olan dinin” inkışaf etmesini sabote etmenin adıdır. Bunu gördükleri için müdahil olmak istemektedirler.
Kaldı ki bu yüzleşme tamamen bilgiye dayalı ve kültürel olmak durumundadır. Bunun güce dayalı ve şiddet içerikli bir mecraya çekilmeye çalışılması sabote etmenin apaçık göstergesidir. Buradan yarayı sarma değil, iyice deşme ve kanatma çıkar. Oysa bizim “dinin halkın afyonu olmaktan çıkartılıp vicdanı haline getirilmesi” derken, bunun için de “dine karşı din yüzleşmesi lazım” derken kastımız kendi ellerimizle açtığımız yaraları kendi ellerimizle sarmak içindir, iyice deşmek ve kanatmak için değil…
HALKLARIN AFYONU OLAN DİN
Gerçekten de dinlerin çoğunun tarih boyunca halkların afyonu misyonu üstlendiğini görüyoruz. Begoviç’in dediği gibi bu sahte ve yalancı din, kökeninde “acılar ve ızdıraplar içinde doğmuş olmak” varken, giderek “kendini boğacak kurumlarını, statükolarını doğurmuş” ve “yalan söylemeye başlayan devrim ile sahte bir ortak dil kullanmaya başlayarak statükolaşmış” her dindir.
Tarih bunun örnekleriyle doludur. Hatta tarih onların tarihidir dense yeridir. Çünkü genellikle tevhid peygamberlerinin getirdiği “halkların vicdanı olan din” bir şimşek parıltısı gibi, akıp giden tarih içinde anlıktır. Hiçbir peygamber yoktur ki kendisinden sonra getirdiği din tersyüz edilmemiş olsun.
Kuran’da bu durumu anlatan, yurdum insanının Akif’in tabirleriyle “Ya bakıp durduğu yaprağına, ya da üfleyip geçtiği bir ölünün toprağına” Yasin suresinde çarpıcı bir pasaj vardır.
Orada bir şehir halkı (oranın ileri gelen din adamları) ile iki, daha sonra da üçüncüsüyle desteklenen peygamberler arasındaki diyaloğa yer verilir. Malum, peygamberler inkar edilir, söylediklerine “Bütün bunlar yalan” denir. İleri gelenlerin peygamberlere yönlettiği itham son derece dikkat çekicidir;
“Siz bizim bahtımızı kararttınız. Bakın, eğer bu işe bir son vermezseniz sizi taşa tutarız ve çok fena yaparız, kesinlikle!” dediler. Peygamberler “Bahtınız kendi elinizdedir. Aklınızı başınıza toplamanız istense de, öyle mi? Tam tersi siz kendi kendinizi bitiriyorsunuz” dediler. (Yasin; 36/18-19)
Ayette geçen harfi harfine “Bize uğursuzluk kuşu (tâir) getirdiğiniz” ifadesi statükolaşmış dinlerin temel argümanınıdır.
Yani “Dinimizi değiştirmeye, bahtımızı karartmaya, talihimizi geri çevirmeye çalışıyorsunuz. Sizin yüzünüzden kader, baht ve talih tanrıları gazaba geldi. Üzerimize taş yağacak. Söyledikleriniz ölüm, doğum, baht, talih, bereket, verimlilik tanrılarını çok kızdıracak şeyler…” demek istemekteydiler.
Demek ki “O şehir halkı” hiçbir isim, yer, zaman, tarih adı verilmeksizin anlatıldığına göre bu ayetler çağlar üstü mesajlar vermektedir. Ne mesaj verilmek istendiğini anlamak için “tâir” (kader, baht, talih kuşu) tabirinin Sami/Arap muhayyilesinde ne anlama geldiğini bilmek icap eder.
Öyle görünüyor ki bu eski dünya dinlerince öngörülen “Tanrısal yazgı” düzeninin sarsılması endişesini yansıtmaktadır. Çünkü “tek Allah” inancını getiren peygamberler o günkü dünyada kurulu “Tanrılar düzenini” tehdit ediyorlardı. Çünkü yer, gök, kader, baht, ölüm, doğum, rüzgâr, su, ay, güneş vs. hepsi bir takım tanrılar ve onların temsilcisi, oğlu, kızı, karısı, ailesi, hanedanı, ruhbanı olduğunu iddia eden kişilerce aralarında pay edilmişti. Sadece paylaştırılmakla kalmamış bunların kurumları kurulmuş, arkasına ordu ve donanmalar almıştı. Bir toplumsal düzen ve imparatorluk şekline bürünmüştü.
Şimdi düşünelim, böylesi bir dünyada kimi peygamberlerin çıkıp “tek bir Allah”tan bahsetmesi ve onun temsilcisinin, vekilinin, oğlunun, kızının, hanedanının, ruhbanının vs. olmadığını, doğmadığını ve doğrulmadığını, sadece “elçilerinin” olduğunu, onların da “hiç bir şey talep etmeden, sadece uyanışa çağrı için” bu elçiliği yaptıklarının söylenmesi pratikte ne anlama gelir?
Bu, bugünkü tabirle o günkü “dünya sistemine” başkaldırmak, onu tanımamak demektir. Bunun sonucu ise dünya lordlarının (tanrılarının) gazaba gelmesi ve “borsayı çökertip dövizi fırlatarak” ekonomiyi altüst etmesi, halkı aç bırakması, ülkeleri çökertmesi, geleceklerini mahvetmesi demektir. Yani “Bahtımızı karartması, dolar lordlarınca (verimlilik, başarı ve güç tanrılarınca) kurulan ve değiştirilmesi mümkün olmayan uluslararası düzeni (Tanrılarca tayin edilen kaderi) başımıza yıkması, geleceğimizle oynaması, durmuş oturmuş düzenimizi bozması” demektir… “Bize uğursuzluk (tâir) getirdiniz” sözünün manası, dilden dile değil çağdan çağa tercüme ile bu anlama gelir…
Bu iddiaya karşılık peygamberler de şöyle demektedir. “Talih kuşunuz sizinle beraberdir.”
Yani “Bu uğursuzluk, bahtın kapanması vs. dediğiniz şey kendi yaptıklarınızla ortaya çıkan bir şeydir. Siz o sahte tanrılara (lordlara) inanır, onların gerçek tanrı gibi güçlü ve yıkılmaz olduğuna dair içinizde kölece bir itaat taşırsanız, dünya size o tanrıların dünyasıymış gibi görünür. Hâlbuki kendi eylemlerinizle kendi bahtınızı ve geleceğinizi yaratırsınız. Kaderiniz elinize verilmiş olup kendi kaderinizi kendiniz yazarsınız. Çünkü “Herkesin geleceği ve ne olacağı (kaderi/bahtı/tâiri) kendi boynuna asılmıştır” (İsra; 17/13).
Yani “Bu uğursuzluk, bahtın kapanması vs. dediğiniz şey kendi yaptıklarınızla ortaya çıkan bir şeydir. Siz o sahte tanrılara (lordlara) inanır, onların gerçek tanrı gibi güçlü ve yıkılmaz olduğuna dair içinizde kölece bir itaat taşırsanız, dünya size o tanrıların dünyasıymış gibi görünür. Hâlbuki kendi eylemlerinizle kendi bahtınızı ve geleceğinizi yaratırsınız. Kaderiniz elinize verilmiş olup kendi kaderinizi kendiniz yazarsınız. Çünkü “Herkesin geleceği ve ne olacağı (kaderi/bahtı/tâiri) kendi boynuna asılmıştır” (İsra; 17/13).
Ayette “O şehir halkı” diye anlatılan meçhül bir diyar değildir. Dünyada bir yerlerde, bizzat bu şekilde halkı afyonlamak için kurumsallaşmış her statükolaşmış dini ifade eder. Bunun en çarpıcı örnekleri eski Hind, Çin, İran ve Roma tarihlerinde görülmüştür. Ayet bunlardan başka bir yerlerden bahsediyor değildir. Dahası söz konusu bu “statükolaşmış ve yalan söylemeye başlamış sahte din” daha İslâm’ın ilk yüzyılında da kendine yol bularak “halkların vicdanı” olan dini “halkların afyonuna” dönüştürmeyi ne yazık ki başarmıştır.
Hind toplumunda Brahmanların kurduğu din bunun en tipik örneklerinden birisiydi. Brahmanlar toplumu kastlara bölmüşler ve en üste kendilerini yerleştirerek bu düzenin bir “Tanrısal yazgı” olduğunu söylemişlerdi. En alt kastta sürünen bir “parya”, eğer mutlu olmak istiyorsa şimdiki hayatında bu yazgıya itaat etmeliydi. Uslu durmalıydı ki ikinci hayatında üst kastta doğabilsin! Aksi halde ikinci hayatında daha da alta bir böcek olarak bile doğabilirdi. Bu nedenle üst kastlara çıkmanın yolu varolan düzene uymak, itaat etmek, olan bitene boyun eğmek ve bu halde ölümü beklemekti. Ölümden sonraki ikinci hayatta üst kastlarda yeniden doğmak istiyorsa bu şarttı.
İşte Buddha‘nın incir ağacının altında uyanan vicdanı bu tanrısal yazgı düzenine isyan ediyordu. Brahmanlara buradan itiraz eden Buddha, kendi döneminde Hind halkının vicdanı oldu. Ama derin Hind kültürü zamanla onu da içine çekerek statükolaştırdı ve onun dini de ters yüz edilerek zamanla halkın afyonu olmaktan ne yazık ki kurtulamadı…
İşte Buddha‘nın incir ağacının altında uyanan vicdanı bu tanrısal yazgı düzenine isyan ediyordu. Brahmanlara buradan itiraz eden Buddha, kendi döneminde Hind halkının vicdanı oldu. Ama derin Hind kültürü zamanla onu da içine çekerek statükolaştırdı ve onun dini de ters yüz edilerek zamanla halkın afyonu olmaktan ne yazık ki kurtulamadı…
Roma büyüyüp imparatorluk haline gelince Seneca ve Çiçero gibi Roma düşünürleri, kurulan “Tanrısal yazgı” düzenine dini temel bulmakta gecikmediler. Onlara göre de Roma’nın bu şekilde köleci bir toplum olması, kimilerinin köle kimilerinin efendi olması kaçınılmazdı. Çünkü “doğa kanunu” böyleydi. Zira “kanun üstünde kanun (kader, baht, talih) buydu. Buna “Stoa (statüko, direk, sütün) felsefesi” demekteydiler. Buna karşı gelmenin cezası Aziz Justin (öl. MS. 164) örneğinde olduğu gibi Roma meydanında idamdı.
33 yaşında bir gencin (İsa) Kudüs’te tapınağı basıp masa ve sandelyeleri yerlere vururarak “Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiğiniz, ey engerek soyu!” diye bağırırken isyan ettiği şey işte bu Roma’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen verimlilik, başarı, kader ve baht tanrılarıydı. Ancak kısa sürede Roma “Stoacı” tabiat kanununun yerine, İsa’nın yeryüzündeki “Tanrı evini” yani kiliseyi geçirmekte hiç zorlanmadı. İmpatorluklara halkı afyonlayacak bir din daima bulunuyordu ve bu hiç de zor olmuyordu.
Keza Zerdüştü, Budha’yı, Mani’yi, Musa’yı, İsa’yı yargılayanlar, mahkum edenler, itham edenler ve de aleyhlerine ölüm fetvası verenler hep din adamlarıydı (moğlar, mobetler, hahamlar, hamanlar, Brahmanlar).
33 yaşında bir gencin (İsa) Kudüs’te tapınağı basıp masa ve sandelyeleri yerlere vururarak “Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiğiniz, ey engerek soyu!” diye bağırırken isyan ettiği şey işte bu Roma’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen verimlilik, başarı, kader ve baht tanrılarıydı. Ancak kısa sürede Roma “Stoacı” tabiat kanununun yerine, İsa’nın yeryüzündeki “Tanrı evini” yani kiliseyi geçirmekte hiç zorlanmadı. İmpatorluklara halkı afyonlayacak bir din daima bulunuyordu ve bu hiç de zor olmuyordu.
Keza Zerdüştü, Budha’yı, Mani’yi, Musa’yı, İsa’yı yargılayanlar, mahkum edenler, itham edenler ve de aleyhlerine ölüm fetvası verenler hep din adamlarıydı (moğlar, mobetler, hahamlar, hamanlar, Brahmanlar).
Bütün bu eski dünya dinlerine ümmi (halkın bağrından çıkan, din adamları sınıfından olmayan) bir öksüzün vicdanında isyana dönüşerek yeniden patlayan “halkın vicdanı olan din”, çok değil yüz yıl içinde halkın afyonuna dönüştürüldü ve onlarınkine benzer bir “Tanrısal yazgı düzeni” kuruldu. Stoa felsefesinin yerini “kader doktrini” aldı. Roma aristoklarının yerine Emevi kabile ağaları geçti. Kurulan düzen yine “Tanrı’nın yazgısı” idi ve değiştirilmesi hele de karşı gelinmesi Allah’ın takdirine isyan demekti. Cezası Amr b. Maksut (öl: 63/680), Mabed el Cuheni (öl.80/699) ve Gaylan ed-Dımeşki (öl.120/737) örneklerinde olduğu gibi elleri kırılıp dilleri kesilmek suretiyle Kufe zindanında veya Şam meydanında ölümdü.
İşte bu halkların afyonu olan dindir.
HALKLARIN VİCDANI OLAN DİN
Kendisini daha ilk doğuş yıllarında “İnsanlığın ipi/hablun minennâs” (Al-i İmran; 3/112), “İnsanlığın vicdanı/basairu li’nnâs” (Casiye; 45/20) olarak tanımlayan Kuran, insanlığa (âlemlere) sevgi ve merhamet, yol gösterici (huden) ve sırtlarına yüklenen ağır yüklerden, vuruldukları zincirlerden onları kurtaran “ana insanlık yolu” olarak geldi. Bu yükler ve zincirler halkın afyonu olan dinlerin önceki çağlarda yüklediği yükler ve vurduğu zincirlerdi.
Halkın vicdanı “Bu kız çocukları hangi suçdan dolayı öldürüldü?” sorusunda billurlaştı ve çığ gibi büyümeye başladı.
Bu çığ, adını Anahita (Nahid) tapınağının rahibi olan Sasan’dan alan Sasani hanedanının ülkesine (İran) girince, şair Firdevsi’nin dilinden direnişe geçen Rüstem’in şahsında şöyle karşılandı; “İslâm gelirse her şeyi birbirine katar; soylar, ırklar birbirine karışır. Hünersiz kul padişah olur. Soyluluk, hanedanlık artık işe yaramaz…“
Kisra’nın sarayına çıkınca, halkın afyonu olan din “Baldırı çıplaklar ne için geldiniz?” diye sordu. Halkın vicdanı olan din, oradaki iki sahabenin şahsında “İnsanları ‘dinlerin zulmünden’ kurtarmaya geldik!” dedi.
Evet, halkın vicdanı olan din “adalet” dedi. Medine’de temeli atılan devletin temel siyasî belgesinde en çok geçen kelime adaletti. Medine Devleti bütünüyle “adalet” kavramı üzerine bina edilmişti.
Halkın afyonu olan din ise “ganimet” dedi. Adaleti hiçe saydı. İnsanları adaletsizliğin pençesine terk etti.
Halkın afyonu olan din ise “ganimet” dedi. Adaleti hiçe saydı. İnsanları adaletsizliğin pençesine terk etti.
Halkın vicdanı olan din “özgürlük” dedi. Halkın afyonu olan din ise “kader” diye tutturdu. Daha hicri birinci asırda Mabed el-Cüheni’nin şahsında ” Şu melikler yok mu, müslümanların kanlarını döküyorlar ve sonra da ‘yaptıklarımız Allah’ın takdiriyle olmaktadır’ diyorlar. Önceden takdir edilme yoktur, olaylar oldukça bilinmektedir” diye haykıran o vicdandı.
Halkın vicdanı olan din “emanet” dedi. Mülkü ve devleti, halkın, ahalinin veya ümmetin bir emaneti olarak gördü. Halkın afyonu olan din ise, Allah’ın Ümeyyeoğuları’na bir hibesi ve bağışı olarak gördü, hatta bunun ezelde takdir edildiğini, bu kaderden kaçılamayacağını dayattı. Kader inancını resmi ideoloji ve siyasî doktrin haline getirdi. İktidarın milletin emaneti değil, Tanrı’nın bağışı veya lütfu olarak görülmesi sonraki yılların sultanlarının çok işine yaradı. Halkın afyonu olan dince baş tacı edildi.
Halkın vicdanı olan din, “Seni gerekirse kılıcımızla doğrulturuz” diyecek kadar cesurken, sonraları “Bu gömleği bize Allah giydirdi, üç buçuk çapulcu istiyor diye çıkarmayız” denile denile kendini ifade edemez oldu.
Halkın vicdanı olan din “ehliyet” dedi. Halkın afyonu olan din onu toprağa gömdü. İşbaşına gelenlerde aranması gereken bu temel değer hiçe sayıldı. Sırf kendi kabilesinden olanlara öncelik verilerek partizanlık yapıldı, devlet kabile ve aşiret “militanları” ile dolduruldu.
Halkın vicdanı olan din “meşveret” dedi. Halkın afyonu olan din onu ayaklar altına aldı. Muaviye, oğlu Yezid’i veliahd tayin ederek Araplar arasında bile görülmemiş bir uygulama getirdi. Suriye’de devraldığı Bizans imparatorluk genlerini içselleştirdi. Tüm İslâm tarihi boyunca bu Bizantist genler tevarüs edip durdu. Hz. Ömer’in meşveret girişimi Bizans ve Sasani etkisiyle inkişaf edemedi. Meşveret saltanata yenildi.
Halkın vicdanı olan din “maslahat”, yani iyilik için çalışma kötülüklerle mücadele” dedi. Halkın afyonu olan din, onu terk ederek devletin manevî temelini genimetçiliğe kaydırdı. Ulufe ile kesesini doldurmaya bakanlar tantana, şatafat ve gösterişle günü kurtarmaya baktı. Böylece devletin temeli “iyilik ve adalet” saflığından, güç ve kudret profesyonelliğine kaydı…
Böylece her din ve devrim gibi acılar ve ızdıraplar içinde doğan halkın vicdanı olan bir din, rahat ve lüks içine gömülerek, statükolaşarak, tarihten, tabiattan ve hayattan koparılarak halkın afyonu haline getirildi.
Din, eğer insanlığın basireti, sızlayan vicdanı olarak yeniden doğmak istiyorsa, tarihe, tabiata ve hayata dönmek zorundadır. Yeniden vicdanın ve merhametin sesi olmak zorundadır. Tapınak değil, yaşayan hayat dini olmak zorundadır.
“Din adamlarının” sırçalı köşkünden gariplerin sofrasına inmek zorundadır. Eski zamanın pirlerinden ümidini kesmek, yeni gençliğin ruhunda parıldamak zorundadır. Tapınak rahiplerinin ihtirasında değil öksüzlerin vicdanında yeniden yeşermek zorundadır. Bir taraftan çağa ilham vermek, diğer taraftan da çağla kendini test etmek zorundadır. Yaşamın atardamarlara girmek, hayatın temposuyla birlikte atmak zorundadır.
Halkların ve çağların vicdanı olan din ancak budur. Ve o yeniden doğmak için öksüz yürekler aramaktadır…