Tandoğan’da ve Çağlayan’da ateşli konuşmalar yapanlar bilmeliler ki kendileri Türkiye’nin ve cumhuriyetin sahibi ve efendisi, öteki herkes, özellikle de dindar kitleler de marabaları değildir |
______________________________________________
İstanbul’da güzel bir pazar sabahı…
Yolda yürüyorum.
Otobüslere dolmuş yaşlı gaziler, alnına Türkiye yazılı bantlar sarmış“yurdum insanı” marşlar söyleyerek mitinge gidiyor.
Bir binanın altında toplanmışlar, heyacanlı heyecanlı hazırlık yapıyorlar.
Binanın üçün katındaki büyükçe bir levhada “Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi Derneği” yazıyor.
Madalyalı gaziler, fes ve kalpaklarıyla kurtuluş savaşı yılları havası estiriyorlar.
Sanki Yunan İzmir’e, Ruslar Kars’a, İngilizler İstanbul’a girmiş, Eminönü’ne düşman gemileri dayanmış, Urfa, Antep ve Maraş’ta Fransız ve İtalyan askerleri görünmüş, okullar tatil edilmiş, genel seferberlik ilan edilmiş, yurdun dört bir yanında pıtrak gibi kurtuluş cemiyetleri türemiş, gidenlerde “İstanbul ve Havalisi Müdafa-ı Hukuk Cemiyeti”üyeleri…
Yol kenarında bir parkta oturup manzarayı seyrettim.
Dalmışım, zihnimden bakın neler geldi geçti…
***
1921’de “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diye başlayan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu çıkaranlar…
1922’de saltanatın kaldırılmasına oy verenler…
1923’de cumhuriyeti ilan edenler…
Kimdi bunlar?
İlk meclisin üyeleri…
163’ü sivil memur, 89’u eşraf, 64’ü asker, 47’si serbest meslek erbabı, 46’sı din adamı, 28’si mesleği bilinmeyen toplam 437 kişi…
437 kişiden 64’ü asker, 46’sı din adamı. Yani “paşa” ile “hoca”yanyana…
Kürsüye çıkıyorlar, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak memleket meselelerini görüşüyorlar.
Paşa konuşurken hoca dinliyor, hoca konuşurken paşa dinliyor. Bazen birbirlerini en sert şekilde eleştiriyorlar fakat bunu bir arada, aynı çatı altında yapıyorlar.
Bakın, bunlardan ikisi, 5 Eylül 1921- 8 Nisan 1923 yılları arasında TBMM Evrak ve Tahrirat Müdürü Necmeddin Sılan Bey tarafından yapılan ve milletvekillerinin geleceğe yönelik temennilerini sorduğu “ilk meclis anketine” neler yazmış:
“Bir topluluğun ilerlemesi, toplumsal, ruhsal, geleneksel, inançla ilgili bir takım etkenlerin etkisine dayanır ki, öncelikle bu etkenleri karanlıktan aydınlığa çıkarmak ve yeni yaşamın yollarını bu meşale ile aydınlatmak gerekir…Türk Kürtsüz yaşayamaz ve Türk’ü Asya’da bekleyen parlak gelecekten Kürt’e pek büyük bir gurur ve onur payı olacaktır. Türk ve Kürt bundan sonra yeni yönetim altında eski tarihin daha büyük, daha görkemli sayfalarını yazacaklardır…” (Hacı Şükrü Bey, Yarbay, Diyarbakır milletvekili).
“Geleceğimizin verimli ve ışıklı olması için üç temelin gözününde bulundurulması ve eyleme geçirilmesi gerekir: Birincisi temel ilke olan adaleti hakkıyla herkese, her yerde ve her zamanda dağıtmaktır. Adaletin devletin temeli olduğunu vurgulamak ve “yerler ve gökler adalet ile ayakta durur” diyen felsefe damgası taşıyan sözleri düşünmek yeterlidir. İkincisi genel ahlakın saflaştırılması ve süslenmesidir. Genel ahlak düzelmezse yalnızca adaletin yerine getirilmesi yeterli olmaz. Üçüncüsü dinin yönetim kurallarındaki tutucu taraflarını yine dinin izin verdiği kolaylıklardan yararlanarak aşmak ve buradan ilerici ve sağlam esaslar üzerine bir yönetim kurmaktır. (Abdülhamit Efendi, Medrese hocası, Diyarbakır milletvekili)
İlk meclis anketine verilen cevapları gözlerim dolarak okumuştum. Özellikle özgeçmişinde “asker” ve “din adamı” yazanları daha bir dikkatle okudum. Yukarıda alıntıladığım sadece iki örnek. Bugünkü Türkiye siyasetinin çok ilerisinde görüş ve temenniler var. Ne büyük hayaller kurmuşlar. Tam anlamıyla Türkiye’nin ortak aklını ve vicdanınıbuluyorsunuz.
Yirmi başlıktan ankette en çok kabul gören ilk altı başlığa bakar mısınız:
Ekonomik gelişme: % 43,2
Eğitime önem verilmesi, cahillikle mücadele: %37,1
Halkın egemen olması, halk yönetimi: % 28,3
Adalet, adil yönetim, hızlı adliye: % 23,2
İslam maneviyat ve ahlakı, dini eğitim: 21, 6
O zaman Burdur milletvekili olan Mehmet Akif Ersoy ne yazmış diye merak ettim, baktım o da şunları yazmış:
“Nasıl dört İngiliz dünyayı oynatmakta hayrettir
Bunun vardır elbette bir sırrı derler. İngiliz der ki
“Eğer ırkımın alçak üyeleri cür’etli şeylerse
(Müslümanların) soylu çocukları onlardan elli kat daha cesurdur belki”
Memleketin dört bir yanından gelen sivil, asker, paşa, hoca, memur, eşraf vs. sentezi yeni Türkiye’nin, aklı ve vicdanı çıkmış ortaya.
İşte buna “1921 ruhu” diyoruz.
Nasıl bir Türkiye düşündükleri gayet net görülüyor.
Bugünkü Türkiye, onların düşündüğü Türkiye’den malesef çok gerilerde.
Neden böyle oldu?
Bu ruh nasıl yeniden inşa edilebilir?
Kanaatimce Türkiye’nin en önemli hayat memat meselesi bu olmak icabeder. Çünkü ruhu ve psikolojisi bozulmuş, vahdeti tarumar edilmiş bir ülkenin dizlerinin bağı çözülmüş, adım atacak hali kalmamış demektir. Önce bunu düzeltmesi gerekir.
***
Parkta oturup mitinge giden insanları seyrederken işte bunları düşündüm.
Dedim ki, “yurdum insanı” neden böyle öfkeli?
Sanki savaşa gider gibi kiminle savaşmaya gidiyorlar?
Mızraklarının ucuna “Atatürk, laiklik, cumhuriyet” bayrakları takanlarla, “Allah, kitap, din” bayrakları takanlar birbiriyle savaştığında memleket kurtulmuş mu olacak?
Eğer Yunan İzmir’e girmiş, Eminönün’e düşman gemilere dayanmış, Urfa, Antep, Maraş işgal edilmiş, Ruslar Kars ve Ardahan’a dayanmışsa burada biz niye yokuz?
Bu insanlar, işte bu ahval ve şeriat içinde istiklal ve cumhuriyeti kurtarmak için vazifeye atılmaktan imtina etmeyen kahramanlarsa biz ne oluyoruz?
Yoksa “dahili bedbahtlar” mı?
Kim bu dillerinden düşürmedikleri “kendi emellerini işgalcilerin emelleri ile birleştiren” makam ve mevki sahipleri?
Görünüşe bakılırsa mitinge katılma gereği duymayanlar derin bir gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde.
Cumhuriyeti kuran o büyük “kurucu efsane” nasılda dağılmış, aynı ülkenin pazuları birbirinin nasılda yenmeye çalışıyor, enerjisini içeride tüketiyor? Birbirini Yunan, İngiliz, Rus yerine koyar olmuş, gaflet, delalet ve hıyanetle suçluyor?
Kurtuluş savaşında “paşa” cepheleri yönetirken, camilerde halkı ayaklandıran “hoca” nasıl da birbirine İngiliz, Yunan, Fransız muamelesi çeker hale gelmiş?
İngiliz de oradan kıs kıs gülüyor, pişkin pişkin açıklama yapıyor.
***
Onlar 1921’de aynı meclis çatısı altında birlikte mücadele etmemişler miydi?
Bu ruh nasıl olduda dağıldı?
Bunu yeniden nasıl tesis edebiliriz?
Kanaatimce bunun tesis edilmesi için “1921 ruhunu” diriltmekten başka çare yoktur.
Bu hususta Allah’ını, milletini ve ülkesini seven herkes samimi bir gayretin içine girmelidir. Herkese büyük işler düşüyor. Bu iş sadece kendini düşünerek olacak iş değildir. İşe önce her kesim kendine“tesbih sorusu” sormakla başlamalıdır. (bkz. “Bir kez olsun tesbih sorusu” başlıklı makale).
Cumhuriyetin ortak irade ile kurulduğunu, bunun birlikte başarıldığını, sahibinin hepimiz olduğunu, birinin cephede savaştığını diğerinin İstiklal Marşı’nı yazdığını, birinin bedeni diğerinin ruhu olduğunu, bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağını kafamıza silinmemecesine kazımak zorundayız.
Türkiye’nin düşmanı dışarıdadır. Düşman, o gün Eminönü’ne gemileri kim dayadıysa bugün de hala odur.
İçeride düşman yoktur; farklı düşünen “yurdum insanları” vardır.
Bunlar Türkiye’nin zenginliğidir. Her biri Türkiye’nin bir pazusudur. Kimi beyni, kimi kalbi, kimi bedeni, kimi ruhu, kimi gözü kimi kulağıdır. Beyin kalbe, ruh bedene, göz kulağa düşman olabilir mi? Olursa ne olur, bir düşünün…
Kimimize sağcı, kimimize solcu, kimimize laik, kimimize dinci diyerek, kimimizi alevi kimimizi Sünni, kimimizi Türk, kimimizi Kürt diye bölerek bu ülkenin muazzam enerjisini içeriden tüketmek isteyenler var. İkilik çıkarıp kolumuzu kanadımızı kırmak isteyenler var. Bunlara pirim vermemeliyiz.
***
Bu sözler kulağınıza ninni gibi gelmesin.
İddia ediyorum: Türkiye’nin kurtuluşu 1921 ruhunu yeniden tesis etmekten geçmektedir!
Cephelerde savaşan ile İstiklal Marşı’nı yazan ruh bir arada olacak!
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ile, “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli” etle tırnak gibi birbirinin içine geçecek!
Kimse ötekini değiştirmeye, kendine benzetmeye çalışmadan “ortak bir sine” yaratılacak!
Çevreden merkeze yerleşme, yerleştikçe da merkeze benzeme değil; hepsi merkezde toplanacak!
Merkezin rengi hepsinin renginden oluşacak!
“Merkez” dediğimiz şeyin en esaslı işi “ortak aklı” işletmek ve “ortak iyiyi” iktidar yapmaktır.
Bunun için 1921 ruhunda olduğu gibi “paşa” ile “hoca” bir arada olacak!
“Başörtülü” ile “başıaçık” aynı meclisde yan yana oturacak!
Asıl normalleşme budur.
***
Benim Türkiye’ye baktığım yer burasıdır.
Yani 1921 ruhunda ifadesini bulan “kurucu efsane” zaviyesinden bakmaktayım ülkeme ve milletime.
Bundan geriye düşeni ileriye, ileriye gideni geriye, sağa sola sapanı buraya çağırıyorum.
Herkes , her kesim bu ruhta ifadesini aramalıdır.
Türkiye’nin tüm kılcal damarları bu toplardamarda kendine yol ve yer bulmalıdır.
Bunu sağlayacak olan da başta cumhurbaşkanı olmak üzere devletin beynidir. Yani Cumhurbaşkanı, Başbakan, kuvvet komutanları ve bakanlardır.
Bunu sağlayamayan, bundan sapan, bunu bozan, dinamitleyen 1921 ruhundan kopmuştur. Türkiye’nin aklından vicdanından ayrı düşmüştür. Başka limanlara demir atmıştır.
***
Tandoğan’da ve Çağlayan’da ateşli konuşmalar yapanlar bilmeliler ki kendileri Türkiye’nin ve cumhuriyetin sahibi ve efendisi, öteki herkes, özellikle de dindar kitleler de marabaları değildir.
Her ikisi de cumhuriyeti kuran ortak iradenin unsurlarıdır. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur.
Muhtıra verenler, dini her görünümü dışlayanlar, çocukların ilahi okumasından bile rahatsız olanlar, salavatlarla açılan TBMM’ye ve 1921 ruhuna ters düşmekte ve ondan sapmaktadırlar. Asıl normalleşme onların bu çizgiye gelmeleridir.
Öte yandan dindar kitlelerin de cumhuriyete ayrıksı ve yabancı durmalarının manası yoktur. En azından bu ülkenin İstiklal Marşı’nı yazabilmiş ruhu ve vicdanı olmanın gururu ile başları dik yürümelidirler. Marabalığı, zenciliği reddetmelidirler. Çünkü cumhuriyet aynı zamanda onların eseridir, kendine sahip çıkmayana kimse sahip çıkmaz.
Mustafa Sabri Efendi ağzıyla konuşup durmak yerine, Mehmet Akif’in geldiği damarı araştırmalıdırlar. Rüşdiye’den hocası Hoca Kadri’yi iyi okumalı, 1896’da Mustafa Kemal 15 yaşında ortaokulda okurken, “cumhuriyet” talep den risaleler yazan Hoca Muhyiddin Efendi’yi keşfetmelidirler. O zaman cumhuriyeti ilk kimin savunduğunu görecek ve 1923’lere nasıl gelindiğini daha iyi anlayacaklar…
Hem cumhuriyetin son kalesini ele geçirmek ne demek?
Kaleyi düşman ele geçirir. Kim kimin düşmanı?
Düşman “tek dişi kalmış canavar” değil miydi?
Merkez, 1921’de olduğu gibi paylaşılmalıdır. Olması gereken budur. Paylaşılan milletin eseridir. Kim kimi nereden dışlıyor?
Cumhuriyeti paylaşmak istemeyenler, hırslarını yenerek makul olanı yapmalıdırlar. Makul olan, cumhuriyete, buyurgan bir edayla ve bencilce değil “ortaklık ruhu” ile sahip çıkmaktır. Türkiye’nin tarihi, coğrafyası, sosyolojisi ve ontolojisi bunu gerektirir. Bunu hiçe saymak 1921 mütabakatını ve ruhunu hiçe saymaktır.
Türkiye’nin saklı aklını ve derin vicdanını başka yerde aramayın.