“Sopayı muhafazakârların 
eline verdiler.”
  Söyleşi/Fotoğraf: Murat Köylü  (Yeşil Gazete)
 
 
 
 Ezber bozan İslam yorumlarıyla dikkat çeken, kimilerince görüşleri “İslami Anarşist veya Sosyalist” olarak tanımlanan yazar İhsan Eliaçık ile muhafazakarlık, AKP, eşcinsel hakları, ölüm cezası, vicdani ret, kurban, sünnet ve diğer meseleler hakkında konuştuk.
Ezber bozan İslam yorumlarıyla dikkat çeken, kimilerince görüşleri “İslami Anarşist veya Sosyalist” olarak tanımlanan yazar İhsan Eliaçık ile muhafazakarlık, AKP, eşcinsel hakları, ölüm cezası, vicdani ret, kurban, sünnet ve diğer meseleler hakkında konuştuk.    
Murat Köylü – Türkiye’nin muhafazakarlaştığı, bununla  birlikte “paçozlaştığı” ve “eğitimsizlerin” politik ve kültürel arenada  belirleyicilik kazandığı gibi savları olan kişiler var. Alev Alatlı,  İlber Ortaylı gibi. Bütün bu çerçeve içinde siz ne düşünüyorsunuz? 
Türkiye zaten muhafazakar refleksleri kuvvetli bir toplum. Son  dönemde muhafazakar köklerden gelenlerin de yerel ve merkezi  yönetimlerde iktidar olmasıyla onlar ön plana çıkıyor. Onlar yönetiyor  Türkiye’yi. Türkiye toplumu vasatın egemen olduğu bir toplum. Bu ise  fazla derinliği olmayanın her şeyi belirlediği anlamına gelir;  hükümetleri de öyle. Türkiye’nin temel kurumlarını, demokrasiyi, hatta  din anlayışını onlar belirliyor. Okullar bu vasati insanı 
yetiştiriyor.  Üniversiteden bile mezun olduğu zaman, örneğin bir sivil toplum örgütüne  dahil olmazsa, herhangi özel kastla kurulmuş bir cemaate, yaklaşım  biçimine katılmazsa ortalama vatandaş vasatidir, muhafazakardır. Bir  taraftan dine saygı gösterir ama fazla bilmez. Devlete itaat eder,  vatan-millet duygusu kuvvetlidir. Hak ve hukuk konusunda ise fazla bir  çabası yoktur. Bence şundan kaynaklanıyor: Kendini ispat etmiş halklar  devrim yapmış halklardır. Devrim yapan toplumları, örneğin İran halkını,  Fransız halkını, Rus halkını severim; ama Türkiye’nin devrimini halk  yapmamıştır. İstanbul’da, Ankara’da insanlar sokaklara dökülmüş de  padişahlık kalkıp cumhuriyet gelmiş değildir. Ben Türkiye’nin  muhafazakarlığını bu açıdan ele alıyorum.  “Layık olduğunuz ile  idare olunursunuz” denilmiştir.
Muhafazakarlaştığını düşünmüyorsunuz o zaman. Siyasi aktörler değişiyor, kültürel pratik ise aynen devam ediyor.
Evet. Tayyip Erdoğan’ın refleksleri bu muhafazakar vasatın egemenliğine uygun, o dili konuşuyor.
Sizce askeri vesayet bitti mi? Sivil yönetim ne kadar anti-militer, çoğulcu ve özgürlükçü?
Askeri veya sivil fark etmez. Vesayetin kendisi bitmiş değil. Bir  vesayetten diğerine geçiyoruz. Bu, ülkenin kendi dinamikleri ile de  olmuyor. Türkiye dış dünyaya çok kuvvetli şekilde bağımlı bir ülke.  Krediler, teknoloji, askeriye ile. Soğuk savaş döneminde Türkiye’nin  eski Osmanlı’ya, Orta Doğu’ya, Asya’ya  ve Arap Dünyası’na sırtını  dönmesi gerekiyordu.  Askeri vesayeti sürdüren Kemalist kadrolar bu rolü  ifa ettiler. Şimdi konsept değişti, tasfiye oluyorlar.
“SOPAYI KEMALİSTLER’İN ELİNDEN ALIP, MUHAFAZAKARLARA  VERİYORLAR.  MUHAFAZAKAR BASINA BAKARSANIZ SOPANIN NASIL ONLARIN ELİNE  VERİLDİĞİNİ  APAÇIK GÖRÜRSÜNÜZ.”
İmparatorluğun yıkılma travmasının bir içsel etkisi de vardı herhalde.
Elbette, ama buna rağmen dış etkiler daha kuvvetli. Soğuk savaş  bitince NATO işsiz kaldı. Türkiye konseptini değiştirmeye karar  verdiler. Ülkenin, Arap Dünyası’na ve Orta Doğu’ya bu kez yüzünü  dönmesine karar verdiler. Çünkü bu coğrafyalarda düzen kurulması lazım,  bankalar açılması lazım, alışveriş merkezleri açılması lazım; ve bunu da  yerli güçlerin yapması lazım. Orta Doğu’nun yerli güçleri dindarlardır.  Hem yerli olması lazım, hem reformcu olması lazım, hem de ABD’nin  menfaatlerine aykırı iş yapmaması lazım. Kapitalizmi benimsemesi lazım.  Buna uygun gruplar Orta Doğu’da yükselişte. Türkiye de işte böyle  muhafazakarlaştı. AK Parti dediğimiz buna tekabül ediyor. Eski ekip  gidiyor, bu şartlara uygun olan ekip geliyor. Bunlar şimdi kapitalizme  abdest aldırıyorlar. Anadolu’nun ve Orta Doğu’nun en ücra köşelerine  kadar, kapitalizme uyumlu yerli dindarlar eliyle yerleşiyorlar. Bence  bu, Türkiye’nin yerli dinamiklerinin zorlamasıyla yapmış olduğu bir  dönüşüm değil. Sopayı Kemalistler’in elinden alıp, muhafazakarlara  veriyorlar. Muhafazakar basına bakarsanız sopanın nasıl onların eline  verildiğini apaçık görürsünüz. Polis bülteni gibi yayın yapıyorlar.  Acımasız yaftalar, yargısız infazlar aldı başını gidiyor. Ben 28  Şubat’ta yargılanmış birisiyim. KCK davalarında yaşananlar 28 Şubat’ta  bile olmadı. Ulusalcı çevreler ve BDP çevreleri şu anda 28 Şubat  yaşıyor. Dindarlar bunu fark etmiyorlar. Onların evleri basılmıyor,  alınıp götürülmüyorlar.
Neden fark etmiyorlar? 
Türkiye’de empati kurmayı bilmiyoruz. Bugün Erdoğan’ın karikatürü çizilemiyor. Özal bile daha özgürlükçüydü.
Çocukluğumdan hatırlıyorum. Televizyonlarda ya da yazılı  basında çok daha fazla politik hiciv vardı. Şu an neredeyse hiç yok. Bu  korkutucu bir durum değil mi? 
Bu diktatörlük şeklinde bir baskı değil. Sivil vesayet de değil. Bu  kariyerizmin ve konformizmin insanları esir almasından yararlanan bir  otorite ve sistem. Ordunun vesayetinin tamamıyla bittiğini de  düşünmüyorum.
Peki ya Arap Baharı?
Arap Baharı’nı sahipsiz çığlıklar olarak görüyorum. Yerli dinamikler  ile patlamıştır fakat dünyada bunların sahibi yoktur. Sokaklara dökülen  insanların yıkıcı enerjileri var ama kurucu enerjiler yok. Yıkıyorlar  ama başkası gelip kuruyor. Süreci kontrol edemiyorlar. Sokakta güçleri  var o kadar. Bürokraside, diplomaside yok. 68 dalgası gibi. O kuşak da  sahipsiz bir çığlıktı. Büyük güçler bu patlamaları kullanırlar. Önce  kendiliğinden gelişip daha sonra dış güçlerce yönlendirilen hareketler  olarak görüyorum. Ama burada kalmayacak, yetinmeyeceklerdir. Kurucu  iradeyi bulup kurana kadar devam edeceklerdir.
“Devrim yapan toplumları seviyorum.” demiştiniz. Arap Baharı için de bunu söyleyebilir misiniz?
Evet, gönül rahatlığıyla.
Yeni anayasa ne kadar yeni ve sivil olacak?
İhsan Eliaçık’ın İnşa Yayınları’ndan çıkan pek çok kitabı var
 
Süreç nasıl bitecek bilmiyorum ama kendi düşüncelerimi  söyleyebilirim. Anayasa’da herhangi bir dinin, mezhebin, etnik kökenin  ismi geçmemeli. Atatürk dahil herhangi bir şahıs ismi geçmemeli. Ortak  iyiye ait kavramlar geçmeli. Mesela adalet, hukuk, özgürlük, kardeşlik,  eşitlik, bağımsızlık… Bunlar herkesin istediği şeylerdir. Benim  inandığım dinin de bunlarla bir sorunu yoktur. Yoksa, devlet herhangi  bir dinsel, etnik veya ideolojik tarafın sultasına dönüşür. Oysa devlet  bir toplumun ortak tini, ruhudur. Hepimizin vergileriyle ayakta duran  bir kurumdur, o zaman ortak devlet olması lazım. İnsanlar isterse  türbeye gider, isterse Anıtkabir’e. Ama devlet tören yapamaz. Yoksa,  ideolojik devlet olur.  Devlet ortak iyinin üzerine inşa edilir.  İnsanlar arasında ortak iyi vardır. Eğer yok diyorsak bu birbirimizi  tanımamamızdan kaynaklanır. Bunu ortaya çıkarmak için de ortak bir  vicdan lazım. O ortak vicdan olmasa bir arada yaşayamayız.
Van Depremi sonrası yapılan hayır programlarıyla ilgili  “Performans yoksa duygu da yok”, “Türkiye’de hak ve hukuk mücadelesi  veren geniş bir toplum yok.” dediniz. Nasıl hak, hukuk ve sosyal  politika temelli bir topluma dönüşürüz? Yöneticiler bile  sorumluluklarını hayır, lütuf gibi görüp yerine getiriyor. Topluma hayır  yapan bir devlet anlayışı var. 
Devletin hak üzerine kurulması gerekir. Devletin adalet sağlamak,  hukuku gözetmek dışında bence bir varlık gerekçesi yoktur. Şahıslara da  hayır duygusu gerekir. Hayır zaten kendi özgür iradenle başkasına vermek  demektir. Devlete hak ve hukuk, şahıslara hayır duygusu lazım. Vicdan,  hukuk, merhamet, ötekini düşünme oldukça hayır toplumu da, hak temelli  devlet de ortaya çıkar. İnsanların beraber yürüyebilmeleri için din  birliği, fikir birliği, duygu birliği, iman birliğinden ziyade anlayış  birliği lazım. Mesela adalet diyince sen ve ben aynı şeyi anlıyorsak,  beraber olabiliriz.
Yüzde 99’unun müslüman olduğu söylenen bir coğrafyada ırkçılığın ve milliyetçiliğin kaynağı nedir sizce?
“Vasatiliğin egemenliği var.” dedik ya. Vasatın hegemonyası biraz  muhafazakardır, biraz ırkçıdır, biraz milliyetçidir, kabadır. İlkel kaba  duygularıyla tepki verir. Nazilere bakın, bu Almanya’da da böyle.
Ama onlar açıkça “ırkçıyız” diyorlar. Bizdekiler ise sözde karşılar, değiller…
Kendileri ne derlerse desinler. Van Depremi sonrasında neler gördük.  “24 askere karşı, depremde 240 ölü; hiç de fena değil, Allah’ın  intikamı” filan yazmışlar. Bunlar çok yanlış.
Sola bakıyorsunuz, orada da hissediliyor. İslami kesimler milliyetçi, liberaller milliyetçi.
Ortalama Türk aile sistemi, milli eğitim sistemi, mahalle kültürü bu  tipleri üretiyor. Binlerce ailedeki kültür, binlerce okuldaki müfredat  böyle. Bu kültür pompalanıyor sürekli. Hemen değişecek bir şey değil.  Yeni ahlaki tavırlar edinmek bir anda gökten zembille inecek bir şey  değil. Ana gövde bu. Bundan kim ayrılıyor? Buna karşı özel tavır  geliştirmiş olan. Bunun üzerine kafa yormuş olan, düşünen ve bunların  zararlarını bizahiti yaşayarak ve gözlemleyerek görenler buradan  ayrılıyorlar.
KURANA GÖRE İNSANLAR “İNANANLAR VE İNANMAYANLAR” DİYE DEĞİL, “ZALİMLER VE MAZLUMLAR” DİYE AYRILIRLAR.
Ayrımcılık  ve nefret pek çok temelden kaynaklanabiliyor. Buna karşı İslam’ın  tutumu nedir? Tek tanrılı dinlerde bu ötekileştirici tutum vardır, diye  düşününler var. Bir kısım insan ise “Hayır, tam tersine.” diyor. 
Kuran’da bir ayet vardır, “Ancak zalimlere düşmanlık olur” der.  Düşmanlık vardır, ama yalnızca zulüm yapana, hak yiyene. İnsan dilinden,  dininden, ırkından, cinsiyetinden, sosyal statüsünden kaynaklı bir  ayrımcılığa maruz kalıyorsa ona zulüm yapılıyor demektir. Bunlara karşı  Kuran mücadele edilmesini istiyor. Kuran’a göre insanlar “inananlar ve  inanmayanlar” diye ikiye ayrılmazlar. O imani bir kategoridir ve  mücadele hattı onun üzerine kurulmaz. İnanmayana ne dinini  zorlayabilirsin, ne ona herhangi bir yaptırım uygulayabilirsin, ne  kötüleyebilirsin, ne ötekileştirebilirsin, ne düşman sayabilirsin.  İnsanlar “zalimler ve mazlumlar” diye ikiye ayrılır. Yani hak yiyenler  ve hakkı yenenler. Kimin hakkı yeniyorsa, mağdur olmuşsa, mazlum  edilmişse onun ırkına, dinine, cinsiyetine bakılmaz. Dolayısıyla  Kuran’da zulüm ve adalet çelişkisi ana mücadele eksenini oluşturur. İman  edip etmemek değil. Ayet var: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara; 256). Bu  şu demektir: Bir insana dine girsin diye, girdikten sonra dini yaşarken  ve dinden çıkmak istediğinde zorlama yoktur. Geçmişte buna uymayan  içtihadlar yapılmış. “Dine girerken yok ama, namaz kılması, oruç  tutması, başını örtmesi için zorlama olabilir.” diyor bazı dini  yorumlar. Yanlış, ben buna katılmıyorum. Bunlar siyasi yorumlardır.  Kur’an’da “Sen onlar üzerinde bekçi değilsin.” diyor, din bekçiliğini  yasaklıyor. Ama kul hakkında, insan hakkı ihlaline giren şeylerde  yaptırım vardır. Namaz kılmayana ne ceza verileceği yoktur ama insan  öldürene, iftira atana ne ceza verileceği vardır.
DEVLETİN CİNSEL TERCİHİ DİYE BİR ŞEY SÖZ KONUSU   OLAMAZ. DEVLET, BU TARZ TERCİHTE BULUNANLARIN HAKKINI, HUKUKUNU, CANINI,   MALINI KORUYACAK GÜVENLİK TEDBİLERİNİ ALIR.
Meclis gündeminde ayrımcılık ile mücadele yasası var.  Eşcinsellikle ilgili düşüncelerinizi bir başka söyleşide paylaştınız,  kişisel olarak uygun görmediğinizi söylediniz. Onu tekrarlamak açısından  sormuyorum; ama tam da şu an söyledikleriniz üzerinden, yani  “iman-imansızlık”, “günah-sevap”, “hastalık-normallik” açısından değil,  “zulüm ve mazlumluk” açısından baktığınız zaman, AKP’nin ayrımcılık  yasasından cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğini çıkartmasını nasıl  görüyorsunuz? 
Burada meseleye hak, hukuk ve eşitlik açısından bakıyorum. Bunu  çok merak ediyorlarsa fazla uzağa gitmeye gerek yok, hatta Batı’ya bile  gitmeye gerek yok. Osmanlı’yı araştırsınlar. Evliya Çelebi’nin  Seyahatname’sinde bir geçit töreni anlatılır. Padişah’ın önünden  itfaiyeciler, askerler geçer, çeşitli toplum kesimleri geçer. Orada  “zenneler” adı verilmiş eşcinsel erkekler grubunun padişahın önünden  resmi geçit yaptığı anlatılır. Bir takım yerler tahsis edilmiştir,  hakları hukukları garanti altındadır. Bir kesim olarak tanınırlar. Ben  de aynı görüşteyim. Cinsel eğilim olarak tasvip etmiyorum, ama bir kesim  olarak tanınabileceklerini düşünüyorum. Devletin cinsel tercihi diye  bir şey söz konusu olamaz ki, şahısların cinsel tercihi olur. Devlet, bu  tarz tercihte bulunanların hakkını, hukukunu, canını, malını koruyacak  güvenlik tedbilerini alır. Onların saldırıya uğramasına , ezilmelerine,  acı çekmelerine mani olur. Kur’an’da Lut Suresi vardır. “Kadınları  bırakıp erkeklere mi gidiyorsunuz?” diye sorar. Böylesi bir cinsel  eğilimi tasvip etmez. Malum, Lut Kavmi’ne misafirler gelir. Misafirlere,  kavmin zenginlikten  şımarmış ileri gelenleri tabiri caizse sulanır, ona eğilim gösterirler.  Fakat orada eleştiri daha çok bu tür ilişkiye yönelenlere yöneliktir.  Kuran’da içki, kumar, eşcinsel ilişkiye yönelim gibi konular kavmin zenginlikten  şımarmış ileri gelenlerinin davranışları olduğu için eleştirilir. İşin  ahlaki kısmı böyle ama, hukuki açıdan “eşcinselin hakkını hukukunu  koruyalım, ezdirmeyelim” demek, “eşcinsel olalım” demek midir? Böyle  saçma bir şey olabilir mi? Yani “kiliselerin çanları çalsın, insanlar  sinagoga gitsin, Kürtçe anadil olarak her yerde yaşasın” deyince; benim  Kürtçü olduğum, Hıristiyanlık’a ve Yahudilik’e heveslendiğim anlamına mı  gelir? Hayır! Hak, hukuk, adalet istediğim anlamına gelir.
Vicdani ret ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tanınması lazım. İnsanlar askerlik yapmama, şiddete karşı tavır  geliştirme, eline silah almama, böyle bir mesleği geçici de olsa icra  etmeme tavrına sahip olabilir. Bence bunda bir sakınca yok. Bununla  birlikte, vicdani ret içinde bulunan kişilerin içinde yaşadıkları  toplumu, böyle bir vicdani rette bulundukları zaman, ne gibi bedellerin  kendilerini beklediğini göz önüne almaları gerekir. Keşke bunun hiçbir  bedeli olmasa ama bazı toplumlar buna karşı özel bir duyarlılık  geliştirirler. İnsanların özgürlüğü pratikte bir toplumun tahammül  oranıyla doğru orantılıdır. Toplumun tahammül gücü eğitilerek,  tanışarak, anlaşarak genişletilebilir. Şu anda vicdani rette durum  böyledir. Evlenmekte, iş alımlarında zorlanabilirler. Toplumsal kültür  olarak böyle.  Ama bence vicdani ret bir haktır, insanlar kendi  rızalarıyla silah altına alınmalıdırlar. Savaşa gideceksin, askere  gideceksin denince işin içinde şiddet vardır, askerlik mesleğinin yeri  farklıdır. İnsan askerliği reddedebilir. Yaşatma değil öldürmeyle ilgili  çünkü. Polislik nasıl meslekse askerlik de bir meslektir. Hiç kimse bir  mesleği yapmaya zorlanamaz.  Mesleğin şartları belirlenir, şu yaş arası  denir, şu kadar maaş denir, şartları şunlar denir, isteyen o mesleğe  girer. Tıpkı polislik gibi. Polislik yapmayana kız verilmez diyor muyuz?  Askerlikten ne farkı var? Ülkeye yönelik işgal ve saldırı hallerinde  ise durum başkadır. O zaman olağanüstü savaş koşulları geçerli olur.  Gerekirse 20-50 yaş arası herkes cephelere gönüllü olarak koşarak gider,  bu bir mesleğin icrası ile ilgili değildir.
Ölüm cezasına nasıl bakıyorsunuz?
Bu hususta Kuran’da kısas vardır. Üç şey söylenir: Öldüren öldürülür,  tazminat verir ya da affedilir. Buradaki mantığı iyi anlamak gerekir.  Önemli olan yarayı sarmaktır. İlla ölüm cezası olacak diye bir şey yok.  Bu açıdan, “ölüm cezası zinhar olmaz” veya “ illa ölüm cezası olacak”  demek yanlıştır. Bazı zamanlar vardır ki ölüm cezası gerekli hale gelir,  bazen ise gereksizdir. Kur’an’da illa “öldürün” demiyor, “bedel alın”  (diyet/tazminat) ya da “affedin” de diyor. Bu durum üç ayrı uygulamanın  olabileceğini gösterir. “Affedin” ölüm cezasının olmaması, kalkması,  diyet/tazminat da ölüm dışında başka bir cezanın olabileceğini gösterir.
Dinlerin şiddet ile ilişkisi, özelde de kurban ve sünnet ile  ilgili yorumunuzu merak ediyorum. Bu iki ritüelin doğaya ve insana  tahakkümü meşrulaştırdığı şeklinde eleştiriler var.
Allah insanı yaratırken melekler “Yeryüzünde kan dökecek, fesat  çıkaracak birini yaratacaksın.” dediler. Bu, şiddete itiraz demektir.  Kuranda leş, kan, domuz eti ve üzerine Allah’tan başkasını ismi anılarak  kesilenler haram kılınmış, yasaklanmıştır. Leş yemek demek, eski  çağlarda hayvanların veya öldürülen düşman askerlerinin etini yemek  anlamına geliyordu. Düşmanın cesur savaşçılarını öldürdükten sonra  kanlarını içerlerdi. Kanda ruh olduğuna inandıkları için o cesaretin  kendilerine geçeceğine inanırlardı. Şiddet bu boyutlardaydı. Bunu  yasaklıyor. Yeryüzündeki ilk yasak şiddet yasağıdır; adam öldürme,  kesme, kan içme yasağıdır. İnsanlar zaten evrimsel süreçte ilk olarak  yeme-içme ile ilgili, adam öldürmeyle ilgili ve cinsellikle ilgili  tabular ortaya çıkarmışlardır. Ensest ilişki ve rastgele cinsel ilişki  gibi. İlk insanlar buna “tabu” demişlerdir. Daha sonra dini dilde buna  “şeriat” denmiştir. Şeriat hukuk demektir. Şeriat sana diyor ki “insan  öldürme, kan içme, fesat çıkarma, hayvanları öldürme, leş yeme ve  rastgele cinsel ilişkide bulunma”. Bir ailen olsun, çocukların olsun ve  bir evde otur. Bunlar insanlığı ilerletmiştir. Bunlara uydukça insanlık  durumu gelişmiştir. Kuran’ın şiddeti yasaklamasındaki mantık buraya  dayanır. Allah’tan başkasının ismi anılarak kesilenleri de yasaklıyor.  Bu ne demek? Bu da yeryüzünde ancak Allah’ın izin verdiği şeyi  yiyebilirsiniz. Onun dışında, karıncayı dahi incitemezsiniz. Siz,  Allah’ın yarattıklarını nasıl olur da, sahibi kendinizmiş gibi  davranırsınız?  Allah’ın mülküne sahip çıkarak, tasarrufta bulunarak  onları öldürür, keser, şiddet uygulayarak yersiniz? İşte bu  yasaklanıyor. “Üzerine Allah’ın ismi anılmadan kesilenler” bu demek.  Yani Allah’tan “izin” alınmadan kesilenler, öldürülenler demektir. Ama  İslam’da Hinduluk’ta olduğu gibi bir etyemezlik, hiçbir şeyi öldürmeme  inancı yoktur. İnsan beslenmesine ve üremesine yetecek kadar hayvan  kesilmesine “izin” verilmiştir.
Şiddeti tam tersine azaltan, kontrol eden ritüeller olarak  görüyorsunuz. Kurban şiddeti insanlara öğretmekle eleştiriliyor  ama siz  şiddeti sınırlandıran bir şey olarak görüyorsunuz.
Yok öyle de görmüyorum. Aslında İslam’da kurban sadece hacda, sınırlı  sayıda, hacca gelenlere ikram olsun diye öngörülmüştür. Kurban kesmek  diye bir ibadet öngörülmemiştir. “Kurban kes.” filan denmiyor yani.  Halkın kurban kesmesi İslam’dan kaynaklanmıyor. Mısır’a git bayramın  birinci günü, tek tük kesen görürsün, o da kesin Türk’tür. İran’da  bayram günü dolaştım, tek tük gördüm; onlar da baktım Türk’tü.  Anadolu’ya, Orta Asya’dan gelen, Kırgızistan’dan, Kırım’dan, Şaman  Kültürü’nün yayıldığı yerlerden gelen, çılgınlık derecesinin üstünde bir  kurban kesme adeti var. İslamiyet’e göre kurban kesmek ibadet değildir,  sadece haccın bir ritüelidir. Hacca gidenler için müstehaptır, o kadar.
Kurban Bayramı derken yanlış mı yapıyoruz?
Kurban, yakınlaşma bayramıdır. Hediyeleşeceğiz. İlla kan mı dökeceğiz  yani, kan dökmeden olmuyor mu bu işler? İkram ille et mi olur? Allah,  kan dökülmesinden hoşlanan bir tanrı değil. Zaten “Yeryüzünde kan ve  fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın?” sözü, yani kana karşı bir  tutum var kitapta. Hacda kesilenleri, hem kendiniz yiyin hem de  yoksullara dağıtın denmiştir. Ama sonra herkesin yapması gereken bir  ibadete dönüşmüştür. Bu kadarı fazla, gerek yok.
Sünnet hakkında, çocuklara yönelik şiddet olduğunu, çocuklarca öyle algılandığını düşünenler var. 
Sünnet dini bir gereklilik değildir. Bir Orta Doğu kültürüdür.  İslamiyet orada doğduğu için, Müslümanlar da örf , kültür olarak  benimsemiştir. Bu hususta ne bir ayet vardır, ne de dini anlamda  söylenmiş yaptırım ifade eden peygamber emri vardır. Bir adam sünnet  olmazsa cennete giremez mi? Girer. Cennetin kapısında melekler milletin  sünnetli olup olmadığına mı bakacak? Gelenek, kültür; dinle bir ilgisi  yok.
DİYANET’İN TEMSİL ETTİĞİ, DİNİN AFYON YÜZÜDÜR. HALKI UYUŞTURMAK İÇİN VARDIR, İNSANLARI AYDINLATMAK İÇİN DEĞİL.
Din eğitimi nasıl olmalı? Din ve ahlak bir arada verilmeli mi?
Zorunlu din bilgisine gerek yoktur. Devletin vereceği din kültürü,  devletin görüşünü yansıtacaktır. Devlet bir din yorumunu tercih eder.  Dini yorum yapmadan anlatacağım derse bile bu mümkün değildir, mutlaka  bir yorumu tercih edecek. Ali mi haklı, Muaviye mi haklı? Ne diyeceksin  buna? Devletin buraya girmesine gerek yok. Devlette bir diyanet kurumu  olmasına da gerek yok. Diyanet, Türkiye’nin laik ülke olmadığının  göstergesidir. Türkiye Bizansist ülkedir. 500 yıldır, Bizans  devralındığından bu yana Türkiye’de bir devlet vardır. Ondan evvel  akıncı beylikleriydi, tam devlet değildi. İstanbul’un fethinden sonra  imparatorluk oldu, devlet haline geldi ve 3 bin yıllık  Mezopotamya-Akdeniz coğrafyasının devlet geleneği, Mısır’dan, İran’dan,  Bizans’tan sonra Osmanlı’ya geçti. Osmanlı’nın din tercihinin Bizans’tan  farkı yok. Burada asıl olan devlettir, din onun güdümüne verilir. Din  devletin ayakta durması için bir payandadır. Diyanet’in temsil ettiği,  dinin afyon yüzüdür. Halkı uyuşturmak için vardır, insanları aydınlatmak  için değil. Otoritenin yanlış kullanımına karşı halk ayaklansa diyanet  hemen açıklama yapar “itaat edin,” diye. Ayetler filan okur. Bu,  devletin güdümüne verilmiş bir dindir. Bir defa dini buradan kurtarmak  gerekir. Her şeyin özgürleşmesinden bahsediyorsunuz ama dinin  özgürleşmesinden neden bahsetmiyorsunuz? Din devletin güdümüne bağlı  olamaz. Din tamamen halkın gönüllü tercihlerine ve vicdani yönelişlerine  bağlı olarak var olur. Devlet önlem alacak, serbest bırakacak,  kolaylaştırıcı olacak. Aleviler istiyorsa cemevini açacak. İstiyorsa  oraya ibadethane de diyecek. Aleviler’in yapmış olduğu cemevleri  ibadethane midir, değil midir; devlet bu tartışmaya girmeyecek. Camiler  ibadethane mi ki ? İbadetin ne olduğu ayrı bir tartışma konusu, biraz  uzar buraya girersek.
Devlet ahlak öğretmeli mi?
Okullarda, camilerde, hastanelerde; buralarda devletin işi yok.  Devlet sadece buralarda şiddet, nefret, ötekileştirme var mı yok mu ona  bakacak. Ahlaki bir nizam vermesine de gerek yok. Müfredatla filan  uğraşmasına da. Diyanet teşkilatına, eğitim bakanlığına, sağlık  bakanlığına gerek yok. Bunların hepsini biz yaparız; halk bunların  hepsini, hem de devletten daha iyi yapar. Devlet önlem alsın, adaleti  sağlasın, güvenliği sağlasın yeter. Haksız rekabetin önüne geçsin. Zenginin  yoksulu ezmesini, sömürmesini engellesin. Zayıfın, kimsesizin yanında  olsun. Ben siyasi noktada özgürlükçüyüm. Anarşist bir gelenekten  geliyorum, bir zamanlar devlete tamamen karşı çıkardım. Şimdi sadece  adalet için gerek vardır diye düşünüyorum. Adaleti sağlamak demek,  dengeyi, eşitliği sağlamak demektir. Adalet duygusunun güncel pratikte  bir kamu gücüne ihtiyacı var. Nihai ülkü olarak ise cennet yani  sınıfsız, sınırsız, mülkiyetsiz, devletsiz, polissiz, iktidarsız toplum  var.
KURAN DİYOR Kİ “SİZİN EN ŞEREFLİNİZ, EN ÜSTÜNÜNÜZ EN  ÇOK  SAKINANIZDIR”. DOĞAYA, ÇEVREYE VE İNSANA, ALLAH’IN YARATTIKLARINA  EN AZ  ZARAR VERENİNİZ EN ÜSTÜNÜNÜZDÜR.
Dengeyi sağlamaktan bahsettiniz. Ekolojik sorunlara, enerji politikalarına ve nükleere yönelik tutumunuz nasıl?
Kuran’da “Yerlerin ve göklerin yaratılışı, insanınkinden daha büyük  bir olaydır” der. İnsanmerkezli düşünceye katılmıyorum. İnsan evrenin  sahibi değil, mensubudur. Teslimiyet bunu gerektirir, önce teslimiyet  gösterelim. “Her şey insan için yaratıldı” demek, insan sorumluluk  yüklendi, diğerleri adına da düşünecek demektir. Onların senin emrine  verilmesi bu demektir. İstediğin gibi kullanmak, zalimlik yapmak için  değil. Allah’ın yarattığı evrene zarar vermemek gerekir. Kuran’da takva  sakınmak demektir. Neden sakınmak? İnsana, çevreye, doğaya zarar  vermekten sakınmak. Kim sakınıyorsa o takva sahibidir. Kuran diyor ki  “Sizin en şerefliniz, en üstününüz en çok sakınanızdır”. Doğaya, çevreye  ve insana, Allah’ın yarattıklarına en az zarar vereniniz en  üstününüzdür. Bu ne demek? Kuran’da muazzam bir insan hakları ve çevre  duyarlılığı var. Hac’ta avlanma yasağı vardır. İhrama girersin. Beyaz  bir elbise. Statülerin görülmeyecek, eşitleneceksin ve orada karıncayı  dahi incitmeyecesin.  Kimseye zarar verici, kötü bir söz  söylemeyeceksin. Avlanma, öldürme gibi şeyler kesinlikle olmayacak ihram  boyunca. İnsanlara ve doğaya zarar vermeme öğretiliyor.
AKP kendisini muhafazakar ve bazen dindar olarak tanımlıyor  ama orman arazileri konusunda, yatırım yapılacak alanlar konusunda hiç  değiller gibi. 
Allah’a inanıyorlar ama güvenmiyorlar. Ondan kaynaklanıyor. Allah’a  inanmak demek aslında güvenmek demek. Neye güveneceğiz? Doğaya  güveneceğiz, yağmur yağacak, nebat bitecek, gece ve gündüz birbirini  kovalayacak, mevsimler birbiri ardına gelecek. Buna güvenin, bu esnada  sana lazım olan rızkları doğa üretecek. Yani Allah sana rızk verecek.  Yapılan bir araştırmada şu ortaya çıkmış. Hiç kimse hiçbir şey yapmasa,  doğa kişi başına 800 dolar değer üretiyor. Hak ve adalet ile bölüşsek  gül gibi yaşayacağız. Savaşa, işgale gerek kalmayacak. Ekoloji, doğa  insanlara yeter. Allah nüfusu rızka göre ayarlamıştır. Mümin olarak buna  inanırız. Kader de bu demektir aslında. Bir insan ana rahmine düştüğü  an, gökteki yağmur bir damla, yerdeki nebat bir tutam artar. Allah’a  güvenmek bu demek.
Buna güven olmayınca, piyasaya güveniyoruz.
Aç kalacağız korkusu, gelecek endişesi yaratılıyor. O zaman  insan biriktirmeye başlıyor, ele geçirmeye başlıyor. Küt diye öldüğü  zaman da mezara hiçbir şey götüremiyor. O zaman ne gerek var kardeşim,  mezarın altında eşitleniyorsak, neden üstünde de eşit olmayalım? Nüfus  belli, ihtiyaçlar belli ve sınırlı, ihtiraslar sınırsız. Yağmur damlası  bellidir, ne kadar hayvan üreyeceği, ne kadar nüfus olacağı, ne kadar  buğday biteceği bellidir. Sen bunlardan bir tanesini fazlaca ele  geçirdiğin zaman bil ki, nüfusun geri kalan kısmı ondan mahrum  olacaktır. Zengin yoksul arasında uçurumun nedeni de bu. Doğaya dönmeme, Allah’ın rızkına güvenmeme…
Nükleer enerji ve HES’ler ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Nükleer insanlara zararlı bir gelişmedir. İhtiyaçtan değil,  ihtirastan üretilmiştir. Dünyanın muhterisleri var. Büyük güçler var,  asıl onların elindeki nükleere karşı tavır almak gerekir.
YILLARCA DIŞLANMIŞ VE DEVLETE YAKLAŞTIRILMAMIŞ,  NİMETLERDEN  YARARLANAMAMIŞ AÇ MUHAFAZAKARLAR ESKİ TÜRKLER’DEKİ YAĞMA  KÜLTÜRÜYLE  SALDIRIYORLAR.
AKP her şeye rağmen yapmak istiyor.
Nükleer enerji şart değil. Alternatif enerjilere yönelmek gerek.  Hükümetin bu konuda bir politikası olduğunu zannetmiyorum. Hükümetin  siyaseti talan ve çapul siyasetidir. Ele geçirme üzerine. Nükleer insana  zararlı mı, değil mi, düşüneceklerini zannetmiyorum. Yıllarca dışlanmış  ve devlete yaklaştırılmamış, nimetlerden yararlanamamış aç  muhafazakarlar eski Türkler’deki yağma kültürüyle saldırıyorlar.
Söyleşi ve Fotoğraflar: Murat Köylü – Yeşil Gazete
URL: http://www.yesilgazete.org/?p=44151
                        
            
         
        
                             
    
İhsan hoca senin anlatımınla senin yorumunla "evet aslında aradığım buydu" dedirtiyorsun.Lütfen kalemine devam et buna her zamnakinden daha çk ihtiyacımız var.Dinin gerçeğini öğrenmeye çok ama çok itiyacımız var
"bir kısım müslümanlar!<br />başörtüsünü çıkardılar( böyle bir şey yok diye)<br />meğer biz yanlış anlamışız?<br />bir kısım müslümanlar!<br />hadisleri,sünneti dahi yoksaydılar( uydurma imiş diye?)<br />meğer 14 asırdır bu dini biz yanlış anlamışız?<br />bir kısım müslümanlar!<br />ritüel adı altında dinin kudsi ibadetlerini yok sayıyor!!!<br />daha doğrusu değersiz,önemsizleştiriyor,<br />
hoca,islamiyette namaz,oruç gibiibadetlerin olmadığını veya ona benzer bişey söylemiyor ki,islami ahlaka uygun yaşamayıp sadece namaz kılmanın yeterli oduğunu söyleyenleri eleştiriyor yazılarında namaz ve tüm ibadetlerimiz yaptığımız bütün işlerin kuşatıcısı ve tamamlayıcısıdır.ben 15 tane evi olan 2o cm sakalı olan bir hacı amca tanıyorum ancak benm yakınım olan bir kiracısı kirasını ödeyemiyor
/camiler ibadethane mi ki ? İbadetin ne olduğu/<br />aslında ençok açıklamaya muhtaç olduğumuz bir konu<br />islam tapınak dinimidir veya nekadar tapınmak vardır<br />hürmetlerimle<br />mustafa semerci<br />[email protected]
Saygı değer hocam,<br /> <br />Yorumlarınızın çok doğru olduğunu düşünüyorum; fakat toplumumuzun kültürel yaspısı ve algısı bunu özümseyecek kadar besili değil.GDO'lu bilgiler ile yetişmiş bir yapıya sahip olduğumuz için "Hallac-ı Mansur" gibi sona maruz kalmadan anlaşılmak lazım.<br /><br />Saygılar.
Sizi bugün çok enteresan bir şekilde internette araştırırken tesadüfen tespit ettim. Harika samimi içten yazılarını takip etmeye başladım, Twitter'da da "incitebilir" rumuzuyla takibe aldım. Çok benzer ve aynı istikamette düşünce ve hususlarda aynı frekansta olduğumuzu gördüm. Öncesinde bir tebessüm ettim kendi kendime:) aynı böyle.. Sonrasında da hımm demek aynı düşüncelerde olan
Merhaba,<br />Müslüman değilim, ancak çevremizdeki müslümanlar bir müslümanın üstat gibi asla düşünemeyeceğini öğretmişti bana. Kendisi birlikte önyargılarım da yerle bir olmuştur. Ama toplum çok uzak. Zaten üstat populerleşse onu da susturmaya calisirlar. Ama üstadın arkasında olmalı insanlar. Bu ışığı almalı insanlar. Bütün müslümanlar böyle olsa yeryüzünü cennet yapacak potansiyele erişilirdi.
Müthiş açıklamalar, tebrikler hocam, ama Türkiye de din denince tarikat, cemaat vs. akla geliyor, bu alanda vahim bir yozlaşma var, bu konularda insanları uyarıcı söylemlere sık sık yer vermeli, birde Türkiye nin sosyo ekonomik, siyasi ve idari geçmişini anlamak, bilmek ve bugün yapılanları birazda ona göre değerlendirmek gerekir.Hocanın siyasi ve idari eleştirilerini çok iyi anlıyor ve hak
Ahmed Hulusi Üstad'ımdan sonra; böyle bir ''Gerçek İslam ve Kuran Yorumcusunu '' okumak.. beni çok mesut etti. OKUyabilenlerin ve DÜŞÜNebilenler'in ilimlerini okuyabilenler olarak; Ne mutlu bizlere !
İLK DEFA İSLAMİYETİ BU KADAR GERÇEKÇİ YORUMLAYAN BİR DEĞERLENDİRME OKUDUM TEBRİK EDİYORUM BAŞARILAR DİLİYORUM NECDET CEYLAN
"Bir insan ana rahmine düştüğü an, gökteki yağmur bir damla, yerdeki nebat bir tutam artar."<br /><br />Allahuekber. Yalnızım zannediyordum.
İslamiyet hakkında, Kur'an hakkında bu kadar derin, net ve gerçekçi araştırma görmemiştim. Biz başkalarının istediği şekilde bakıyor ve öyle görüyoruz. Ki ben de bundan öncesinde öyleydim. Nihayetinde büyüklerin! gördüğü ve anlattığı şekilde değil, anlatılanı anlayacak şekilde bakıyorum olaya.. selimturan
hocam helal size harika bi yorum olmuş
Helal olsun…Allah razı olsun….