SÖYLEŞİ (TEKİL HABER)

S

SÖYLEŞİ (TEKİL HABER) 07.10.2008

Davut Başyiğit

DIŞI MÜSLÜMAN İÇİ KAPİTALİST OLUNMAZ

Bazı çevreler sizi dini modern akla uydurmaya çalışmakla suçluyor. Gerçekten öyle mi?

Ne alakası var. Burada hangi dinden bahsediyoruz önce onu ortaya koyalım. Ben İslam’ın anlaşılması üzerine yazıyorum. İş İslam olunca orada durmanız lazım. Her şeyden önce İslam dinlerden bir din değildir. Esasında İslam, diğer dinlerden bahsedilirken kastedilen anlamda bir din de değildir. Bir gerçek hayat yoludur. Hayatın ta kendisidir. Bu nedenle gerçek hayatın dilinden ayrı bir din dili yoktur. Gerçek hayatta karşılığı olmayan bir şey de İslam’da yoktur. Çünkü İslam gerçek hayatın sorunlarını çözmek için gelmiştir. Tapınak dini değil; gerçek hayat dinidir.

Bu çerçeveden bakarsak, sahabenin İran Kisrası’nın karşısına çıkınca söylediği gibi, İslam, insanlığı kula kulluktan ve “dinlerin” zulmünden kurtarmak için gelmiştir. Eski dünya dinleri hayatın dışına düşmüş, gerçek hayatın sorunları ile ilgilenmez olmuş, birer tapınak dinine dönüşmüştü. Akıldışılığa kaymış, sır ve büyü dinleri haline gelmişti. İslam, dinler tarihi içinde bir devrimdir. Dinler tarihi içindeki esas misyonu; irrasyonelleşmiş dinleri rasyonel hale getirmek ve sokaktaki adamın aklına ve vicdanına hitap eder hale sokmaktır. Kur’an’ın ayetlerine bakın, peygamberimizin yaptıklarına bakın hep bunu görürsünüz. Örneğin “Ruhbanlık yok cihat var” demiş. Yani tapınağa kapanma, ruhban dili ve yaşamı icat etme böylece irrasyonelleşme yok; cehd, çalışma, halkın arasına karışma, rasyonel hayata katılma var… Keza “Mü’minin miracı namazdır” demiş. Yani Tanrı katına kralların, din adamlarının, mecnunların, kahinlerin yaptığı gibi merdivenle çıkılır gibi çıkılmaz, bunlar onlara mahsus değildir; bilakis her mü’min secdeye vardığında Allah’a yükselmiş olur… Bunlar dini dünyayı, rasyonelleştirme, sokaktaki adamın aklın ve vicdanına hitap eder hale getirmelerdir. Daha çok örnek var… Kanımca İslam modernizmden değil; modernizm İslam’dan etkilenmiştir. Bu açıdan İslam protest bir dindir. Yani itiraz eden, sorgulayan, başkaldıran, önceki dinleri reforma uğratan, akla ve vicdana çağıran, çalışmayı, dünyalı olmayı teşvik eden bir dindir. Hıristiyanlık’taki Protestanlık İslam’ın bu özelliğinden çok etkilenmiştir.

“Peygamberimiz din adamı değildi” söyleminiz epey yankı uyandırdı. Bununla ne demek istemiştiniz?

Evet, peygamberimiz bilinen anlamda din adamı değildi. Kendine özel din adamı kıyafeti ile dolaşmıyordu. Kendine has bir din adamı dili de yoktu. Hayatın içindeydi. Kendisiyle birlikte olanlara “Ashabım!” yani “Arkadaşlarım!” diye hitap ediyordu. Genç görünümlüydü. Yeşil sarıklı ulu bir hoca tipi yoktu…

Mucize hakkındaki görüşleriniz çok eleştiriliyor?

Olabilir. Zamanla anlayacaklar. Ben mucizeyi inkar etmiyorum. Ne olduğunu, ne anlamda kullanıldığını tarif ediyorum. Mucize olağandışılık demek değil; olmakta olandır. Olmakta olmasıyla insanı aciz bırakan şeydir. Mesela güneş, ay, yerler, gökler, insan, böcek, bitki, su, toprak, hava vs. bunların hepsi mucizedir yani ayettir. Zaten mucize kavramı Kur’an’da geçmez. Bir Kur’an kavramı değildir. Kur’an’da sofra anlamına gelen Maide suresinin sonunda bundan ne anlamamız gerektiğinin dersi verilir. Hani Havariler Hz. İsa’ya der ki: “Bize gökten bir sofra indirebilir misin?” O da Allah’a dua eder: “Yarabbi bize öyle bir sofra indir ki geçmişimiz ve geleceğimiz için kudretinden bir işaret ve ziyafet olsun” Allah da der ki: “Onu indirip durmaktayım!” Ne demek bu? “Mucize gözlerininiz önünde görmüyor musunuz? İçtiğiniz su nereden geliyor? Yediğiniz yemekler nereden bitiyor? Soluduğunuz havayı kim veriyor? Bütün bu olmakta olanları görmeyip, olağandışılık mı istiyorsunuz?” demek… Keza Peygamberimiz ayı işaret edip gösteriyor “Bakın Allah’ın ayeti yani mucizesi!” diye. Fakat onu illa yardıracaklar. Sen de tependeki ayı işaret et ve göster onun yaptığını yapmış olursun. Mucize ayın yarılması değil; kendisidir. Yaşayan Kur’an budur…

Kitaplarınız ve çok ilgi gören yazılarınızın yanında, “Yaşayan Kuran” diye bir meal tefsiri çalışmanız da var. Ancak “Yaşayan Kuran” ismi ilginç geliyor. Neden bu ismi verdiniz? Kuranı yaşamadığımız için mi, yoksa başka bir amacı daha var mı?

Yaşayan Kuran ismini vermemizin birçok nedeni var. Türkiye’de cenaze merasimlerinde ölüler defnedilirken okunan bir sure var. Bu surenin (Yasin) 70. ayetinin meali “Biz bu Kuranı yaşayanlar için gönderdik, uyarsın ve kâfirler cezayı hak etsinler diye indirdik.” Bu benim çok dikkatimi çekti. Şimdi bu ayeti vatandaşımız ölüler için okuyor. Buradaki paradoks bana çok çarpıcı geldi. Bu ayetteki “yaşayanları uyarmak için” ayetinden esinlendim ve bu Kur’an’ın ölülere değil; yaşayanlara hitap ettiği mesajını versin diye bu ismi koydum. İsmin ilham noktası, burası…

Kur’an ineli 14 asır oldu. Kanımca artık şu an ölü Kuran ve yaşayan Kuran diye iki Kur’an var… Ölü Kuran şu demek: Kur’an okunuyor, ezberleniyor, en güzel hatlarla yazılıyor, güzel işlemeli kapak ve örtülerle duvarlara asılıyor, sonra da özellikle cenaze merasimlerinde, kandil gecelerinde okunuyor fakat bir ölü metin olarak okunuyor. Yani tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olmayan bir metin olarak okunuyor.

Bunu şöyle bir örnekle daha iyi açıklayabiliriz: Bir kralın sarayında, maiyetindeki bütün şairlerin, muhafızların, ileri gelen saray görevlilerinin bulunduğu bir ortam düşünün… Onlardan bir bardak su istiyor, her biri söz alarak bu emri şöyle yerine getiriyorlar. Şair diyor ki: “Yüce devletlûmuz, büyük padişahımız buyurdu ki: “Bana bir su getirin.” Bu söz dünyada ve tarihte duyulmuş bir söz değildir…” Sözü övdükçe övüyor… Sonra hep birlikte yerlere kadar eğilip (zikre benzetme) kralın sözünü tekrar ediyorlar: “Bana su getirin!” Sonra dalkavuk söz alıyor: “Sizin sözünüzün üstüne söz söylenmedi” diyor. Ardından din adamı söz alıyor:” Her kim bu sözü 500 defa söylerse cennetin altın evine girer.” diyor. Sonra medyum söz alıyor : “Kralımızın bu sözünün cifir, ebcet (sayıların ilmi) değeri 2015’tir. Dolayısıyla 2015 yılında kıyametin kopacağını haber veriyor” diyor. Hep birlikte kralın sözünü zikrediyorlar ama su getiren bir Allah’ın kulu yok…

Kur’an’ın ayetleri günümüzde aynen bu duruma düşmüştür. Şimdi herkes Allah’ın ayetlerini tekrar ediyor, övüyor, göklere çıkarıyor, ebcet hesapları yapıyor, şifrelerini buluyor, güzel güzel hatlarla yazıp duvarlara asıyor, ölülerin arkasından okuyor, kandil gecelerinde ayin metni gibi okuyorlar. Fakat kimse Kur’an’ın emir ve yasaklarına uymuyor. Güya Kur’an’a çok büyük bir saygı görünüyor ama gereğini yapmadıkları için, saygısızlığa dönüşüyor üstelik bu durumdan haberleri de yok. Ben bunu gördüm, böyle bir durum söz konusu. Bu, Kur’an’ı ölü metin olarak okumaktır. Bunun “Yaşayan Kur’an’a” dönüşmesi için eğer tarihten bahsediyorsa tarihteki karşılığını, hayattan bahsediyorsa hayattaki karşılığını, tabiattan bahsediyorsa tabiattaki karşılığını göstermek gerekiyor. İşte biz buna Yaşayan Kuran diyoruz. Onun için hazırlamış olduğum tefsire “Yaşayan Kuran” dedim. Kur’an’ın anlattığı şeyler indiği zamana ve mekâna gömülmüş değildir. Kur’an’ın çağlar üstü evrensel mesajları vardır. Anlattığı şeyler zamanı mekânı ve aktörleri değişmek suretiyle bugün de devam ediyor…

Kuran’daki kıssalarda bahsedilen portrelere bakış açınızı öğrenmek istiyoruz. Bu kıssa ve kişiler dinamik, her zaman hayatta tekerrür eden bir yapıda mıdır yoksa aksi bir durum mu söz konusudur?

Bu husustaki yöntemim şu: Eğer Kur’an-ı Kerim’de okuduğumuz bir kıssanın bugünkü hayatta karşılığı yoksa bilin ki o kıssayı menkıbeleştirmişsiniz demektir veya yanlış biliyorsunuz demektir. Tekrar ve dikkatle yeniden okumanız lazım. Kıssayı okuduğunuz zaman, sokağa çıktığınızda veya pencereden dışarı baktığınızda kıssada anlatılan şeyin bugünkü toplumsal hayatta ve canlı tabiatta karşılığını görüyorsanız Kur’an’ın anlatmak istediği odur. Ölçü bu… Mesela İbrahim’in kuşları… Eğer “Hz. İbrahim kuşları bir araya topladı, daha sonra kan revan içerisinde onları parça parça ederek ayrı ayrı tepelere koydu. Sonra onları çağırdı. Allah’ın mucizesi gereği onlar uçup geldiler…” derseniz, bu, olayın menkıbeleşmiş halidir. Bunun bugünki hayatta ve tabiatta karşılığı nedir? Birisi çıksın aynen Hz. İbrahim’in yaptığını yapsın; kuşları parçalasın, ayrı ayrı tepelere koysun, çağırsın baksın uçup geliyorlar mı? Yok, bugünkü hayatta karşılığı yok. O zaman kıssada anlatılan bu değildir. Bugünki hayatta karşılığı olması lazım. Aksi halde bize nasıl örnek olacak? Kur’an menkıbe veya masal değil; kıssa anlatıyor. Tekrar altını çiziyorum, kıssa bugün dengi/karşılığı olan şeydir, menkıbe veya masal ise adı üzerinde tarihi bir masaldır. Gerçek hayat dini, kıssa anlatır, vaaz ve tapınak dinleri ise menkıbe ve masal…

Siz Kur’an’daki melek, cin, şeytan, ruh kavramlarını da farklı yorumluyorsunuz. Bunları nasıl anladığınızı öğrenebilir miyiz?

Şimdi bakın, Kur’an insan havsalasına hitap eder. İnsanoğluna bir hitaptır. Bu şu demek: Kur’an’da bir şey insan havsalasının alamayacağı konu ise o imanın konusudur. Bu da “Allah ve ahiret günü”dür, ki buna ğayb denir. Bunun dışındaki bütün konular bizim bilgi ve araştırma neticesi anlayabileceğimiz konulardır ve evrenin içendedir. Burada ğaybı ikiye ayırıyoruz: Bir: Mutlak ğayb, ki Allah ve ahiret oluyor. İki: Mukayyet ğayb, ki tarihi kıssalar, cin, melek, şeytan, ruh konuları buna girer. Mutlak ğayb, bilgi sahibi olsan bile künhüne vakıf olamayacağın konulardır; Allah ve ahiret gibi… Mukayyet ğayb bilgi sahibi olunca ğayb olmaktan çıkan konulardır. Mesela kıssaları araştırıp bilgi sahibi olursan ne olduğunu anlarsın. Çünkü insanın bilgi alanı dahilindedirler…

Öte yandan Kur’an, melek derken güç sahibi olmayı kastediyor. Allah’ın melekleri Allah’ın güçleri demektir. Rüzgâr, fırtına, gök gürültüsü, yağmur gibi doğada var olan kuvvetler… Daha modern dille söylersek enerji, molekül vs. tabir edilen, tabiatta var olan bir takım işlevsel fonksiyonlar. Hatta insanın bir takım ruhi ve psikolojik durumları… Peygamberimiz “Gök gürültüsü melektir” demiş bunun üzerinde iyi düşünün…

Kur’an der ki: “Rabbiniz gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonra görkemli egemenliği ile iş ve oluşu çekip çeviren Allah’tır. Bu yaratma İKİNCİSİ OLMADAN yalnızca kendisinin iradesi iledir. İşte Rabbiniz Allah budur. Şu halde O’na ibadet ediniz. Bu zihin tutulması neden?” (Yunus; 10/3)

Yani: Allah gökleri ve yeri, O’nunla birlikte/O’na yardım eden ikinci bir aracı (şefi’) olmaksızın, tek başına yaratmıştır… Ayetteki şefi’ bu bağlamda “ikinci” anlamına gelmektedir. Çünkü ahirette günahkârlara şefaatçi bulunup bulunmayacağı değil; göklerin ve yerin yaratılışı anlatılmaktadır. “Allah bu yaratmayı yaparken (halen de yaratıyorken çünkü yaratma sürüyor) yanında ikinciler veya yardımcılar, aracı tanrılar, yarı tanrılar, tanrısal melekler vs. var mıydı?” gibi bir soruya cevap verilmektedir.

Çünkü eski dünya dinleri bir yüce tanrıdan başka ikinci, üçüncü alt tanrılar, yarı tanrılar, cinler, ifritler, tanrının yaratmada yardımcısı melekler anlayışı ile doluydu. Tanrı yaratmayı direk kendisi yapmaz, onlara havale ederdi. Bir Kralın ülkesini oğulları arasında taksim etmesi ve birçok yetkisini onlara devretmesi gibi İbrani muhayyilesindeki “dört büyük melek” anlayışı da buradan geliyordu. Daha önceki dinlerde yüzlerceyken bunlarda dörde indirilmişti. Kur’an’ın tevhid ilkesi gereği bu, bir tek Allah’ın doksan dokuz, yüz, bin, üç bin, beş bin, binlerce vs. ismi, niteliği, melekesi, fonksiyonu, kuvveti haline getirildi. Çünkü Allah birdir (ehad); isimleri, sıfatları ve melekeleri ile bölünmez bir bütündür (samed). Yani Tanrı bir tanedir ve Tanrılık sadece O’nda toplanmıştır, O’ndan kimseye geçmez. Yaratmada, iş ve oluşta kimseyi vekil tayin etmez, bütün her şeyi doğrudan kendisi yapar. Bitkileri ve mevsim işlerini Mikail’e, ölüm işlerini Azrail’e, vahiy işlerini Cebrail’e, kıyamet işlerini İsrafil’e havale etmiş değildir. O’nun “şefi”i yoktur. Bütün bunları direk kendisi yapar. O bildiğiniz isimler Allah’ın iş ve oluşu (şe’n/emr) meydana getiriyorken ki melekeleridir; O’ndan gayrı birer şefi’ (ikinci) değil…

“Şeytan” veya “İblis” kavramları da teşhis ve intak sanatı kullanılarak şahıslaştırılıp konuşturulan alemdeki “kötülük durumlarını” ve insandaki “kötülük dürtülerini” ifade eder. Yoksa insanın dışında kazma dişli, çirkin suratlı harici bir varlık değildir. Bunu en iyi Peygamberimizin şu sözünden anlarız; “Şeytan, sizin içinizde kanın damarda dolandığı gibi dolanır.”

“Cinn” de etrafımızda uçuşan varlıklar değildir. “Görünmeyen, tanınmayan, yabancı” demektir. Mesela bugün yeryüzünde bir milyon canlı türü var. Bir zamanlar otuz milyonmuş. Biz ömrümüz boyunca bunların kaçını görürüz? En fazla yüzünü hadi bilemediniz beş yüzünü. İşte deniz altlarında, ormanlarda, ağaç kavuklarında, toprağın altında, kayalıklarda vs. geri kalan bütün göremediklerimiz cindir. Onları da Allah yaratmıştır. Bu manada “ins-u cinn” görünen ve görünmeyen tüm varlıklar anlamında Türkçe’de “sabah-akşam”, “yaş-kuru” , “gece-gündüz” gibi bir deyimdir…

Peygamberimizin cinlerden bir grup ile görüşmesi de Türkçe’de “Soldan bir grup” derken solcularla, sol görüşe mensup olanlardan bir grupla demek istememiz gibi, harici varlık olarak cinlere inanan, bu inancın yaygın olduğu bir beldeden yani Nusaybin’den gelen bir gurup ile görüşmesi demektir.

Bu konuda İbn Mes’ud’dan şöyle bir rivayet vardır:“Bir gece O’nunla beraberdik. Bir ara onu kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca: “Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?” dedik. Böylece, geçirilmesi mümkün en kötü geceyi geçirdik. Sabah olunca, bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. “Ey Allah’ın Rasülü, biz seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi mümkün en fena bir gece geçirdik.” dedik. “Bana cinlerin davetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’an’ı Kerim’i okudum.” buyurdular. Sonra bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi.” (Muslim, Ebu Davud, Tırmizi).

Yani Peygamberimiz Nusaybin’den gelen yabancı bir heyetle görüşüyor. Bu arada bazı sahabeler onu ortalıkta göremiyorlar. Onlarla bir süre beraber oluyor. Soğuk bir gün olduğu için ateş yakıp başında oturuyorlar ve sohbet ediyorlar. O arada bir şeyler de yiyip-içiyorlar. Peygamberimiz bu yabancı heyetin “izlerini ve kalıntılarını” (yakılan ateşin közlerini ve yemek artıklarını) göstererek işte burada oturduk diye anlatıyor…

“Ruh” da yeni Eflatunculuktaki gibi bedene girip çıkan bir cevher değildir. Yaşam, can, hayat veren demektir. Maddi ve manevi iki anlama gelir. Maddi anlamı soluduğumuz havadır ki bize can verir, hayat bahşeder. Manevi anlamı ahlak, doğruluk, dürüstlük, erdem gibi değerler aşılayarak insanı canlandırır. Çürümüş, kokuşmuş, hastalıklı tiplere hayat bahşeder ki vahiy bu anlamda Kur’an’da ruh olarak ifade edilmiştir…

Biraz da sosyal meselelere değinelim. Siz dini faaliyette bulunmaya en büyük kamu diyorsunuz, bununla ne anlatmaya çalışmaktasınız?

Kamu herkese ait olan demek. Allah bu anlamda en büyük kamudur. Onun dini için çalışmak, onun hakkında söylemlerde bulunmak da en büyük kamu faaliyeti oluyor. Kamu insanlık çapında dinde, bir millet çapında da devlette tecelli ediyor. Bu durumda kamuda çalışmak, herkese ait olan işte çalışmak demektir. Bu nedenle kamu görevlisi ceketi ile gelip ceketi ile giden adamdır. Mesela Peygamberimiz öyledir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali öyledir. Eğer bir kamu görevlisi zenginleşme içine girmişse bunun hesabını vermek zorundadır. Bu nedenle din işinde gönüllü veya devlet işinde resmi görevli olarak çalışanların bunlar üzerinden zenginleşmesi haramdır. Bu, herkese ait olandan çalma, hırsızlık, yolsuzluk demek olur. Din namına toplanan paraları iç etme de aynı şekilde kul hakkı olup affedilmez suçtur. Etrafınıza bakın eğer din söylemlerinde bulunan birisi kısa sürede bu söylemler ve faaliyetler nedeni ile zenginleşiyorsa o bir simsar ve barondur. Biriktirip yığdıkları kızartılıp alnına, böğrüne ve sırtına dağlanacaktır. Kur’an böyle der. Ben bunu sadece uhrevi değil dünyevi ceza olarak da anlıyorum. Yani adaletin pençesinde mahkûm olacak (alnı dağlanacak), içinde hiç dinmeyen bir huzursuzluk yaşayacak (böğrü dağlanacak) ve arkasından hayırla anan çıkmayacak (sırtı dağlanacak)…

Bakın, Peygamberimiz bir yıllık ihtiyacını bir kenara ayırır gerisini dağıtırdı. Hz. Ömer ve Hz. Ali bu ihtiyacın dört bin dirhem olduğunu söylemiştir. Bugünkü hesaba göre 55–60 bin YTL oluyor. Normal şartlarda orta sınıf bir aile üzerinden söylüyorum. Üç aşağı beş yukarı bu civarda. Bir Müslümanın bundan fazla miktarı bir yıldan fazla yanında tutmaması ve derhal dağıtması gerekir. Biriktirmek, yığmak yani Kur’an’ın tabiri ile istiksâr/tekâsür haramdır. Bunu devlet üzerinden hele de din üzerinden yapanın vay haline!

Yani bugün bir Müslümanın elinde 50–60.000 YTL’den fazla para olamaz mı diyorsunuz?

Sermayesi hariç evet. Sermayesini işletir. Kazandığından bir yıl yetecek kadarını kendine ayırır ki dört bin dirhem (50-60 bin YTL) ediyor. Bu da aylık 5 bin YTL’ye tekabül ediyor. Gerisini elinden çıkarmak, infak etmek zorundadır. Kaldıki milyonlarca orta sınıf aile bu miktara hiç ulaşamıyor zaten. Kanımca orta sınıflaşmış bir toplum en iyisidir. Aksi halde derin sınıf çelişkileri ve uçurumlar yaşayan toplumlarda kin ve nefret eksik olmaz, huzur sağlanmaz ki bu ayrı bir bahis olup üzerinde çok konuşmak gerekir… Demek ki ne oluyor, öyle birisi ihtiyaç fazlasını elinde tutmuş oluyor. Hâlbuki Kur’an “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyaç fazlası her şeyi” der. Burada ihtiyaç fazlası için “afv” tabiri kullanılır. Kimileri bu ayetin nesh edildiğini iddia ediyor. Bu Emevi yorumudur ve yanlıştır. İhtiyaç fazlası tespit edilemez diye de işi yokuşa sürerler. Bu da Yahudiler gibi ineğin rengiyle uğraşmaktır. Sen hele bir başla…

Bakın, biz ne diye dua ederiz? Yarabbi bizi affet. Ne demek bu? Yarabbi fazlalıklarımdan dolayı beni affet demek. Sen önce fazlalığı Allah’ın zengin kullarına nimeti ve taksimi olarak görmeyi bırak, Ebuzer gibi yük, ateş olarak gör. Arkasının geldiğini göreceksin. Müslümanın önce mala mülke bakışını değiştirmesi lazım. Bugün bakıyorsunuz bir kimse hidayete erince hemen tesettüre büründü, namaza başladı, sakal bıraktı, cüppe giydi coşkusu yaşıyor. Sahabe zamanında ise bu şöyleydi: Müslüman oldu, malını dağıttı… Coşkuyu burada görüyor adam. Müslümanlığa buradan giriyor. Onlarda Müslümanlık ilk önce mala, mülke, eşyaya bakışı değiştiriyordu. Fazla malı yük olarak görür oluyorlar ve ondan bir an önce kurtulmak istiyorlardı. İstif değil infak ekonomisinden bahsediyorum. Bunun işleyişi mekanik değil ontolojiktir. Yani en önce varlığa ve eşyaya bakışla ilişkilidir ki ayrıntısı uzun sürer. Dönüşüm önce varlığa ve eşyaya bakışta başlamalıdır. Çoğumuzun dışı namazlı niyazlı Müslüman, içi tam bir kapitalist. Böyle olur mu? Necip Fazıl’ın tabiri ile “buradan ne çıkar insan mı tabut mu?”

Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Yorum ekle

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular