SÖYLEŞİ (KUR’ANÎ HAYAT)

S
 
Adaletsizliğin ortaya çıkmasındaki temel sebep nedir? Bir yerde hukuk sisteminin bozukluğu mu, servet dağılımının bozukluğu mu bu ortamın doğmasına sebep olur? 

Kur’an’da gerek Âdem kıssasında, gerekse Habil, Kabil kıssasında anlatılır. Tâhâ Sûresi’nin 120. âyetinde geçen “ve mülkün la yebla” ifadesi “servet toplamak, yıkılmayacak bir mülke” kavuşmak anlamına gelir. Şeytan, Âdem’i mülkiyet stoklamakla kandırdı. Kabil’in Habil’i öldürme zemininde yatan da bu sahip olma duygusuydu. Mülkiyet nasıl ortaya çıkmıştır? Bunun kaynağını konuşmazsak, servetin hukuk ve adaletle olan ilişkisini tam anlayamamış oluruz. Benim görüşüme göre servetin kökeninde “zor” vardır. Önce İnsanlar tek bir ümmetti ve yeryüzünde Allah’ın mülkü vardı. Daha sonra insanlardan bazıları Allah’ın mülkünde sağa sola sınır çizmeye, çit çevirmeye, “buralar benim” demeye başladı. Bunun kökeninde yatan şey “zor”du. Bu duruma itiraz edenler oldu. Dediler ki: Hayır, senin değil, bu alandan biz de yararlanacağız. Zor kullananlar da “hayır, buralar yalnızca benim, itirazı olan varsa çıksın” dedi. Kılıcını çekerek, zorla sahip oldu. Buna da mülkiyet dendi. Daha sonra mülk sahibi olduğunu iddia edenler, bunun etrafına görevliler tayin etti. Önce bekçi yerleştirdi. Buna ordu dendi. Sonra, o alanın hesabını tutacak görevliler belirdi. Buna da devlet dendi. Dolayısıyla devlet, mülk sahiplerinin hesabını tutan kurumdur. Ordu da mülk ve servet sahiplerinin malını koruyan silahlı güçtür. Hukuk dediğimiz de bunların malını, mülkünü korumaya yarayacak kanunlardır. Servetle hukuk arasında böyle bir ilişki vardır. Dolayısıyla işin kökenine indiğimizde görüyoruz ki servet dağılımıdır asıl adaletsizliğe sebep olan, bu dağılımdaki eşitsizliktir. Birinde fazla olması, diğerinde hiç olmamasıdır. Biri açken, öbürünün tok olmasıdır. Mülk konusundaki adaletsizliktir asıl sorun. Hukuk da aslında bu adaletsizlikleri korumak için oluşturulmuş kanunlar manzumesidir. Mahkemeler bunu icra eder, devlet bunu korur ve kollar. Eşitsizliğin ortadan kalkması için işin kökenine inerek, öncelikli olarak mülkiyet dağılımı ve servet ilişkilerinin düzenlenmesi gerekir. 
O halde hemen her ülkede bulunan Adalet Bakanlıklarının, ağırlıklı olarak cezai işlemler uygulayan kurumlar gibi algılanması doğru mudur? Adalet’in özel bir kurum gibi ele alınmayıp, devletin tüm ilişki kademelerine sirayet etmesi gerekmez mi? 

Adalet Bakanlığı kavramı uygun değil ve bu ismi değiştirmek gerek. Ceza İşleri Bakanlığı, Hukuk Bakanlığı gibi tabirlerin daha uygun olduğu kanaatindeyim. Bana göre devlet, adalet devleti olur. Bu İslam kültüründe de vardır. “Adalet mülkün temelidir” sözü ile aslında Hz. Ömer şunu söyler: ”Adalet, iktidarın ve servetin temelidir. Servet ve iktidar (mülk) adilce dağıtılmalıdır. Servet ve iktidar bir kişi veya grup elinde kenz ve temerküz etmemelidir. Bunun, herkese adil bir şekilde dağıtılması gerekir. Gerçek adalet budur, devletin varlık sebebi de bundan ibarettir.” Devletin kendisi zaten adaletli olmak durumundadır. Bana göre devletin, adaletten başka bir varlık gerekçesi de yoktur. Eğer halk kendi kendine adaleti sağlayabilse, devlete de gerek yoktur. İslam kültüründe de bu savunulmuştur. “Adalet Devleti” adlı kitabımda bunları uzunca ele aldım. Eğer halk kendi kendine adaleti sağlayabilse devlet denen kuruma da, imama da, halifeye de gerek yoktur. Fakat bu sosyolojik bir vakıa olduğu için, insanlık tarihinde, insanların olduğu yerde daima bir otorite ve devlet var olduğu için, devlete bir gerekçe vazetmek gerekmiştir. Bu gerekçe adalet ile temellendirilmiştir. Ne zaman ki devlet, adaletle hüküm vermekten ve adalet uygulamalarından uzaklaşırsa meşruiyetini kaybeder ve halka da ayaklanma hakkı doğar. 
Mülkiyet kavramının adaletsizlik barındırdığından bahsediyorsunuz. Çağın gerçekleri göz önüne alındığında, mülkiyetin adalet kavramını barındırabilmesi, mülkiyet ile adaletin sağlıklı yürütülebilmesi için nasıl bir zemine ihtiyaç vardır. 
Bana göre İslam’ın insanlığa vermek istediği mesaj üç ana eksende ortaya çıkar; Birincisi mülkiyet, ikincisi adalet, üçüncüsü de velayettir. Mülkiyet, sahip olduğumuz şeyler demektir. Bu sadece servet değildir. Sahip olduğumuz her şey bizim mülkümüz olmuştur. Bu noktada Allah da “Mülk Allah’ındır” der (Zümer, 6). Siz hiçbir şeyin sahibi değilsiniz ve her şeyin sahibi Allah’tır. Önce bunu kabul edeceksiniz. Bana göre “Mülk Allah’ındır” ifadesi, Kelime-i Şehadet’tendir. Arâf Sûresi’nin 158. âyetinde açıklanır. Bunu anlamayan dine girmiş olmaz. Eğer girmişse, girdiği dinden çıkıp, böyle söyleyerek yeniden girmesi gerekir. Günümüz muhafazakârları arasından önemli bir bölümün dine yanlış yerden girdikleri, o yanlış yerden çıkıp, dine doğru yerden girmeleri gerektiği kanaatindeyim. Önce “Mülk Allah’ındır” ifadesinin doğru anlaşılması lazım. Mülk Allah’ındır ne demek? Mülkiyet Allah’ındır demek. “Sahip olduğunuz hiçbir şeyin sahibi siz değilsiniz, eğer şu ana kadar sahip olduğunuz bir şey varsa hemen onu sahibine iade edin” demek. Hemen arkasında Allah, sizin neye sahip olacağınız söyleyecektir; “İnsan için emeğinden başka hakkı yoktur” (Necm, 39). Eğer bir şeye sahip olduysan, onun için ne kadar alın teri döktüğünü ispat etmek zorundasın. Aksi halde gırtlağına kadar haramın içindesin. Özellikle kamu (din-u devlet) üzerinden servet sahibi olmak şiddetle yasaklanmıştır. 
Diğer iki ana eksene geçmeden önce mülkiyet konusunu biraz daha açalım isterseniz. Sahip olduğumuz şeyler ve bunların dönüşümü, sonraki nesle aktarımı, şahıslar arasındaki dolaşımı nasıl olmalı? 
 Buna en genel hatlarıyla mülkiyet ilişkileri diyoruz. Dünyadaki hayatın, insan hayatının temeli budur. Fıkhın muamelat hükümleri bununla ilgilidir ve sahip olduğumuz şeylerin el değiştirme esnasındaki tutumları kapsar. Kişinin ahlâkı da doğruluğu da dürüstlüğü de burada ortaya çıkar. Hz. Peygamber (s) şöyle der: “Kişinin namazına, niyazına değil; dinar ve dirhemle olan arkadaşlığına bakın”. Buradaki kasıt, kişinin sahip olduklarını nasıl kullandığı, eline bir güç, servet ya da iktidar geçtiğinde nasıl bir davranış sergileyeceğinin gözlenmesidir. Kişi bir şeye sahip olduğunda şımarıyor, olmadığında ye’se mi düşüyor ona bakmamız gerektiği ifade edilir. Kişinin dindarlığı burada ortaya çıkar. Kur’an diyor ki bunlarda kenz ve temerküz olmayacak. Yani sahip olduklarımız (bilgi, servet, iktidar) bir kişi veya grubun elinde toplanıp, olmayanlara yönelik hegemonik ilişki geliştirilmeyecek. İslam’ın mesajını verdiği ikinci ana eksen adalettir. Toplumda var olan eşitsizlikler ile ilgili duruma dinimiz ne demektedir? Bununla ilgili bir görüşü var mıdır? Mesela bir adam düşünelim. Bu adam iki yüz köyün sahibi bir ağa ve köylüler de onun marabası. Köylüler adamın tarlalarında karın tokluğuna çalışıyor. Dinimiz buna ne diyor? Molla’ya sorarsan bunda bir sakınca görmüyor. “Allah ağayı ağalıkla, marabayı marabalıkla, zengini zenginlikle, fakiri fakirlikle imtihan ediyor. Bizim yapacağımız bir şey yok.” diyor. Oysa Kur’an-ı Kerim, Yasin Sûresi 47. âyette bunu söyleyenlere “kâfir” diyor. “O kâfirlere verdiğimiz rızıklardan infak ediniz dendiği zaman şöyle derler: Eğer isteseydi Allah’ın doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?” Peygamber müşriklere infak ediniz diyor. Kâbe’ye yığdınız malları veriniz, bunlar sizin hakkınız değil diyor. Yoksullara veriniz diyor. Onlar da diyorlar ki “eğer isteseydi zengin yoksul ayrımını Allah giderirdi. Allah demek öyle dilemiş ki onlar yoksul. Bize de lütfetmiş, bahşetmiş ki zenginiz. Eğer isteseydi Allah onları da zengin ederdi. Biz niye verelim ki?” İşte Allah bunu söyleyenlerin kâfir olduğunu bildiriyor. Yani var olan eşitsizliği dine mal etmek, “Allah böyle istedi, ne yapalım?” demek adaletsizliğin ta kendisidir. Kur’an-ı Kerim’de adalet kelimesi geçer. Sevâ’ kelimesi geçer ki eşitlik demektir. Vasat kelimesi geçer bu da dengede tutmak anlamındadır. Kıst kelimesi geçer, o da eşitlik manasında kullanılır. Vezn kelimesi geçer o da ölçüyü, dengeyi korumak demektir. Bu şekilde Kur’an’da yedi sekiz civarında adalete eşdeğer kavramlar kullanılır. Eşitlik, has bir Kur’an kavramıdır. Ancak son zamanda Müslümanlarda eşitlikten rahatsızlık söz konusudur. İslam’ın mesaj verdiği üçüncü ana eksen velayet kavramında belirir. Bu da bir dinin insanlarına dost-düşman idraki vermesidir. Dostumuz ve düşmanımız kimdir. Mesela şu an dünyanın ezan okunan yerlerine bombalar yağıyor, ülkeler işgal ediliyor, talan ve yağma ediliyor, kadınlara tecavüz ediliyor… Irak’ta 1.5 milyon insan öldü. Bunu yapanlar bizim dostumuz mu, düşmanımız mıdır? Dinimiz buna ne demektedir. Eğer bir şey demiyorsa o ölü dindir. İşte böyle mülkiyet, adalet ve velayet konusunda susan din ölü dindir. 
Aslında az önce bahsettiğiniz rahatsızlık kavram rahatsızlığından öte, ideolojik bir temsil rahatsızlığı gibi görülüyor. Yaşadığımız toplumda emek, adalet, eşitlik gibi kavramlar Sol düşünce merkezli insanların tekelindeymiş gibi algılanıyor. Mütedeyyin insanların bu kavramlarla sorunu nedir? 
 Bunun birkaç sebebi var. Birincisi Kur’an’ı iyi okumuyorlar. Kur’an’ı okuduklarında, bunların kitapta geçen kavramlar olduğunu, Peygamberlerin hayatında önemli bir yere ait olduğunu görecekler. Hz. Peygamber bir adamla tokalaşıyor ve adamın elindeki nasırlar eline batıyor. Peygamberimiz o adama “ne iş yapıyorsun” diyor. Adam da “tarlalarda ailemi geçindirmek için çalışıyorum” diye cevap veriyor. Peygamberimiz adamın elini tutup önce öpüyor, sonra yukarı kaldırıp “cehennem ateşi bu ele asla dokunmayacak” diyor. Peygamberimiz burada emeğin ne denli önemli olduğuna vurgu yapıyor. Emeğin hakkı birinci derecede önemlidir. Namazdan bile önemlidir. Ritüellerin tamamından önemlidir. Necm Sûresi’nde emek; “Musa’nın ve İbrahim’in sahifelerinden beri söylenen şuydu, İnsan için emeğinden başkası yoktur.” biçiminde anlatılmıştır. Kalem Sûresi 14 ve 15. âyetler de “Mal ve oğullar sahibi diye karşısında âyetlerimiz okunurken, onlar eskilerin masalları der” şeklindedir. “Mal ve oğullar sahibi” tabiri tıpkı “bahçe sahipleri” tabiri gibi devrin servet sahibi kimseleri için Kur’an’ın kullandığı bir tabirdir. Müşriklerin “eskilerin masalı” dediği şey Allah inancı değildi. Ahiret inancı ya da kıssalar da değildi. Eskilerin masalı diye nitelendirilen şey adalet, emek, hak, eşitlik talebi idi. Bunlar olacak işler değil demeye getiriyorlardı. Bu kavramlar Müslümanlardan sol dünyaya geçmiş durumda. Sen, dinin ana kavramlarını terk edersen, Allah da boşluğu doldurur. Marksizm’den önceki çağlarda, dinlerin hâkim olduğu çağlarda, bu mücadele hep peygamberlerin mücadelesiydi. Bunu böyle okumadığınız zaman göremiyorsunuz. Emek, adalet ve eşitlikten bahsettim. Kur’an’da bunları görebilmek için, bu gözle bakabilmek gerekir. Günümüz Müslümanlarının birçoğunda eşitlik deyince bir ürperti söz konusudur. Bunun solculuk olduğunu, solculuğa ait bir kavram olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki sol, bunu dinlerden; Kur’an’dan, İncil’den, Tevrat’tan almıştır. Şimdi Mekke’deki mücadele aslında bir adalet ve eşitlik mücadelesidir. Eşitlikten müşrikler korkar. Hz. Peygamber’e Ebu Cehil gelir ve der ki: “Senin dinine girdiğimde bana ne var?” Hz. Peygamber de şöyle cevap verir: “Şu yanımda oturan siyah yüzlü Bilal’e ne varsa, sana da o var”. Buna karşılık Ebu Cehil’de “Öyle din olmaz olsun” der ve çekip gider. Yani adam “ben kölem olan birisiyle aynı yerde oturamam” diyor. Onlara göre yoksulla, fakirle, özürlüyle, kadınla, cariyeyle aynı mecliste oturmak uğursuzluk getirir. Allah, onları da fakir eder, uğursuzluk onlara da bulaşır şeklinde saçma bir anlayışa sahipler. Güçsüz insanları insan yerine koymuyorlar. Hz. Peygamber çıkıp da “fekku rakabe (kölelere özgürlük)” (Beled;13) deyince; “Yanlarınızdakiyle eşit hale geleceksiniz, bunun için niye vermiyorsunuz” (Nahl; 71) deyince; “Allah yeryüzündeki rızık ve rızık kaynaklarını insanlar eşit bir şekilde kullansın diye yarattı” (Fussilet; 10) deyince bunlar çılgına döndü. Günümüzde de böyle değil mi? Aynı düşünce yapısındaki servet sahiplerine gidip, aynı şeyleri söyleyin rahatsız olacaklar. Bir defa Hacc, tamamen eşitlik ritüelidir. Namaz’daki saf düzeni tamamen eşitliği öğretir. Bir Müslüman eşitlikten nasıl rahatsız olabilir? Eşitlikten rahatsız olan bir adam zihnine Âdem fikrini, Allah’ın yaratma fikrini yeterince sokmamıştır. İstediğin kadar malın mülkün olsun, İstediğin kadar profesör ol, istediğin kadar kitap yaz, istediğin kadar âlim ol, istediğin kadar yetenekli ol; on beş tane dil bil, bir çobanla, herhangi bir insanla, öldüğünde mezarın altında böceklere yem olup aynı muameleye tabi tutuluyor musun, tutulmuyor musun? Böcekler senin beynini “dahi” diye yemiyor mu? Ayrıcalık mı oluyor, ne oluyor? 
Ölüm en büyük eşitleyici oluyor bu durumda. 
 Aynen öyle. Ölünce eşitleniyor muyuz, eşitlenmiyor muyuz? Bu ne hazin bir sondur. Azrail, bu çok âlim adamdı, dil biliyordu, kıymetliydi o halde bunu öldürelim mi, öldürmeyelim mi? diye sormuyor. Bir anda gidiyorsun. Bakıyorsun ki ölümden sonra da sıradan dediğin, siyah yüzlü dediğin, çoban dediğin, avam dediğin adamla aynı muameleye tabi tutuluyorsun. Kurtlar ve böcekler bile “bu profesör beynidir, zengin beynidir” diye ayrımcılık yapmıyor. Dolayısıyla ölümün verdiği mesaj da eşitliktir ve Müslüman’ın da bundan rahatsızlık duymasına gerek yoktur. Şimdi bunu İntifâr Sûresi’nin 7. âyetine bağlayalım. Adalet ve eşitlik kelimesi âyette peş peşe kullanılır. Kelime köklerine uygun bir çeviri yaptığımız zaman âyet şöyle der: “Allah insanı yarattı, eşit kıldı ve adaletli yaptı: Ellezî halagake fe sevvâke fe adeleke.” Yarattı, tesviye etti, düzgün kıldı yani eşit yaptı ve dengeli kıldı diye çevrilir ama “dengeli kılmak”, “adaletli yaptı” anlamındadır. 
Buradan çıkan sonuç nedir? 
 İnsanlar yaratılmıştır ve yaratılışta eşitlik söz konusudur. Kadın da erkek de eşit yaratılmıştır. Siyahla beyaz, doğuyla batı herkes eşit yaratılmıştır. Allah, birini görmemezlik ederek, birine avantaj sağlayarak, birine imtiyaz vererek bir yaratılış düşüncesi içinde değildir. İnsan’ın sakat doğması bile anne rahmine düştüğü aşamalarda meydana gelmiş bir şeydir. Yani yanlış evlilik yapılmıştır, genetik vb. bir şeydir. Allah’ın yaratmadaki ilk düşüncesinde kadın ve erkeği ayırmak, siyah ve beyazı ayırmak diye bir şey yoktur. Varlık sahnesine çıkış tamamen eşitlik üzerinedir. Kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmamıştır. Kadın da erkek de beraber çıkmıştır. Dünya’daki düzenler gereği insanlar arasında eşitsizlikler olmuştur. Bakara Sûresi 213. âyet konunun açıklanması bakımından önemlidir: “İnsanlar tek bir ümmetti. Onlar tek bir ümmetti. Bir ve eşitti. Fakat aralarında kibir ve kıskançlık sebebiyle (şurası senin olacak, burası benim olacak; şuna daha fazla sahip olacağım savaşı yüzünden) parçalanıp, ihtilafa düştüler. Sonra da Allah, peş peşe adalet’in yolunu gösteren peygamberler gönderdi.” Bu âyet, “yaratılıştan var olan eşitliğin yeryüzünde kaybolması, birinin diğerinin sırtından geçinmesi, diğerinin emeğini sömürmesi, birinin diğerinden daha fazla şeyi gasp etmesi, diğerinin mahrum bırakılması gibi sebeplerden ötürü Allah, bu durumu başlangıçtaki eşit hale döndürmek için peygamberler gönderdi” demektedir. Adalet mücadelesinin sebebi budur ve her adalet talebi eşitsizliği ortadan kaldırmak içindir. Çünkü ne diyor âyet “Önce sizi eşit kıldı, sonra adaletli yaptı.” Yani sizi önce eşit olarak var etti, sonra bu eşitliğin bozulduğu hallerde buna tepki duyacak, itiraz edecek ve yeniden eşitlik sağlayacak bir duyguyu içinize yerleştirerek sizi adaletli, adalete karşı hassas bir varlık haline getirdi. Bu nedenle insanların içinde adalet duygusu vardır. Adalet evrensel bir kavramdır. Din kavramından daha evrenseldir. Yeryüzündeki bütün devrimler ve dinler adalet talebiyle ortaya çıkmıştır. Yeryüzünü eşitlik mücadelesi, insanlar arasındaki eşitsizliği giderme mücadelesi ilerletmiştir. Nerede bir devrim var, nerede bir isyan var, nerede bir kıpırtı var bakın orada adalet talebinde bulunuluyordur. Dünyanın neresinde bir mücadele varsa, kökeninde adalet hissinin tatminine yönelik bir eşitsizliğin ortadan giderilmesi problemi olduğunu görürsünüz. Bu açıdan bakıldığında adalet aslında bir hissiyat oluyor. Diyelim ki tankın bir çocuğu ezdiğini görüyorsunuz veya baklava çalan çocuğa hırsızlıktan dokuz sene ceza veriliyor. İçinizde bir hissiyat kabarıyor ve “nerede adalet, böyle şey mi olur?” diyorsunuz. Çünkü eşitsiz bir durumla karşılaşıyorsunuz. Zayıfla güçlü arasında bir eşitsizlik görüyorsunuz ve bu eşitsizliğe isyan edip, bunun giderilmesi için mücadele veriyor, talepte bulunuyorsunuz. İşte adalet mücadelesi ve eşitlik arasında burada sıkı bir bağlantı vardır. 
Güncel hayattaki geleneksel algı ile bahsettikleriniz arasındaki farklar yalnızca “iyi okumamak” ya da “iyi düşünmemek” ile çözümlenebilecek şeyler değil gibi duruyor. Sanki mesaj, güncele ulaşana kadar birtakım işlemlerden geçiyor ya da geçmek zorunda bırakılıyor. Üzerinde oturduğumuz değer ve öğretilerin vermek istediği ile aldığımız şey zıtlık bile gösterebiliyor. Bu alanda düzeltilmesi gereken şeyler mi var yoksa biz bu alana temiz bir düşünce ile girmiyor muyuz? 
 Bu noktada ben zihinsel tahrifata uğradığımız kanaatindeyim. Yahudi ve Hıristiyanların tahrifatı da böyleydi zaten. Aslına bakarsanız İncil’de de Tevrat’ta da tahrif olmuş bir şey yok, eklenmiş şeyler var. Orada Allah’ın sözü öylece duruyor. Yaşaya’nın kitabını okursanız, İsa’nın İncil’deki sözlerini okursanız göreceksiniz ki Kur’an’dakinin aynısıdır fakat bu sözlerin sağına soluna eklemeler yapmış, karıştırmışlar. Âyetleri, hadisleri, müctehidlerin söz ve görüşlerini karıştırıp kitaplaştırmışlar. Tahrifat denen budur ve bunların ayıklanması gerekir. Şimdi ben elime Tevrat’ı ve İncil’i alsam, bütün Avrupa’da dolaşsam, Amerika’da dolaşsam, elime hiç Kur’an almadan sırf Tevrat ve İncil’den âyetler okuyarak, Kur’an’ın mesajını anlatırım. Kırmızı kalemle çizdiğim yerler var. Bunlar Allah’ın sözüdür dediğim, kendimce tespit ettiğim yerler. Sizin kitabınızda bunlar yazıyor diyerek Kur’an’da söylenenlerin aynısını anlatırım. Çünkü var ama karışmış vaziyette. Aynı şey bizim için de geçerli. Bizde de şöyle bir şey var. Biz ayırmışız, demişiz ki: Bu Kur’an’dır, şu hadistir, şu da fıkıh kitabıdır. Güzel ama zihnimizde karıştırmışız. Zihnen ikisi de aynı. Adam diyor ki: “Hadis, âyeti nesh eder. Bir hadis görürsem, âyetle çeliştiğini fark edersem hadisi tercih eder, âyeti bırakırım”. Adam zihninde onu karıştırmış ve ön plana almış. Yahudi ve Hıristiyanların kitapta yaptığını, biz zihinde yapmışız. Onlar Hz. İsa’ya biçtikleri rolü kitaba geçip “Tanrı’nın Oğlu” demişler. Biz Hz. Peygamber’e öyle bir rol vermişiz ki Hıristiyanların Hz. İsa’ya biçtiği rolden daha ileri, “Yerler ve gökler onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış” demişiz. Bence tahrifatta kimse kusura bakmasın pek fark yok. Sosyal hayata baktığın zaman iki yüz bin tane hadis uydurulmuş ve Müslümanın gündelik hayatı mahvedilmiş. “Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun / Yıktın da dini mübini yeni bir din kurdun” diyor Mehmet Akif. Bunu ben değil, Mehmet Akif söylüyor. Yeni bir din kurulduğundan bahsediyor. Bazıları diyor ki: yeni bir din mi icat ediyorsun? Hayır kardeşim. Yeni bir din kurulmuş, biz asıl din şuydu diyoruz. Onu söylemeye çalışıyoruz. Üstelik Akif bunu yüz sene önce söylemiş. Peşin bir kabulleniş yerine itiraz, reddiye de var bu sözlerde. Evet, Akif’in söylediği yeni dinin üzerine yeni bir din daha kuruldu.
Peki, hocam hiçbir çaba sarf etmeden doğumumuzla birlikte elde ettiğimizi sandığımız dinin ve onun ürettiği medeniyetin geldiği noktada çabuk unutan, çabuk alışan, çabuk şekil değiştiren; buna karşın sözlü geleneği de mukaddesatın üzerinde tutan birey ve toplum fotoğrafını görüyoruz. Bu çelişki çıkmazını nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 Şimdi gördüğümüzden şüphe etmemiz lazım. Peygamberimiz var olandan şüphe ettiği için dağlara çekilmiş ve hakikati öyle bulmuştur. Biz de var olan dinden şüphe etmeliyiz. Bu muydu, bu mu, bu kadar mı, Allah’ın dini bu mu, şu gördüklerimiz mi? Şeklinde sorgulayıcı olmalıyız. Burada kitabı değil, gördüklerimizi kastediyorum. Herkes bir sürü şey söylüyor. Bir defa durumdan şüphe edeceğiz. Şüphe etmezsek hakikate ulaşamayız. Hakikatin kökeninde, İbrahim kıssasında bize verilmek istendiği gibi şüphe vardır. Bu mu benim Rabbim? Olamaz, battı (Güneş için). Bu mu beni Rabbim? Olamaz, battı (Ay için). Bak şüpheyi öğretiyor sana. Var olandan şüphe duy hatta kendi bildiklerinden de şüphe et. “Şüphe ettiğin zaman sana hakikatin ve gerçeğin kapıları aralanacak ve oradan girdiğinde gerçeğe doğru yol alacaksın” demek istiyor. Kur’an böyle okunmadığı için, büyük bir tahrifat olduğu için, esas mesajların Müslümanın zihninde silikleşerek, kaybolduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bu tür mesajlar Kur’an’da var olduğu halde, Müslüman zihin tarafından görülemiyor. Kur’an’ın ilk hayır dediği şey zenginliğinden dolayı kendisini yeterli gören bir adamın hegemonyaya yönelmesidir. Alak Sûresi’nin 6. âyeti bunu açıklar. “Müstağni olduğu için, kendi zenginliğini yeterli gördüğü için, insanoğlu kendini mutlaka üstün, yıkılmaz zanneder” Yani ötekine hegemonik ilişki kurar. “Para ya da güç bende, o halde benim dediğim olacak” demektir bu. Eğer bir cemaatte, bir devlette, bir toplulukta, bir mecliste kimde para varsa onun dediği oluyorsa orada tuğyan vardır. Kur’an’ın ilk anlattığı kıssa, bahçe sahipleri kıssası, bugünkü tabirle burjuva denilen sınıf. O zaman onlara bahçe sahipleri deniyor. Tarım toplumu olduğu için bahçe sahibi olmak zenginliği ve serveti ifade ediyor. Müzzemmil Sûresi 11. âyet: “nimet sahiplerini bana bırak” diyor. Nimet sahipleri de “servet sahiplerini” anlatan bir tabirdir. Peki, nasıl oluyor da Kur’an’ın ilk kıssası bahçe sahipleri; Kur’an’ın hayır dediği ilk şey, zenginliğin kişiyi tuğyan ettirmesi; İlk karşı çıkılan da Kâbe’ye egemen olan dokuz kişilik tefeci, bezirgân çete oluyor? İlk kırk sürede bunlar tek tek isim verilmeksizin eleştiriliyor ve Kur’an bunlara tis’atu raht (dokuz çete) diyor. O gün şehre hâkim dokuz çete var. Bunların hepsi tefeci, bezirgân, servet sahibidir. Bunların hepsi mele-i mütreftir (Kavminin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri). Kur’an’ın ilk âyetlerinde bunlara bir saldırı var. Sen bunu nasıl görmezsin? Bunu söylediğimiz zaman bize Kur’an’ın sol açıklamasını yapıyor diyorlar. Ne alakası var? Buna, dense dense Sosyal İslam denir. Ben sol İslam, Müslüman sol ismini kabul etmiyorum. Bizim anlattığımız Sosyal İslam’dır. İslam’da sosyal adalet’tir. İslam’ın bu yönü Müslümanlar tarafından unutulmuş, ihmal edilmiştir. Biz de o yönünü ön plana çıkarıyoruz. Hepsi bu. Dolayısıyla bu açılardan Müslüman zihin tahrifata uğramıştır. 
Müslüman zihin nasıl bir tahrifata uğramıştır? Az önce bahsettiğiniz dininin uğradığı tahrifatın bir benzeri, zihinlerde de mi uygulanmıştır? 
Benim kanaatime göre zihinlerimizle uğraşılmıştır. Özellikle yetmişli yıllarda, soğuk savaş döneminde ABD’nin antikomünist kuşak yetiştirme, yeşil kuşak oluşturma çabaları doğrultusunda zihinsel köklerimizle uğraşılmış ve mühendislik faaliyetlerinde bulunulmuştur. Müslümanlar sağcılaştırılmış, antikomünistleştirilmiştir. Servete, kapitalizme, zenginliğe teşne, buraya rahatlıkla kayacak bir zihniyet oluşturulmuştur. Mesela ben Milli Türk Talebe Birliği kökeninden gelen biriyim. 75, 76 yıllarından bahsedeceğim. O zamanlar ortaokula giden bir çocuğum. Annemin babamın evinden ilk defa ayrılıyor ve İslamcı, dini bir teşkilat olan MTTB’ye götürülüyorum. Orada ilk dinlediğim konferans “Komünizmin zararları.” Konferansta ilk duyduğum şey: “Türkiye’ye komünizm gelecek. Komünizm gelince ne olacak biliyor musunuz? Bir, anneniz ve kız kardeşiniz orta malı olacak.” Salonda bir uğultu kopuyor, insanlar olamaz diye bağırıyor. Sonra devam ediyor adam “Ne olacak biliyor musunuz? Malınız, mülkünüz hiçbir şey olmayacak. Eviniz, her şeyiniz elinizden alınacak. Ezanlar susacak, bayrak inecek. Türkiye Moskova’ya bağlanacak.” Şimdi düşünüyorum da kardeşim bu bir kışkırtma, propaganda. Bu bir zihin yıkama faaliyeti. O nesil komünist propagandayla yetişmiştir. Sağcılık, Milliyetçilik, Ülkücülük, İslamcılık, Maneviyatçılık falan birbirine karışmış; Mukaddesatçı, Milli mücadeleci bir nesil üretilmiştir. Bunların hepsi bir projedir. Birileri bunun üzerine çalışmış, kafa yormuş ve bizi antikomünistleştirmiştir. Hâlbuki İslam’ın ekonomi politik yorumu kapitalizmle asla bağdaşmaz ama sosyalizme biraz yakındır. Eğer çağımızda illa bir müttefik olacaksa, yani ne odur ne budur demeden, ikisinden hangisine yakın diyecek olursak, bana göre sosyalist dünyaya yakındır. Yakın olması da gerekir. Kur’an’dan ancak bu çıkabilir. Peygamber’in mülkiyetsiz ölmesinden, servete karşı tutumundan, paylaşımcılığından bu çıkar. Öyle sûfiler vardır ki “şu benim” demeyi bile şirk saymıştır. Sert bir tasavvuf, zühd geleneği var İslam’da. Fakr makamı vardır. Mesela Tâhâ Sûresi 18. âyette geçen “Allah Musa’ya dedi ki: Bu nedir? Musa cevap verdi: Benim asamdır. Allah, at onu dedi.” şeklindeki diyalog büyük bir Sûfi olan Şakik-i Belhi tarafından şöyle yorumlanıyor: “Benim” asam demek şirktir. Bu yüzden “at onu” denildi. Şimdi bu kültürden nasıl böyle bir kapitalizm çıkar ben anlamıyorum. 
Sosyalist dünyadan bakınca ne görülüyor? Zihinsel tahrif projelerinden bahsettiniz, antikomünist propagandayla yetişen bir nesil vardı dediniz. Zamanın komünist, sosyalist dünyasında durum nasıldı ve din, sosyalist dünyanın neresindeydi, bugün neresinde? 
Aynı proje onlar üzerinde de yürütülmüş, sol ve sosyalist dünya dinsizleştirilmiştir. Bir taraf antikomünistleştirilirken diğer taraf da antidinleştirilmiş. Adam o kadar şey söylüyor ama Allah kelimesini ağzına almıyor. Kardeşim dine karşı tutumunuz nereden geliyor? Şu anki sol dünyanın bütün argümanları dini dünyadan, örneğin Karmatiler’den geçmiştir. Karmat kızıllar, kırmızı demektir ve “kiremit” kökünden gelir. Hem köylü, hem kızıllar anlamındadır. Bunların bayrakları da kırmızıdır. Birbirlerine de “refik” (yoldaş) derler ve ortak mülkiyetle yönetilirler. Özel mülkiyete de karşıdırlar. Ne kaldı geriye? Bir orak, bir de çekiç eksik. Sünni dünya bunu bilmez. Ne yapmışlar. Bir tarafta eşitlik düşüncesi, emek düşüncesi, devrim fikri tamamen dışlanmış; diğer tarafta da Allah, kitap, din çıkarılarak iki dünya birbirine yabancılaştırılmış. 1970’li yıllarda “İslam ve Sosyalizm” diye kitaplar yayınlanıyor. Bir kavga çıkıyor ve İslam bir tarafa Sosyalizm bir tarafa düşüyor. Neticede beş bin kişi ölüyor ve bir daha kimse o kelimeleri ağzına almıyor. 
Bu projeleri üretip, insanları birbirine düşüren, bununla da yetinmeyip düşünce kodlarını zedeleyenlerin tarafından bakınca karşımıza ne çıkmaktadır? Nasıl bir yöntemle ve niçin böyle bir yol uygulanmıştır. 
 Dünya haritasını önünüze alıp Atlantik’ten bakınca ne görürsünüz? Büyük bir blok, kara parçası; Avrupa ve Asya kıtası görürsünüz. Bu ne demektir? Soğuk savaş dönemine baktığımızda Doğu Avrupa’dan, Sovyetlerden Çin’e kadar bütün bu kuzey bloğu Sosyalist Dünya. Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu’yu kapsayan ve Hindistan içlerine kadar uzanan güney bloğu da Müslüman dünya. Yani üst tarafı Sosyalist, alt tarafı da İslam olan bir dünya. Adam ortaya bir yeşil kuşak projesi geliştirmiş ve bu iki dünyayı birbirine düşman etmiş. Öyle bir düşmanlık ki hala sökülüp atılamadı. Öyle bir uğraş ki solcu hala Allah diyemiyor; Müslüman hala eşitlik, emek diyemiyor. Bunları ağzına alamıyor. Şimdi bu oyunu bozmamız lazım. Ben bunu fark ettim ve bu oyuna çomak sokuyorum. Sevmedikleri şey de bu zaten. Onların dumanını attıracak, planlarını alt üst ettirecek olan şey de bu. Bu işin kaynaklarına inildiği zaman, bunun böyle olduğunu görüyorum. 
Yeşil kuşak kavramını biraz daha açalım isterseniz. Yeşil kuşak burada bir tampon görevi mi görüyor? Coğrafi olarak baktığımızda üzerinde bulunduğumuz topraklar bu “yeşil kuşak” çizgisini mi temsil etmektedir?
Müslüman hareketlerin komünizme karşı desteklenmesi meselesi bu sorulara açıklık getirecektir kanaatindeyim. Amerika Afganistan’da Rus işgaline karşı mücahitleri destekledi. Bununla birlikte Türkiye’deki bütün sağcı, Müslüman hareketleri de komünist tehlikeye karşı destekledi. Bu desteğin tamamı araya düşmanlık sokmaya yönelikti. Örneğin; Amerika’nın 6. filosu geliyor diye Karaköy’deki umum evleri boya badana yaptırılıyor. Deniz Gezmiş ve arkadaşları da bu filoyu protesto ediyor. Bizim sağcı muhafazakârlar da Deniz Gezmiş’leri taşlıyor. Bu olacak iş mi kardeşim, bu nasıl iş? Müslümanların o Deniz’lerle beraber olup, o filoya tepki göstermesi gerekirdi. Türkiye, Amerika müttefiki bir ülkedir. Kuzeydeki Sovyetler Birliği’ne karşı soğuk savaş yıllarında konumlandırılmıştır. Türkiye’de var olan din, diyanet’inden tüm cemaatlerine kadar Sovyetler Birliği ideolojisine karşı, yani Sosyalizm ve Komünizme karşı koşullandırılmıştır. Bu hususta köy köy, kasaba kasa dolaşılarak telkin yapılmıştır. Türkiye’deki, özellikle 70’li yılları yaşayan Müslümanlar eğer kendileriyle hesaplaşmamışlarsa, hala böyle düşünmeye devam ederler. Ben kendimle yüzleştim, hesaplaştım o dönemle ve onun için böyle konuşabiliyorum. Yırtım attım o üzerimize giydirilen deli sağcı gömleğini. Söylendiği zaman bu kavramlardan nefret ederler, antikomünist hisleri ortaya çıkar. Bununla yüzleşmeyenler Müslüman olmadan önce antikomünisttirler. Önce antikomünisttir sonra Müslüman. 
Adalet, hukuk, ahlâk gibi kavramlar birbirlerinin tamamlayıcısı gibi görünen, birbirlerini destekleyen kavramlar. Rahmet ile bu kavramlar arasında nasıl bir ilişki var? 
Hûd Sûresi 56. âyet: “Benim Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir” diyor. Allah nasıl sırat-ı müstakim üzere olur? İşte ahlâk dediğimiz şeyin tanımı da burada ortaya çıkıyor. Ahlâk, kişinin bir lafa, bir söze insanları çağırması değil, yaptığı şeye insanları çağırmasıdır. Eğer siz bir şey yapıyor ve insanlara “ben böyle bir şey yapıyorum, siz de buna gelin” diyorsanız, ahlâk çağrısı yapmış olursunuz. Siz bir laf ediyor ama o lafla kendiniz amel etmiyor, insanları da ona uymaya çağırıyorsanız, bu ahlâki bir çağrı olmuş olmuyor. Allah, sırat-ı müstakim üzere olduğunu söylerken, rahman olduğunu da söylüyor. Bunları birbirinden ayırmıyorum. Böyle bir ayrım da bize bir şey vermez. Rahmet sonsuzdur, adalet bire birdir, denkliktir. Ahrette, kıyamette Allah rahmetiyle mi muamele edecektir, adaletiyle mi muamele edecektir? Bu bizi ilgilendiren bir şey değil. Bize bu dünyada adalet lazım ama kıyamette nasıl muamele olunuruz bilemem. İnşaallah rahmet ile muamele olunuruz. Biz ancak bunu talep ederiz fakat üzerimize farz olan dünyada adaletli davranmaktır. Allah’ın bizden de istediği budur. Nahl Sûresi 90. âyet “Allah size adaleti emreder” diyor. Bakın tavsiye eder değil, emreder. Dolayısıyla rahmet, ahlâk, adalet ve hukuk arasında şöyle bir ilişki vardır: Allah rahmeti kendine yazmıştır. İnsan, en dipte sevgi ve merhamet sahibidir. Sevgi ve merhameti gönlünün derinliklerinde hisseder. Bu, insanın bedenine yansır ve buradan ahlâk doğar. Rahmetle ahlâk arasında derin bir ilişki vardır ama ahlâk, kişinin karakterinde ortaya çıkar. Yalan söylemeyen ya da doğru sözlü olan bir insan ahlâki prototiptir. Adalet de insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ortaya çıkar. Bu durumda kişi, adaleti sağlamak için normlar ve müeyyideler oluşturur. Adalet hissinin kalıcı olması için de dışsal dünyada norm ve müeyyidelere ihtiyaç vardır. Bu noktada da hukuk doğar. Mesela adam öldürme olayını ele alalım. Bir adamı öldürme olayında rahmet der ki: “seven ve merhamet eden hiç öldürür mü?” İçsel bir telkinde bulunur. Ahlâk der ki: “adam öldürmek kötüdür, bu katilliktir. Katil olmak gayri ahlâki bir durumdur ve ahlâksızlıkların başıdır.” İyinin ve kötünün ne olduğunu söyler ahlâk. Adalet der ki: “Kim kimi öldürürse; zengin, fakir, siyah, beyaz, doğulu, batılı oluşuna bakılmaksızın hesabı sorulmalıdır.” Hukuk da der ki: “Kim birisini öldürürse kısas edilmelidir, idam edilmelidir veya ona şu kadar yıl ceza verilmelidir.” Bunu müeyyideye bağlar. Dolayısıyla rahmet, adalet, ahlâk ve hukuk arasında böyle bir ilişki vardır. Hukuk kuralları adalete uygun olmalıdır. Adalet, ahlâktan güç almalıdır. Ahlâkın kökünde rahmet olmalıdır. Bütün bu kurallar, insanlar birbirini sevsin, bir arada huzur içinde yaşasın diye vardır. 
Hz. Peygamber ve onun döneminin adalet algısı nasıldı? 
 Hz. Peygamberin hayatından dört sahne anlatmak istiyorum. Birincisi Hılfu’l-Fudul. Burası, adalet üzerine yemin edilerek girilen bir teşkilat. İster Mekkeli, ister yabancı olsun kimliğine bakılmaksızın adaleti sağlayacağına, zulme uğrayan kişiye maddi manevi yardımda bulunacağına yemin edilerek girilen bir müessese. Hz. Peygamber de daha yirmi beş yaşındayken adalet üzere yemin edip bu teşkilata giriyor. İkincisi Kur’an ki sosyal içerikli âyetlerin özünde yatan ana kavram adalettir. Üçüncüsü Medine Sözleşmesi. Bu sözleşmede en çok adalet kelimesi geçer. Dördüncüsü de Veda Hutbesi. Veda Hutbesi de hakların nasıl kullanılacağı ve nasıl dağıtılacağı üzerinedir. Hz. Peygamber görülüyor ki gençlik yıllarından itibaren kendisine gelen âyetler, yaptığı sözleşmeler, giriştiği ticari ortaklıklar, yönetim anlayışı hep aynı tarzda cereyan ediyor. Onun düşünce, ruh ve gönül dünyasında hâkim olan esas kavramın adalet olduğunu görüyoruz. Madem bize en güzel örnek odur, o halde Müslümanın da öyle olması gerekir. Çünkü bu dünyada lazım olan tek şey adalettir. Kur’an ruhu ile Peygamber vicdanı ve adaletinin bir araya geldiğini görüyoruz. İnsanları mutlu edecek, devleti milleti düzlüğe çıkaracak, yeryüzünde barışı sağlayacak olan şey yalnızca bu karışımdır. Döneme ilişkin bir örnek verelim. Hz. Ali “bundan sonra pazar yerinde kimse önceden yer tutmayacak” diyor. Hz. Peygamber de önceden yer tutan bir kişinin barakasını önce yıktırıp, sonra da yaktırıyor. Pazara ilk kim gelirse istediği yere tezgâhını açacak. Üreticinin, ürettiğini pazarda gelip satması için önünü açan bir uygulama. Bu aslında pazar mafyasını, baronluğu, tekelliği tarumar eden bir şey. Hz. Ali bunu namazdaki saf dizilişiyle bağdaştırıyor. Her namazda yeniden saf oluştuğu gibi, safta kimsenin garanti yerinin olmayışı gibi pazarda da ilk gelen yeri alır diyor. Pazar yeri bittiği an, herkesin yeri bitmiştir. Bunu kapitalistler anlayamazlar. Kapitalizmdeki serbest piyasa falan hepsi yalan, yok öyle bir şey. Kimse malını pazara getirmeden fiyatını açıklayamayacak diyor. Malını pazara getirip koyacak ve koyduğu an ilan edecek fiyatını. Dolayısıyla saf düzeninden böyle bir sonuç çıktığına göre bizim de saf düzeninden, tavaf ritüelinden bir eşitlik çıkarmamız lazım. Bunu Hz. Ali’nin yaptığı gibi piyasaya, pazara, insan ilişkilerine, aile ilişkilerine, toplum ilişkilerine, cemaat ilişkilerine yansıtmamız lazım. İmamın cemaatin bir adım önünde olması dışında cemaatten hiçbir farkı yoktur. Namazın kurallarına İmam da uymak zorundadır. Mescide bir adam giriyor ve “Hanginiz Muhammed” diye soruyor. Aynı camideki saf durumu orada da var. Hz. Peygamber’i tanıyamıyor adam. Çünkü Hz. Peygamber hegemonik ilişkiyi kaldırmış. Orduya bir kez tayin ettiğini ikinci kez tayin etmiyor. Geride bir defa vekil bıraktığını ikinci kez vekil bırakmıyor. Ebedi makamlar, ebedi görevler yok. Alt, üst hiyerarşi diye bir şey yok. Hz. Peygamber’in on sekiz ticari ilişkisini inceledim. Patron işçi ilişkisi yok sadece ortaklık var. Senle beraber iş yapacağız diyor. Ben şunu koyacağım, sen de bunu koyacaksın; sen emeğinin karşılığı şunu alacaksın, ben de koyduğumun karşılığı bunu alacağım diyor. Böylece kimse kimseye üstün olmuyor. Hz. Peygamber’in bu tarzı pazarda da yönetim anlayışında da ticaret ilişkilerinde de aile ilişkilerinde de böyle. Kur’an-ı Kerim’de deniyor ki: “Onlar arasında adaletle ve eşitlikle hükmet.” Bakın onlara hükmet değil, onlara hükmetmek hegemonyadır. “Onlar ‘arasında’ adaletle hükmet” yani sen onlardan birisin, onların üstüne çıkma, onlardan ayrı bir makam mevki oluşturma ama onların ‘arasında’ adalete ve eşitliğe göre hükmet” diyor. Bu anlayışın devletin ve toplumun her kademesine yansıması gerekmektedir. 
O halde insanın yükümlü olduğu en temel şey adalettir. Bireyin adalet algısını dil, din, ırk çeşitlerine göre şekillendirmesi de adaletsizlik olmuyor mu? 
Kur’an, yeryüzündeki mücadele perspektifine göre insanları zalimler ve mazlumlar diye ikiye ayırır. Zulmün kaldırılması, mazlumların kurtarılması ve adaletin tesis edilmesi insana emredilen şeydir. Hayat da bu mücadelen ibarettir. Bundan başka herhangi bir savaş hattı yoktur. İnsanları inananlar, inanmayanlar diye kategorize etmek savaş ekseni değildir. Tabiî ki inananlar da inanmayanlar vardır fakat bu bir savaş ekseni değildir. Kur’an’ı Kerim “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur” (2/193) der. Eğer sen zalimden başkasına düşman olursan, suç işlemiş olursun. Sadece zulme ve zalime düşmanlık vardır. Eğer bir yerde zulüm varsa, orada harekete geçilmelidir. Zulmün ne konuda yapıldığı, kime yapıldığı, adının ne olduğu önemli değildir. Örneğin: Adamın hakkı elinden alınıyor, bir eşitsizlik yaratılıyor, ona zulmediliyor ve hakkından, hukukundan mahrum bırakılıyor; ana dili unutturulmaya çalışılıyor, köyünün ismi değiştirilmeye çalışılıyor veya yaşadığı şehir işgal ediliyor, “buraları boşaltın, buralar üç bin sene öncesinden bizimdi” deniliyor. Bunların hepsi zulümdür ve bunlara karşı tavır konulmalı, mücadele edilmelidir. Bakın, zulüm-adalet çelişkisi üzerinden iki sorunu hiç isim zikretmeden anlattım ve ne demek istediğim anlaşıldı. İsim önemli değildir, önemli olan zulmün olup olmaması meselesidir. Ateistlerle, Hindularla, ateşe tapanlarla; kiliseyle, havrayla hepsiyle bir arada yaşayabiliriz. Bir tarafta ezan okunabilir, diğer tarafta çan çalabilir. Yeter ki zulmedilmesin. Komşum dilediği inanca sahip olabilir. Yukarı kattaki ineğe, aşağı kattaki soğana tapabilir, ben onlarla aynı apartmanda yaşarım fakat tek bir şartım var. Zerre miktarda zulmedilmeyecek. Yukarıdan aşağıya kilim çırpmayacak örneğin. İnsanların inançları ve ritüelleri sorgulama, yargılama ve kınama konusu değildir. Ne Kur’an’da ne de Peygamberin hayatında böyle bir şey görmedim. İnançların kökenine inilirse benzer şeyler olduğu görülecektir. Örneğin: Adam ineğe tapıyordur. Dersin ki: “sen ineğe tapıyorsun.” O da sana der ki: “sen de eve tapıyorsun” o zaman. Şehirlerarası yolculuk esnasında bir Hindu ile konuştum. Adam bana bir inek yorumu yaptı, dedim ki “senin bu anlattığına biz tevhid diyoruz.” Ne sandın ya dedi. Bu düşünce “Müslümanların avamı ile Hinduların avamının birbirlerini putperestlikle suçlamasından başka bir şey değil” dedi. Kınama, sorgulama ve yargılama konusu olan tek şey insanların davranışlarıdır. Sen yukarıdan aşağı kilimi çırparsan, ben de seni hem yargılar hem sorgular hem de kınarım. Kötü davranışlar kınanır, iyi davranışlar övülür. Bu noktada Hz. Ali’nin dediğine geliyoruz. “İslam esas itibariyle ameldir” diyor. Yani Allah, insanın nasıl davrandığına bakacak. “İman ettik demekle hemen cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz?” âyetini bu şekilde görmek gerek. İnsanları inançlarından, ritüellerinden ya da inanç ve ritüelleri yerine getirmediğinden ötürü dışlamak doğru değildir. Biz yalnızca davette bulunabiliriz. 
Adaletin yeryüzüne hâkim olduğunu düşünürsek, karşımıza nasıl bir fotoğraf çıkar? 
 Bu cennet fotoğrafıdır. Cenneti aynı zamanda dünyevi bir ideal olarak görüyorum. Cennet, dinlerin ideal dünya ülküsüdür. Cennetin bu dünyaya dönük yüzü bizim görevimizi, öteki dünyaya yönelik yüzü de itikadımızı ifade eder. Rahman Sûresi’nde cennet içinde iki cennetten bahseder. İki cennet içinde tekrar iki cennetten bahseder. Cennetler iç içe geçmiş bir dizidir. Bunu şöyle algılamak gerekir: Cennet önce evden başlar, yüz metrekare içerisinde cennet hayatı yaşayabilirsin. Buradan mahalleye geçer, sonra cemaatine, arkadaş topluluğuna ardından şehre, ülkeye nihayetinde de dünyaya geçer. Neyi nereye kadar becerebilirsen onu yapacaksın. Cennet hayatı yaşamak demek, bir takım değerleri hayata geçirmek demektir. Bunların başında sevgi, merhamet, kardeşlik, paylaşım, adalet ve eşitlik gelir. Bunların olduğu, yaşandığı yer cennettir. Diğer yandan ihtiras, hırs, haset ve kibrin olduğu yer de cehennemdir. Şeytanın üç büyük günahı vardır ki bana göre bunların olduğu her yer cehennemdir. Birincisi kibirdir, Âdem’i aşağılamıştır. Çamurdan yaratıldı diye kibir göstermiş, bir şeyi öbürüyle kıyaslayarak “sen kim oluyorsun?” demiştir. Bunu dediğin an kibir sahibi olursun. İkincisi hasettir, Âdem’de var olan özellikleri kıskanmıştır. Kabil de Habil’i haset, kıskançlık ve mülkiyet sebebiyle öldürmüştür. Kabil bir yere sahip oldu ve “burası benim” dedi. Habil de “hayır senin değil, herkesin” dedi ve öldürüldü. Üçüncüsü de hırstır. İnsan önce sonuna kadar bir şeyi toplama, yıkılmayacak bir iktidara ve mülke sahip olma hırsına kapılır. Sonra sahip olduklarıyla büyüklenir, kibirlenir nihayetinde başkalarının elindekini kıskanarak “onlara da sahip olayım” der. Ateşin odunu yaktığı gibi haset de insanı yakar, kavurur. Biz genellikle fakirin zenginin elindekine iç geçirmesini haset zannederiz, hâlbuki tam tersidir. Gerçek haset, zenginin biriktirdikçe, diğerlerin eline de göz dikmesi, her şey bende olsun, herkes benim kölem olsun, alanın tek sahibi ben olayım” demesidir. Davut kıssasında geçen doksan dokuz koyuna bir koyun olayında anlatılan da budur. Adamın doksan dokuz koyunu var, diğerinin bir koyunu var. Doksan dokuz koyunu olan o bir koyunu da almak istiyor. O da benim olsun diyor
Anlattığınız şeyler modern hayatın insana dayattığı hayat tarzı. Hırs, haset ve kibir, kişinin çocukluğundan itibaren karşılaştığı; medyadan, sivil unsurlara kadar hemen her alanda duyacağı tavsiyeler bütününü temsil ediyor. Şu okulu kazanman, bu kadar biriktirmen, en yükseğe çıkman gerekir, yoksa başarısız olursun gibi söylemler ailede başlıyor. Kodlarımızla oynanmış demiştiniz. Toplum, bireyi bir yarışa hazırlıyor ve bu noktada bireye nefes alacak bir alan bırakılmıyor. 
 Buna karşı tavır almamız lazım. Ben Müslümanlığı daha çok tavır alış ve duruş olarak algılıyorum. Kardeşim başarılı olmak zorunda değilsin. İlla devlet kuracaksın, dünyayı ele geçireceksin diye bir şey yok. Hz. Muhammed zamanında bile dünya düzelmedi, sana ne oluyor? Sen tavır almak ve duruş sergilemekle mükellefsin. Sayın az olabilir, sen bunlara karşı tavır koyacak ve “almıyorum, yapmıyorum” diyeceksin. Adamlar bir sürü şey üretiyor, bunu kime satacak? Uyduruktan şeyleri ihtiyacımızmış gibi yutturuyor. İnsanların ihtiraslarını ihtiyaçlarıymış gibi hissettiriyor. Biz de o ihtirasların peşinde koşarak ihtiyaçlarımızı giderdiğimizi zannediyoruz. Hâlbuki onlar senin ihtiyacın değil, onlar sende kışkırtılmış ihtiraslar. Bir insanın yüz tane ev almasının ne anlamı var, bunun izahı nedir? Bir Müslüman elinde bir birikim varsa şu dört şeyden birine yatırmak zorundadır aksi halde bu kenz olur ve “biriktirdiklerinizle dağlanacaksınız” tehdidine girer. Ya iş ve istihdam yaratacaksın ya vakf edeceksin ya infak edeceksin ya da karz-ı hasen yapacaksın. Bunun dışında bir yere para yatırmak bana göre haramdır. İhtiyacından fazlasını bankaya yatırmak, para biriktirmek, altın almak, arsa almak, ev almak yasaklanmıştır. İhtiyacından fazla olanı biriktirmeyeceksin. İhtiyacından fazlasıyla mülkiyet ilişkisi kurmayacak ve “bu benim” demeyeceksin. Çünkü ihtiyacın değil, niye senin oluyor? Hadi bir tane ev senin, dört tane ev de çocuklarının, doksan beş evi ne yapacaksın? Demek ki senin zihniyetin bozuk, demek ki sen hegemonya kurmak istiyorsun. İnsanlar önüne dizilsin, lüks ve sefahat içinde yaşayayım diyorsun. İşte bu Allah’a inanmak fakat güvenmemek oluyor. Aslında Allah’a inanmak, esas itibariyle güvenmektir. Güvenen adam biriktirmez, güvenmeyen biriktirir. Korkuyor çünkü, ben niye korkmuyorum? Benim sigortam da yok, arabam da yok, evim de yok. Elime geçtiği zaman ihtiyacımı alıyor, gerisini paylaşıyorum. Elli yaşına geldim, yaşıyorum işte, aha örnek burada, ne korkuyorsunuz? Allah’a güvenin, güvenin, güvenin. “Yağmur yağacak, nebat bitecek, güller açacak ve Allah rızkını gönderecek. Allah sözünden dönmeyecek, ben size bunu vaat ederim” diyor. Allah, tevekkül edin diyor. Zühd de tevekkül de bu değilse nedir? Diğer tarafta adam dervişlik taslıyor ama saraylarda oturuyor. Bu nasıl dervişlik? İşin dervişliği de bize kaldı. Sufiliği de biz temsil ediyoruz. 
Muhterem hocam, değerli fikirlerinizi bizimle paylaştığımız için çok teşekkür ederiz. 
Ben teşekkür ederim.


(Erol ÇETİN/Kur’ânî Hayat Dergisi)

7 yorum

  • Marksizm ve gereçek İslam birçok yönden birbiryle benzeşir. Bunların başında da Diyalektik-Şüphe Duymak gelir.<br />&#39;&#39;Ebu Cehl&#39;&#39;lerin bir Kur&#39;an mealinde şöyle der:&#39;&#39;İnsanın günahlarını SOL taraftaki melek yazar. Bu nedenle SOLcular cehennmliktir.&#39;&#39; <br />Hatırladığım kadarıyla bu şekilde bir yorum yapılmıştı SOL hakkında. Beyinlerin AFYONlaştığıözellikle

  • Tahrif konusu ancak bu kadar kısa ve öz anlatılabilirdi. İncil&#39;i ve Tevrat&#39;ı bozulmuş diye okumayan Müslüman, Kur&#39;an&#39;ı da tek başına okumuyor ama yaptığının farkında değil. Diğeri bunu daha görünür şekilde kitapta yapmış, Müslüman ise kitapta yapmadığını fiiliyatta yapıyor zaten. Kur&#39;an&#39;dan tek bir ayet okumadan saatlerce rivayetler üzerinden din anlatan insanlar var.

  • Değerli İhsan hocam, önceki yorumlarımdan birinde sizleri yeni tanıdığımı ve yazılarınızı okumaya, anlamaya çalışan biri olduğumu ve ayrıca &quot;Arkadaş peygamber&quot; başlıklı yazınıza yaptığım yorumda sizinle arkadaş olmayı istemiştim. Şimdi yazacaklarımı da lütfen bir arkadaş düşüncesi olarak değerlendiriniz.<br /><br />Sayın hocam ben 62 yaşında 5 çocuk babası, ilkokul mezunu, marangozluk

  • DEVAM.<br />Ortalama hergün 20 vatandaşımızın hayatını kabettiği o yıllar, bir ses vardı bilmem duyabildiniz mi? O ses, &quot;Gençler silahlı mücadeleyi durdurun&quot; idi. Mesuller duyup anlayabilselerdi sonuç böyle olmazdı elbette… Yine devam eden yıllar, bu yazınızda bahsettiğiniz Hılfu&#39;l-Fudul olayı sadece tarihte yaşanmış bir hatıradan ibaret olmadığını benzer bir oluşumun günümüz

  • Mükemmel bir röportaj olmuş. Erol Çetin beye derinlikli ve güzel soruları nedeniyle teşekkürler. İhsan beyin yorumları zaten her zaman gönlümüzün penceresini açık tutmak için en önemli noktalara işaret eder. Kendisine sonsuz teşekkürler. Allah bir emel insanı (faal-e ictimahi) olan İhsan beye bu kutlu mücadelesinde başarılar nasip etsin. biz okurlara da emel ve hareket için tevfik versin. Sanırım

  • İhsan Eliaçık insanlığın kaderine yön verecek en önemli dünya insanlarından biridir. Gandhi gibi, Newton gibi veya Konfiçyus gibi.<br />Bu tohum tarlaya atılmıştır.<br />Ne mutlu ki İhsan Eliaçık ihsan edilmiştir.

  • Sayın Hocamı titizlikle takip etmekteyim. Mülkiyet ilişkileri hususundaki açıklamalarına katılmakla birlikte burada aklıma takılan bir hususu paylaşmak istiyorum. İnsan ihtiyacından fazlasını biriktirmeyecek, biriktirmişse paylaşacak. Peki bu durumda insanları daha çok çalışmaya, icadlar yapmaya sevkedecek şey ne olacaktır? Ülke ve toplum nasıl gelişecektir? Bir insanın yıllarca okuyup doktor,

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular