SÖYLEŞİ (KANAL A)

S

8 Mart dünya kadınlar günü üzerine

İslam va kadın üzerine…

Mehmet Toprak
Kanal A

*Kadın, erkeğin sol kaburga kemiğinden mi yaratılmıştır?

Dünya dinleri arasında ilk insanın yaratılışı ile ilgili başlıca iki tasavvur bulunuyor. İlki Yahudi-Hristiyan geleneğinin ataerkil (erkek-egemen) tasavvuru, ikincisi de bazı uzak doğu din ve mitolojilerinde görülen anaerkil (dişi-egemen) tasavvur…
Bunlardan ilkine göre Tanrı, ilk önce celal (güç, kudret) sıfatının bir tecellisi olarak “erkeği”yalnızlıktan kurtaracak, gönlünü eğlendirecek bir varlık gerekmiş, bunun üzerine de, onun kaburga kemiğinden bir parça alarak kadını (Havva) yaratmıştır. Dolayısıyla aslolan erkektir; kadın onun süsü ve eğlencesidir. (Adem) yaratmıştır. Sonra onu
Bu anlayış Tevrat’ta aynen şöyle geçer:
“Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu… Sonra “Adem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” Derken Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapladı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. Adem “İşte bu benim kemiklerimden alınmış bir kemik, etimden alınmış bir ettir” dedi. Ona “kadın” denilecek, çünkü o adamdan alındı.” (Tekvin; 2/7, 21-23).
Bütün din ve mitolojilerde bozulmuş bir halde görülen, yüksek derecede “allegorik”“yaratılış muhayyilesi” anlatımlarla dolu olan ve aslında insanoğlunun zihninde bir oluşturmayı amaçlayan Adem kıssası, Tevrat’da geçtiği şekliyle erkeğin (Adem’in) mutlak önceliğini ve egemenliğini öngörür.
Görüldüğü gibi Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki yaratılış, erkek, kadın ve hayat tasavvuru gayet ataerkil ve karamsardır.
Kimi eski din ve mitolojilerde ise “yaratılış miti” tamamen anaerkildir. İnsanların topraktan doğuşu dişi doğurganlığının göstergesi olarak “tanrıça” kavramında belirir. Buna göre toprak, doğurganlık, verimlilik ve yaratıcılığı ile dişiyi simgeler. Hind kutsal metinleri Vedalar şöyle der: “Toprağa, annene doğru sürün” (Rig veda, x, 18, 10).
Keza bu mitolojilere göre ana tanrıça dişi olduğu gibi, yarattığı ilk insan da dişidir. Sümer teogonisine (tanrıların doğuşu) göre Tanrıça Nammu “gök ve yeri doğuran ana” ve “bütün tanrıları yaratan kadın ata” olarak tanıtılır. Nammu “ezeli deniz” demektir. Tüm canlıların yatağı olan “ezeli sular”, kadın doğurganlığı ile özdeşleştirilerek Tanrıça Nammu şeklinde ifade edilir.
Bu yaratılış mitosunun kendi “anaerkil” düzenini de doğurduğunu görüyoruz.
Bu düzende Anayer (matrilocation) kocanın, evlendikten sonra karısının ailesinin yaşadığı yere yerleşmesine dayalı evlilik düzeni demektir. Bugün o dönemlerden kalma sosyal düzen Hindçini’nin bazı bölgelerinde hala devam eder. Toprağın ve mülkün kadına ait olması, evin geçiminden kadının sorumlu olması, kadınların dünürcü olarak erkek istemeye gitmesi, erkeğin süslenerek “ana evinden” çıkıp kadının evine damat gitmesi vs.
Fakat zamanla bitki yetiştirmeye dayalı üretim düzeninin değişmesi, toprak ve suyun doğal yaratıcılığından kaynaklanan üretim mekanizmalarının yetersiz kalması, savaşların artması, bina, tapınak, yol, ve kanal yapımlarının artmasıyla kas gücünün öne çıktığını ve tarihin sürekli kadınların aleyhine işlediğini ve egemenliklerini büyük ölçüde kaybettiklerini görüyoruz.
Kur’an’ın, yukarıda kısaca özetini verdiğimiz ataerkil veya anaerkil yaratılış mitoslarını onaylamadığını görürüz. Keza zamanla adalet ve eşitlik kimin aleyhine bozulmuşsa ondan yana şeriatlar (hukuk vaazı) gönderildiğini, Kur’an’ın indiği çağa gelindiğinde durum iyice kadınların aleyhine bozulduğu için, kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen ayetlerin tamamının kadınların lehine, onları korumaya ve haklarını iadeye yönelik olduğunu görürüz.
Kur’an şöyle der: “Ey insanlar! Sizi tek bir özden (nefs-i vahide) yaratan, ondan da iki eş (zevc) yaratan, sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip çoğaltan Rabbinizin bilincinde olun. Adını dilinizden düşürmediğiniz Allah’ın öfkesini çekmekten sakının. Aile bağlarını gözetin. Allah hepinizi görüyor.” (4/Nisa; 1)
Öyle anlaşılıyor ki ayet Tevrat’ta geçtiği gibi, Allah’ın önce tek bir erkek yaratıp onun kaburga kemiğinden kadını yarattığını değil; her ikisini birden “tek bir özden” yarattığını anlatmaktadır. Yani: İlk insan (veya insanlar) türünün simgesi olarak Âdem ve Havva’nın, karşı cinsler olarak tek bir özden “birlikte” varolması söz konusudur. Çünkü Kur’an ısrarla yaratılış söz konusu olduğunda “nefsi vahide” tabirini kullanıyor. Tek bir rahimden (özden) doğan biri erkek diğeri kız “yumurta ikizleri” bir fikir verebilir. Demek ki ilk yaratılan tek başına erkek veya kadın değil; her ikisinin de içinden çıktığı tek bir öz (nefs-i vahide) dir. Sonra bundan erkekler ve kadınlar çoğalıp türüyor.
Ayette geçen “nefs-i vahide” deyimine Adem veya erkek demenin bir manası olmadığı gibi “zevcehâ ibaresine de “Onun eşi (karısı)” veya “Onun eşi (kocası) demenin de bir manası yoktur. Bilakis bu “Ondan bir çift” manasındadır. Yani “Ondan (nefs-i vahideden) bir çift (zevc) yarattı.”
Demek ki “Ondan ‘zevc’ini yarattı” dan maksat, Adem’den Havva’yı, Havva’dan Adem’i veya erkekten kadını, kadından erkeği yarattı değil; “Ondan (nefsi vahideden) birbirine eş olarak bir çift yarattı demektir. Nitekim ayette cümlenin devamında erkek ve kadın tabirleri zaten ayrı ayrı kullanılıyor: “Sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip çoğaltan…” (4/Nisa; 1).
Demek ki insan yaratılışının başlangıcı ne “ataerkil”, ne de “anaerkil” değildi. Tanrı ne güç ve kudret sıfatlarının (celal) tecellisi olarak önce erkeği, sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yaratmış, ne de güzellik ve letafet sıfatlarının (cemal) tecellisi olarak önce kadını, sonra da ondan erkeği döllenmeden üreme (partenogenez) yoluyla doğurtmuştur.
Bilakis celal ve camal sıfatlarının her ikisi birden (aynı anda, hemdem, senkronik) bir şekilde tek bir insanlık özünde (nefs-i vahide) tecelli etmiş ve erkek ve kadın aynı anda bu tek özden varlık sahnesine çıkmıştır. Yani “işin kökünde” denklik vardır. Tek bir rahimden (sevgi ve merhamet yuvası) biri erkek, diğeri kız ikiz çocuğun doğması gibi.
Erkek ve kadın arasında dengesizlik ve eşitsizlik tarih sahnesine çıktıktan sonradır. Zamanla çeşitli toplamlarda iş ve üretim biçimleri veya sosyal sistemler kadının aleyhine işlemiş ve eşitsizlikler ortaya çıkmıştır. Allah da ilk doğuştaki adalet ve eşitlik durumunu sağlamak için adaletin yolunu gösteren peygamberler göndermiş, şeriatlar (adaleti sağlamaya yönelik hukuk düzenleri) vazetmiştir. Bunlardan en sonuncusu da Kur’anla gelendir. Kur’an’ın kadın-erkek ilişkilerine yönelik hükümlerinin neden sürekli kadınlardan yana olduğu buradan anlaşılabilir. Maksat ilk yaratılış anındaki denklik durumunu yeniden tesis etmek, onu bir toplumsal sistem dahilinde tezahür ettirmektir. Hak ve adalet mücadelesi bunun için vardır.

* Kur’an kadını dövün diyor mu?

Bu konunun geçtiği ayetler Kur’an’da şöyledir:
“Şiddetli geçimsizlik yaşadığınız eşlerinizle önce oturup konuşun, olmazsa yataklarında yalnız bırakın, yine olmazsa bir müddet ayrılın. Barışıp anlaşırsa hala işi yokuşa sürüp bahaneler aramayın. Yücelik ve büyüklük Allah’a mahsustur; bundan hiç şüpheniz olmasın. Eğer eşlerin arasının iyice açılıp işin boşanmaya doğru gittiğini görürseniz tarafların ailelerinden birer hakem çağırın. Niyetleri gerçekten barışmaksa Allah niyetlerini boşa çıkarmaz. Allah her şeyi biliyor, her şeyi duyuyor; bundan hiç şüpheniz olmasın…” (Nisa; 4/-34-35).
Bu ayet kadınları “dövmeyi” emreden ayet olarak bilinir.
Yaptığım çeviride görüldüğü gibi ayette geçen [ve’dribuhunne] ibaresi “Onları dövün, vurun” yerine “Onlardan bir müddet ayrılın” olarak tercüme edilmiştir. Çünkü kelime bu anlama da gelmektedir.
Sözlükte kelime “vurmak, dövmek, yapmak, bırakmak, ayrılmak, göstermek, etmek, eylemek, koymak” vb. birçok anlama gelir. Bu kelime Arapça’nın “aspirin” gibi neredeyse her derde deva bir sözcüğüdür. Türkçe’deki etmek, eylemek veya İngilizcedeki get sözcüğünü çağrıştırır.
Ayette geçen nuşuz ise “yükselmek, şişmek, ortaya çıkmak, meydana gelmek, ayağa kalkmak, normalin dışına çıkmak, isyan etmek, karı-koca birbirine karşı gelip kavgaya meydan vermek” demektir.
Türkçe’de aile mahkemelerinde sıkça kullanılan ve boşanma nedenleri arasında sayılan “şiddetli geçimsizlik” dediğimiz şeyle aynı manayı çağrıştırır. Burada kadından kaynaklanan şiddetli geçimsizliğin kastedildiği anlaşılıyor.
Görüldüğü gibi ayette geçen darb ve nuşuz sözcükleri Arap muhayyilesinde bu manalar etrafında dönüyor.
Keza (darabe) kelimesinin Kuran”da “sefere çıkmak, bir yerden bir süreliğine ayrılmak, açmak, ayırmak” anlamında kullanıldığı yerler vardır: “Yeryüzünde ’sefere çıktığınızda’ düşmanın üzerinize ani saldırı düzenlemesinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda bir sakınca yoktur” (Nisa; 4/101)… “Sonra Musa’ya şöyle vahyettik: ”Kullarımla geceleyin yürü, onlara denizde kuru bir yol ‘aç’, yakalanırız diye korkup kaygılanma.” (Taha; 20/77).
Şu halde “Kadınları dövün” ayeti olarak meşhur olan bu ayet, “İkişer, üçer, dörder…” ayetinin evliliklerin giderek çoğaltılmasını değil giderek azaltılmasını amaçlaması gibi, kadın dövme olaylarının terk edilmesini amaçlamaktadır…
Hz. Peygamberin “Bütün gece, Muhammed ailesinin etrafında her biri kocasından şikâyet eden yetmiş kadın dönüp dolaştı. Hâlbuki sizler, o kadınlarını dövenlerin hayırlılarınız olduğunu göremezsiniz.” (İbni Mace, Ebu Davud) hadisinden de anlaşılacağı gibi, o dönemde de kadınlar dövülmektedir. Artan şikâyetler üzerine inen ayetlerde, dayak başta olmak üzere şiddeti yegâne çözüm yolu görenler bu işten vazgeçirilmeye çalışılmaktadır.
Zaten kadınlarını dövmekte olan, bu yüzden de koşup peygambere gelen ve bütün gece onun evinin etrafında şikâyetlenen “mağdur” kadınlar için, bir de gelen ayetlerde “Onları dövün, dövmeye devam edin” denir mi? Olacak şey midir? Bu, Kuran’ın daima mağduru koruyup kollayan ruhunu anlayamama vardır.
Oturup konuşmadan, bir müddet yatağını veya odasını ayırma gibi gayet insanî yöntemlere başvurmadan, tek bildiği “Karnından sıpayı başından sopayı eksik etmeyeceksin” olduğu anlaşılan o günkü Arap toplumunu medenîleştirmenin amaçlandığı apaçık ortadadır.
Bu ayetten sonra ne gibi gelişmelerin olduğuna baktığımızda, bizzat Hz. Peygamber’in ömrü boyunca evli olduğu hanımlara tek bir kez bile el kaldırdığını göremiyoruz. Bir ara hanımlarıyla sorun yaşayınca önce onlarla konuşmuş, sonra yatağını ayırmış ve bir müddet (iki ay kadar) onlardan ayrılmıştır. Sonra anlaşma sağlanınca tekrar dönmüştür. Ayete verdiğimiz meal onun bu uygulamasına da dayanmaktadır.
Yine ayette geçen (darb) kelimesine vurma manası verilince, bunu yumuşatmak için kılı kırk yaran “utangaç” yorumlar yapıldığını, sonunda bunun artık bildiğimiz anlamda “evire çevire dövme” olmaktan çoktan çıktığını görüyoruz.
Örneğin “Etki ve iz bırakmayacak, kemiğini kırmayacak, herhangi bir uzvunu çirkinleştirmeyecek, dürtmek ve benzeri şekilde olacak… (Kurtubi), peş peşe aynı yere vurulmayacak, güzellik mahalli olan yüze vurulmayacak, kırk vuruştan fazla olmayacak… (Şafi), asla ölümüne sebebiyet vermeyecek, kamçı ve sopa ile olmayacak, bükülmüş mendil gibi bir şeyle olacak…” (Razi) vs.
Şimdi ister istemez mantık şu soruyu sordurur: Bir adam sinirli bir halde bunlara nasıl dikkat edecek? Eğer böyle olacaksa dövmenin caydırıcılığı kalır mı? Bu, bir anlamda “dövmecilik oynama” gibi bir şey olur.
Böyle yapmak yerine, kelimenin içeriğinde zaten varolan “bir müddet ayrılma, ayrı kalma” (boşanma değil, henüz boşanma yok) manası verilmeye neden yanaşılmıyor? Üstelik dövmenin hiç de hayırlı bir şey olmadığını söyleyen yığınla rivayet ve görüş varken… Bizzat Hz. Peygamberin kendisi “bir müddet ayrılma” olarak uygulamışken… Hiçbir zaman hanımlarına tek bir “fiske” bile vurmamışken…
Şu halde tıpkı evlenme, içki, zina ayetlerinin aşama aşama ve belirlenmiş bir hedefe doğru gitmesi gibi, şiddetli geçimsizlik yaşayan ailelerin nasıl tekrar anlaşacağını düzenleyen bu ayet de, “kadınlarını döven” her hangi bir toplumu aşama aşama dövmeden vazgeçirip önce konuşarak, anlaşarak, ikinci olarak olmazsa (ev içinde) yatakları/odaları ayırarak, üçüncü olarak o da olmazsa bir müddet (evden) ayrı kalarak, dördüncü olarak, oda olmazsa aile büyüklerinden hakemler devreye sokarak, beşince olarak nihayet boşanmayı da bir yol olarak göstererek, onu da iki ile sınırlandırıp üçüncü bir geri dönme hakkı da vererek harika bir yol yordam gösteriyor.
Bugün şiddetli geçimsizlik yaşayan bir ailenin arasını bulmak için devreye giren birisi, akl-ı selim ile düşünse bundan daha güzel bir yol yordam bulabilir mi?
Şiddetli geçimsizlik yaşayan aileler için yukarıdaki “beş aşamalı çözüp plânının” sadece Müslüman aileler için değil, bütün insanlık aileleri için evrensel çözümler önerdiğini söyleyebiliriz. Zaten dünyanın neredeyse tüm medenî hukuk mahkemelerinde uygulanmaya çalışılan bundan başka bir şey midir?

* İslam’da cariye var mı?

Cariye o günkü Arap toplumunda vardı fakat İslam’da yok. Aynı şey kölelik, çok eşlilik, kadını dövme, kadını erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış bilme vs. için de geçerlidir. Bunlar Kur’an’ın indiğii toplumun yaygın uygulamalarıydı. Sahabenin çoğu da bunları yapıyordu. Fakat Kur’an böylesi bir topluma hitabederek dönüştürücü bir işlev üstlendi. Kadınların durumunu iyileştirmeye yönelik bir çok reform başlattı. Fakat Arap toplumunun o günkü yapısı buna direndi, hala da direniyor. Örneğin İslam’da cariyenin olduğu söyleniyor, yanlış… Köleliğin kaldırılmadığı söyleniyor, yanlış… Kadının dövülmesinin emredildiği söyleniyor, yanlış…Çok eşliliğin tavsiye edildiği söyleniyor, yanlış…Bütün bunlar Kur’an’ın daima mağduru ve mazlumu koruyup kollayan ruhundan bihaber yaklaşımlardır. O günkü toplumda mağdur kadınlardı, o halde Kur’an’ın bütün kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen ayetleri mağdur olan kimse ondan –o toplumda kadınlar- yanadır. Bu benim için bir tefsir ilkesidir ve hiç şaştığını görmedim.
Cariyelik de böyledir.
Kur’an’da geçen “meleket eymanuhum” kavramını “cariyeleri” olarak yorumlayanlar yanılıyorlar. Bu kavramın cariye manasına yorulması hem beyhudedir hem de Kur’an’ın ruhundan habersiz olmak manasına gelir. Şu halde bir çok meal ve tefsirde “cariye” olarak yorumlanan bu kavrama baktığımızda “Sağ ellerinizin sahip olduğu” anlamana geldiğini görürüz. Bu deyimle iki mana kastediliyordu: 1- Veli, şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikah sahibi olmak 2- Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak… Yani ister hür ister esir böyle “meşru nikah sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. Çünkü “Sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikah mülkiyeti veya nikah sahibi olmaktır. Zira bu tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu olmadığı Mekke dönemi ayetlerinde de geçmektedir (70/30). Bu kavramın maksadı insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memluke (esir, köle) ise nikah sahibi olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan men etmektir. Allah bunu “sağ elin sahip olduğu” ile ifade etmiştir. Çünkü “sağ elin sahip olduğu” hem nikah ile evlenilen kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur.
Demek ki savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya serbest bırakma söz konusu değilse, siyasi olarak esaret altında olurlar fakat onlarla cinsel ilişkiye girilemez yani “cariye” yapılamaz. Bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikah kıyılması gerekir. Buna ise “eş” denir. İslam vicdanı her ne şekilde olursa olsun “nikahsız” ilişkiye cevaz vermez.
Bu çerçevede Hz. Peygamber’in iki tane cariyesi olduğu görüşü de doğru değildir. Çünkü bunlardan ilki Reyhane, Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdı. Bu kabile ile yapılan savaş sonunda esir düştü. Hz. Peygamber Reyhane’yi önce serbest bıraktı sonra da evlenme teklif etti. O da kabul edince nikah kıyarak evlendi.
Mariye ise babası İranlı, annesi Yunan Mısırlı Hrıstıyan bir hanımdı. H. 7 yılda Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubuna bir yazı ile karşılık veren Mısır Kralı tarafından gönderilmişti. Hz. Peygamber’in Reyhane’ye yaptığını ona da yaptığı anlaşılıyor. Çünkü Kur’an içlerinde Mariye’nin de olduğu Hz. Peygamber’in hanımlarından ayırdetmeksizin “Ey peygamber eşleri” diye bahseder. Başka bir tabir kullanmaz. Mesela şu ayette adı geçen hanım Mariye idi.
“Ey peygamber! Eşlerini memnun etmek için Allah’ın serbest bıraktığı şeyi niçin kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır. Allah yeminlerinizi bir çözüme bağlamayı istemektedir.” (Tahrim; 66/1-2).
Eğer Mariye cariye olsaydı, onu kendine haram kılma (tahrim) söz konusu olmazdı. Bu nedenle bir çok müfessirin bunun bir boşama (talak, zıhar) olup olmadığını tartıştığını görüyoruz. Tahrim, talak, zıhar vs. ise nikah sorumluluğu altındaki “eşler” için geçerlidir. Buradaki eş ise Hafsa, Aişe ve Zeynep ile aynı statüde olan Mariye idi. Dahası Mariye, Hz. Peygamber’in tek erkek evladı olan İbrahim’in annesiydi. Cariye statüsünde olması bu açıdan da mümkün değildir.
Genellikle “cariyeleri” diye çevrilen deyimin geçtiği ayetlerin meali, bu durumda, örneğin Muminun suresinin girişinden örnek verelim şöyle olmak icab eder: “Onlar iffetlerini koruyanlardır. Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır. Çünkü bu ayıplanacak bir şey değildir. Kim bunun ötesini ararsa, onlar da haddi aşanlardır.”
Ayet “Yalnızca eşleri veya cariyeleri ile birlikte olanlardır.” değil; “Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır” manasına gelmektedir.
Şu ayet ise, esir alınarak köle yapılan ve böylece evlilik dışı nikahsız cinsel ilişki kurulabilen kadın demek olan “cariye” uygulamasına yol olmadığının apaçık delilidir:
“Hür mümin kadınlarla (muhsanât) bir yuva kurmaya güç yetirecek durumda olmayanlarınız, savaşta esir alarak sahip olduğunuz (ma meleket eymânukum) iman etmiş kadınları düşünebilir. Allah imanınız ile ilgili her şeyi biliyor. İman edenler artık birbirinin can yoldaşıdırlar. Şu halde onları namusuyla yaşamaları şartıyla, ailelerinden izin alarak ve mehirlerini vererek nikâhlayın.” (Nisa; 4/25)
Dikkate edin, düpedüz ailesinden izinli, mehirli, normal (meşru) evlilikten bahsediliyor. Rızası olmadan, izin alınmadan, mehir verilmeden, nikah kıymadan, sırf savaşta elime esir düştü diye kadıncağızı cariye yapmak bunu neresinde? Her şeyden önce bu Kur’an’ın ruhuna ve vicdanına ters.

Şöyle bir soru soralım, daha iyi anlaşılsın. Bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce, binlerce esir düşse, özellikle kadın olanlarına ne yapmak lazım gelir?

Eskiden (ihya çağları) üretilen cariye fıkhına göre; ganimet olarak askerlerin mülküne birer ikişer verilip cariye yapılırlar. Ancak bu rastgele ve kuralsız bir şekilde de olmaz. Cariyenin önce hamile olduğunun anlaşılması için bir ay bekletilir. Cariyeye sadece efendisi dokunabilir. Efendisinden çocuğu olursa artık başkasına satılamaz ve efendisi ölürse azat edilir. Efendisinden başka birisiyle evlendirilirse cinsel hakları evlendiği adama geçer ve fakat mülkü efendisinde kalmaya devam eder. Hür eşlerdeki dört sınırı cariyelerde gözetilmez. Eğer efendisinden çocuğu olmazsa alınıp satılabilir. Cinsel ilişkide kullanılmaları için askerlere rasgele dağıtılamaz.
Bunlar geçmiş çağlarda (ihya çağlarında) üretilen ve esir kadınların aşama aşama topluma kazındırılmalarını amaçlayan iyileştirilmiş kölelik hukukudur. En azından Roma veya Sasani kölelik uygulamasından daha insaflı olduğu söylenebilir.
Ancak bu uygulama kendi döneminde olumlu işlevler görmüşse de artık bir anlamı kalmamıştır. Kur’an’ın öngördüğünün bu olduğunu söylemek de mümkün değildir. Bu konuda geçmiş çağlar boyunca üretilen fıkıh, Kur’an’ın runuhu yakalamaktan uzaktır. Müslümanlar, tarihin ve insanlığın kendilerinden beklediğini yapmamışlar, ellerindeki Kitap’ın gerisine düşmüşlerdir. Hadi iyi niyeti elden bırakmayalım; o günkü insanlık şartlarını aşmaya güçleri yetmemiştir.
Ancak bugün öyle değil. Onlardan dahi iyi bir noktadayız ve cesur olmamızı gerektirecek bir çok sebep var.
Bugün yeniden üretilecek (inşa çağı) fıkhında bunun adı “savaş esirleri hukuku”dur. Buna göre bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce esir düşse şunlar yapılır: Güvenliği sağlanmış korunaklı bir yerde bekletilirler. Ganimet olarak görülemezler. Esir alan askerlere dağıtılamaz, hiçbiri köle ve cariye yapılamaz. Evli olanların evlilikleri devam eder. Esir düştü diye ailesinden veya eşinden zorla koparılamaz, hangi dine göre kıyarsa kıymış olsun nikahı feshedilemez. Her türlü kötü muamele, angarya, işkence, tecavüz, cinsel taciz yasak olur. Misafir muamelesi görürler. Ya esir mübadelesi karşılığında serbest bırakılırlar. Ya fidye veya tazminat karşılığı salıverilirler.Ya örneğin, lisan belletme, teknoloji öğretme, meslek kazandırma vs. karşılığı üçer beşer serbest bırakılırlar. İçlerinden kendi istekleri ile evlenmek ve Müslüman toplumda yaşamak isteyen olursa, kendi rızasıyla, ailesinin izni alınarak (hatta çağrılarak) ve mehirleri tastamam verilerek bekarlarla telli duvaklı, davullu zurnalı baş göz edilip serbest bırakılırlar.
Ya da hepsi bir meydana toplanır, etkili, dokunaklı ve gayet centilmen bir hitapla; insanlığa ne getirmek istediğimizi, niçin savaştığımğzğ, hürriyetin ve adaletin insanlık açısından önemini, İslam’ın sevgi ve merhamet dini olduğunu, kendimizi diğer din ve ideolojilerden ayıran farkın ne olduğunu, neye hizmet için var olduğumuzu anlatılır ve kayıtsız şartsız hepsini yurtlarına, yuvalarına göndererek serbest bırakırız.
Kur’an’ın, Bedir esirleri uygulamasında, daha sonraları da Hz. Ali’nin Suriye iserlerine yönelik hitabesinde ifadesini bulan Kur’an’ın “ruhunu ve vicdanını” esas alan bir fıkıh çağımızda kanaatimce böyle olmak icap eder.
Geçmişte Bizans’ın ve Sasani’nin köleci düzenlerine ve saray cariyelerine kendini kaptıranlar, ne yazık ki İslam’ın hürriyet ve adalet iklimini çoraklaştırmış, vicdanını kurutmuş, insanlıkta estirdiği o muazzam rüzgarı içten kırmış, üstelik bunun farkına bile varamamışlardır. Zihnini ve ufkunu eski (ihya) çağlarında donduran bir çoğumuz, hala farkında olmadığı için geçmişin cariye hukukunu aşamamaktadırlar. Halbuki her çağın fıkhı o çağda üretilir, o çağı yaşayanlarca üretilir.

*Kur’an’da başörtüsü var mı?

Kur’an’da konuyla ilgili ayet şudur:
“Mümin kadınlara da söyle, bakışlarını sakınsınlar, ırzlarını ve namuslarını korusunlar. Görünmesi zarurî olan yerler dışında cinsel cazibelerini sergilemek için açılıp saçılmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.” (Nur; 24/31)
Burada başörtüsünden mi, omuz örtüsünden mi, atkıdan mı, şaldan mı, eğer başötüsünden bahsediliyorsa onun baştan çıkarılıp omuzlardan aşağıya örtülmesinden mi, yoksa başla beraber omuzlardan aşağıya örtülmesinden mi, neden bahsediliyor?
Ayetten anladığımıza göre, demek ki o günkü toplumda; 1- Bakışlarını sakınmayan, 2- Irz ve namuslarını korumayan,3- Görünmesi zarurî olan yerler dışındaki yerlerini de cinsel cazibelerini sergilemek için açıp saçan, 4- Başörtülerini omuzlarının üzerinden salmayan bir takım kadınlar vardır. Ayet “mümin” kadınlara bunlar gibi olmamaları çağrısında bulunuyor.
Ayette “başörtülerini” diye çevirdiğimiz “humuruhinne” kelimesi HAMR kökünden gelir ve tam anlamıyla “başörtüsü” manasına gelir.
Çünkü Arap bunu “baş ile ilgili” yerlerde kullanmaktadır. Örneğin başı döndürüp karıştıran, aklı örten, şarap, içki (hamr), baş döndüreni satan, şarapçı (hammâr), başı döndürme, aklı örtme yeri, şaraphane (hammâre), içkinin verdiği baş ağrısı (humâr), başı beyaz koyun (muhammera mine’ş-şiyâh) demiş Arap…
Demek ki (hımâr) kelimesinin en önemli özelliği “baş” ile ilgili olmasıdır. Nitekim bu ayetler başı açıklığın yaygın olduğu bir topluma inmiş değildir. O günkü toplumda değil kadınlar erkekler bile, kimisi sıcaktan, kimisi Arap örfünden zaten başlarını bir şekilde örtmektedirler. Yani erkek kadın hemen hiç kimse “başı açık” dolaşmamaktadır. Sarık, kaftan, tül, renkli bez vs. başlarına bir şeyler dolayıp sararak veya alarak dışarı çıkmaktadırlar. On bin nüfuslu Medine’de yaşayan Yahudiler, Evs ve Haçreçliler, Muhacirler vs. dışarıdan bakıldığında üstlerinde “baş”larında bir takım örtüler olan insanlardır. Fakat özellikle kadınlarda bu örtü, örtünmek amacıyla değil, daha da çekici ve egzotik olmak amacıyla, “azını açıp azını kapatır” tarzda olmaktadır.

Peki, öyleyse ayet ne demektedir?

Dikkat edilirse “Başörtüsü takın, başınızı örtün” denmiyor da “Başınıza aldığınız o örtüleri boyunlarınıza, omuzlarınızdan aşağıya da salın” deniyor. Bunun sebebi, o dönem kadınlarının başörtülerini arkadan bağlayarak, omuzlarını ve göğüslerine kadar boyunlarını açıkta bırakmalarıydı. Böyle daha çekici olacaklarını düşünüyor olmalılar…
Buradan “Başörtüsü değil, boyun örtüsü emrediliyor” diye bir sonuç çıkarmak, işi yokuşa sürmek ve anlamamak için diretmekten başka bir şey değildir.
Çünkü Kuran’ın çoğu emri zaten böyledir. Yani ayetler çoğunlukla “yürürlükteki durum” üzerine gelir ve onu düzene sokar. Örneğin, “Cuma namazı kılın” demez de, “Zaten kılmakta olduğunuz o cuma namazı var ya, işte onun için çağrıldığınızda alışverişi bırakın” der. Yine örneğin, “Namaz (salât) diye bir şey icat edin, kurban (nahr) diye bir uygulama başlatın” demez de, “O yapılmakta olan namaz (salat), kesilmekte olan kurban (nahr) var ya, işte onu siz Allah için yapın” der. Yine örneğin, “Dörde kadar evlenin” demez de, “O onar, on beşer evlenip de geçindirmek için yetimin malına el uzatmaya kalktığınız eşleriniz var ya, işte onları dörde, üçe, ikiye, hatta bire indirerek evlenin, yetimlere haksızlık yapmaktan korkuyorsanız böylesi daha iyidir” der.
Demek ki bu tür ayetler yürürlükteki duruma müdahale etmek, yanlış taraflarını düzeltmek, ıslahat yapmak amacıyla gelmektedir. Düzelttiği şekliyle de kalıcı emre dönüştürmektedir.
Başörtüsünün de böyledir. Yani denmek istenen; “O zaten takmakta olduğunuz başörtüleriniz var ya, işte onları aşağıya doğru da salın, başınıza toplayıp da boynunuzu, omuzunuzu, göğsünüzü, sırtınızı açıkta bırakmayın” demek olur…
İlginçtir, kadınların o günkü giyim tarzı bugün Fransızca’dan Türkçe’ye geçen “dekolte” kelimesi ile aynı manayı çağrıştırmaktadır. Çünkü dekolte Fransızca’da boynu açıkta bırakan giysi (decollete) demek. Bu sözcüğün kökü Latince’de boyun (col, collum) kelimesinden geliyor. Türkçe’ye de geçen, boyunda taşınan (koli), boyna sarılan (kaşkol), boyuna takılan (kolye) kelimeleri de bu kökten…
Anlaşılan o günkü kadınlar saçlarını arkadan bağlayacak şekilde başörtüsü ile örtüyorlar, omuzlarını, göğüslerine kadar boyun kısımlarını gayet “dekolte” bir kıyafetle açıkta bırakıyorlardı. Bugünün tabirleri ile “derin göğüs ve sırt dekoltesi” ile dolaşıyorlardı. İşte ayette bu tarz örtünmenin bir anlamının olmadığı beyan ediliyor. “Örtünecekseniz doğru dürüst örtünün. O başlarınıza taktığınız başörtüsünü sırt ve göğüs dekoltenizi tamamlayan bir aksesuar olarak değil, örtünmenin mantıkî sonucu olarak iyice aşağıya salın, boynunuzu, göğsünüzü, sırtınızı örtecek şekilde yakalarınızın üzerinden salın ki örtünmüş olasınız…” denmek isteniyor.

*Hz. Peygamber neden birden çok kadınla evlendi?

Hz. Peygamber Kur’an emrettiği için çok eşlilik yapmadı. O günkü Arap örfü öyle olduğu için diğer bir çok sahabenin de yaptığını yaptı. Kur’an’ın indiği toplum çokeşliliğin (poligami) yaygın olduğu bir toplumdu. Dünya toplumlarına baktığımızda genellikle orta ekvator kuşağında yaşayan toplumlarda bu çok görülmektedir. Örneğin kuzeye doğru gittikçe bunun azaldığını görüyoruz. Bir de bu daha çok saltanat ve zenginlik kültürü ile ilgili gelişmiştir. Onlarca kadınsız, cariyesiz bir saltanat dünyada neredeyse yok gibidir.
Kanaatimce Kur’an çok eşliliği emretmemiş, hatta ruhsat da vermemiştir. Çok eşli bir topluma azaltma yönünde çağrı yapmıştır. Ruhsat sıkışına verilir. Bu konuda ruhsat olması için toplumda tek eşliliğin hüküm sürmesi ve bu konuda bir sıkıntının ortaya çıkmış olması gerekir. Bu sıkıntının ortadan kaldırılması için de ikişer, üçer, dörder evlenebilirsiniz denmiş olması gerekir. Halbuki Kur’an’ın indiği toplum zaten çokeşliliğin hüküm sürdüğü bir toplumdur. Üstelik bu çokeşlilik bir çok sıkıntı doğurmaktaydı. İşte çokeşliliğe ruhsat diye bilinen ayetin bu durumu düzeltmeyi amaçladığını görüyoruz.
Bu azı çoğaltma değil; çoğu aza indirme yönünde bir düzeltmedir. Çünkü mağduriyetin dolayısıyla da sıkıntının ortaya çıkmasına neden olan tek eşlilik değil, tam tersi çok eşlilikti.
Şöyle ki: Arap erkekleri çokeşlilik yapıyordu. Sahabeler de bildikleri bu yoldan giderek çok eşli evlilikler yapıyorlardı. Özellikle Uhut gibi savaşlardan sonra ortada kalan dul kadınlarla evlenmişler ve böylece 10- 15 hanımı olan olmuştu. Üstelik bunların yanına anne ve babası olmayan yetimleri kendilerine kalan miraslarla birlikte almışlardı. Bir taraftan hanımları arasında, diğer taraftan “Nasıl olsa artık bizim evladımız sayılırlar” diyerek yetimlerin malına el uzatma konusunda adaletsizlikler ortaya çıkmaya başlamıştı. Çünkü bu kadar çok hanımı geçindirmede zorluk çekmeye başlayınca, yanlarındaki yetimlerin mallarından alıp onlara harcamayı düşünmeye başladılar. İşte ayet bunun üzerine geldi ve şöyle dedi: “Yetimlere haksızlık yapmaktan korkuyorsanız hoşlandığınız kadınlardan dörder, üçer, ikişer evlenin. Eğer haksızlık yapmaktan korkuyorsanız tek, ya da sahibi olduğunuz esir kadınlardan birisi ile evlenin. Bu, (eşlerinizi) artırıp çoğaltmama (ilâve yapmama) bakımından daha iyidir.” (Nisa; 4/3)
Yani o kadar çokeşli olmayın; dörde, üçe, ikiye, hatta teke indirerek evlenin. Böyle yaparsanız hem eşler arasında haksızlıklara neden olmaktan, hem de onları geçindirmek için yetimlerin malını haksızca yiyor olmaktan kurtulmuş olursunuz. Böyle yapmak sizin için daha hayırlıdır denmek isteniyor.
Burada Kur’an’ın odaklandığı konu erkeklerin tek eşle nasıl yetinecekleri sorunu değildir. Zaten öyle bir sorun da yok çünkü indiği toplumda neredeyse tüm erkekler çokeşli. Kur’an’ın odaklandığı ve öncelik verdiği konu haksızlık yani adalet meselesidir. Kadınlara ve yetimlere haksızlık yapılmaktadır ve onun behemehal giderilmesi gerekiyor. Yani Kur’an ruhunu harekete geçiriyor. Artırmaya yönelik ruhsat da yok, dörtle sınırlandırdığı da yok. Bilakis azaltma, bire kadar indirme var.
Şu halde çok eşlilik ayeti diye bilinen bu ayet, günümüzde, tek eşlilere değil çok eşlilere hitap etmektedir. Muhatabı çok eşli olanlardır. Tek eşli olanlar zaten amacı tahakkuk ettirdiklerinden ayetin muhatabı değildirler. Kaldı ki “Aralarında asla adaleti sağlamaya güç yetiremeyeceksiniz” ayeti ile de güç yetirilemeyenin (teklif-i mala yutak) emredilmeyeceği ilkesi gereğince erkekler için teklif (çok eşlilik) düşmüştür. Bugün hala çokeşliliğin hüküm sürdüğü kişi ve toplumlar varsa ayetin muhatabı onlardır.
Peygamberimizin evliliklerine gelince, ona da hassetsen müdahale edildiğini görüyoruz. Ahzap 52. ayet şöyle der: “Bundan böyle artık başka kadınlar sana helal olmaz. Bunları, güzellikleri çok hoşuna gitse bile başka eşlerle değiştirmek de olmaz. Artık sadece sahibi oldukların ile yetinmelisin. Allah her şeyi görüp gözetiyor.”
Demek ki Hz. Peygambere halen evlenmiş oldukları hariç bir daha evlenmek veya evlendiklerini değiştirmek yasaklanıyor. Ayete geçen meleket eymanukum tabiri “Şu an meşru nikâh sahibi oldukların hariç” anlamında kullanılıyor ve “Cariyeler hariç” manasına gelmiyor. Yani Peygamberimize o an evli oldukları hariç bir daha evlenme veya evlendiklerini değiştirme kapısı kapatılıyor. Eşlerine de o öldükten sonra başka bir erkekle evlenme kapısı kapatılıyor. Mesela Hz. Aişe Peygamberimizden sonra ölümüne kadar 46 yıl kimseyle evlenmemiştir. Bunun ne demek olduğu ve ne yapılmaya çalışıldığı üzerinde üzerinde iyi düşürmek gerekir.
Biz buradan şunu anlıyoruz: İlahi irade Kur’an’ın indiği toplumda hüküm süren çokeşlilik uygulamasından rahatsızlık duymaktadır. Çünkü bunun bir çok haksızlığa kaynaklık ettiğini görmekte ve azaltma yönünde yönlendirme yapmaktadır. Peygamberimizin ve diğer çokeşlilerin evliliklerine müdahale ederek yönlendirmesi bunu gösteriyor. Burada sayının ne olduğu önemli değil, önemli olan azaltma veya en azından daha fazla çoğaltmama yönünde bir yönlendirmenin yapılmış olmasıdır. Bu demektir ki Kur’an en fazla yüz yıla yayılan bir sosyal reform planlıyordu. Feodal ve ataerkil bir toplumdan, o toplumun dilini ve kültürünü kullanarak daha adaletçi ve eşitlikçi bir toplum çıkarmayı tasarlıyordu. Düşünülen tüm reformların 23 yıla sığması mümkün olmadığından bunu bir sürece yaymıştı. Ben bunun en fazla yüz yıl olabileceğini düşünmekteyim. Çünkü köklü reformlar zaman ister. Fakat bu akamete uğradı ve devam ettirilemedi…

*Hz. Aişe, Hz. Peygamberle evlendiğinde kaç yaşında idi?

Genç kızlık çağında idi. Akıl baliğ yaşına gelmişti. Aybaşı görmeye başlamıştı. Bunun kaç yaşında olduğuna dair değişik rivayetler var fakat bunun en azından böyle olduğu kesin. Bir de şöyle bir şey var: O günkü Araplarda malum, kadının adı yok. Öyle ki kadın akil baliğ olduğu zaman doğmuş sayılıyor ve yaşı o andan itibaren sayılıyor. Bu durumda Hz. Aişe Peygamberimizle evlendiğinde 8. yaşındaydı demek akıl baliğ olalı, aybaşı görmeye başlayalı 8 yıl olmuştu demekti. Bu durumda 12-13 yaşında akil baliğ olduğunu farz edersek 19-20 yaşında olmuş olur.

*Cuma namazı kadınlar üzerine de farz mıdır?

Kur’an’da kadınların Cuma namazından muaf tutulduğunu göremiyoruz. Bu sonraki çağlarda kimi müçtehidler tarafından geliştirilmiş bir içtihattır. Peygamberimiz döneminde kadınlar Cuma ve bayram namazlarına katılıyorlardı. Uygulama bu yönde.

*Mirasta kadınlar neden erkeklerden daha az pay alır?

Cahiliye döneminde hiç pay alamıyorlardı. Kur’an onların da mirastan pay alacaklarına hükmetti. Ben bunu, kadının durumunu düzeltmeye yönelik reformlardan birisi olarak görüyorum. Aslolan varisler arasında kimin ihtiyacı çoksa ona daha fazla vermektir. Bugün, üç kardeş olduğunu düşünelim. Erkekler yüksel tahsil görmüş, hali vakti yerinde, evi, arabası olan işadamları olsun. Tek kız kardeşleri var o da dul. Kocası ölmüş, kocasından kalan bir şeyi yok ve 5 çocuğu ile ortada kalmış. Evi, arabası, işi, maaşı hiçbir şeyi yok. Mirası nasıl bölüştürürsüz? Adalete uygun olan nedir? Kadına iki, erkeklere bir hak verirsiniz! Kur’an’ın ruhu bunu gerektirir. Çünkü maksat mağduriyeti ortadan kaldırmak, ezileni koruyup kollamaktır. Hz. Ömer’in öğrettiği de budur.

*İslam’da 1 Erkek şahite karşılık neden 2 kadın şahit ister?

Bu borçlanma ile ilgili konudadır. Kur’an’da 7 yerde şahitlik ile ilgili düzenlemeler var, orada bu şartlar koşulmuyor. Bunu, konunun uzmanı, işinde içinde olan bir, konunun uzmanı olmayan, işin içinde olmayan ve fakat şahitlik yapmak durumunda da olan iki kişi olarak anlamak icap eder. Bu durumda öyle haller olur ki olaya göre konunun uzmanı, işin içinde olan bir kadına karşılık, uzmanı olmayan ve işin içinde olmayan ve fakat şahitlik yapmak durumunda da olan iki erkek de olabilir. Bu tür ahkam ayetlerine şöyle bakmak gerekir. Bunlar birer ilk örnek olsun diye verilmektedir. Maksat adaletin nasıl sağlanacağını örneklemektir. Mesela el kesmek, sopa vurmak gibi cezalarla denmek istenen şudur: Can, mal, ırz ve namus aleyhine işlenen suçlar başta olmak üzere özellikle temel haklara yönelik suçları cezasız bırakmayın, caydırıcı cezalar uygulayın… Şahit bulundurmaktan maksat da şu olur: Uygulayacağınız bu cezaları ispatlayın, kanıtsız, delilsiz kimseye suç isnat etmeyin. Tanık, delil, itiraf, DNA testi vs. mutlaka ispat ve kanıt arayın…

*Müslüman kadın, devlet başkanlığı yapabilir mi?

Kur’an’da bunu yasaklayan herhangi bir hüküm bulunmuyor. Kadının devlet başkanlığı yapamayacağına dair ileri sürülen rivayetler tartışmalıdır. Kur’an’da bir göreve gelmek için gereken temel kriter ehliyet ve liyakattir. Kadınlık durumu yaratılıştan bir ehliyetsizlik ve liyakatsizlik değil. Ehliyet ve liyakat sonradan kazanılan ve kaybedilen bir şey. Erkekte yumurtalık, kadın da sperm yok. Biri eksiklik ise diğeri de eksikliktir. Hepimiz bir yönüyle eksiğiz yani.

* Kadın namaz kıldırabilir mi?

Kadının, Kur’an’ın indiği toplumda feodal ve ataerkil toplum yapısı gereği geri planda olması, dahası Kur’an’ın böylesi bir topluma hitap ederken feodal ve ataerkil bir dil kullanmış olması, mesajının da feodal ve ataerkil bir mesaj alacağı anlamına gelmez. Bilakis Kur’an’ın hitabı tarihsel ve fakat mesajı evrenseldir. Bu konularda verdiği evrensel mesaj; içsel bir dönüşümü hedefleyerek yaşanan şartları aşma yönündedir. Bu durumda kadınlar o günkü toplum yapısı gereği öne çıkamadı, mesela namaz bile kıldıramadı diye, kıyamete kadar bu böyle olacak denemez. Kadınların namaz kıldırması nüsuk değildir. Yani ritüele dayalı ibadetlerin nasıl yapılacağının hep öyle olacak şekilde Allah ve peygamberi tarafından açıklanması değildir. Bir şey nusuk ise yani namaz, oruç, hac, kurban gibi ibadet-i mersumeye dahilse açıklandığı ve gösterildiği şekilde yapılır. İndiği çağda nasılsa sonra da öyle olur hep. Kadının namaz kıldırması böyle bir nüsuk değil, sosyal bir durum. Kadın devlet başkanı da olur, namaz da kıldırır, cumaya da, bayram namazlarına da katılır, cehren Kur’an da okur… İslam’ın kadına bakışı, Arapların, Türklerin ve Farsların kadın algısıyla sınırlı olmak zorunda değildir. Kadın ile erkeğin neler yapamayacağı Kur’an’da bellidir. Mesela nikahsız ilişki yasaktır. Nikahlıyken de aybaşı halinde cinsel ilişki yasaktır. Ben esas olarak kadın ile erkek arasında dağıtıcı adalete yani kanun /Tanrı önünde eşitliğe inanırım. Ahirette erkeğin sorumlu olup da kadının sorumlu olmadığı ne var? Adam öldürme, hırsızlık, yolsuzluk, yalan, zina, iftira, içki, zulüm, zorbalık vs. hangisi? Namaz, oruç, hac, zekat hangisi? Sırf kadın olduğu için hangisinden muaflar? Mesela hayvanlar muaflar değil mi? Çünkü insan türü değiller. Teklif bakımından ilahi nazarda insan türünü kadın erkek diye ayırmak yok…

*Kadını “fitne” kaynağı olarak gösteren hadisleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Az önce dediğim gibi toplumların örfüne ve sosyolojisine bağlıyorum. Örf ve sosyoloji hadis adıyla sözelleşmiş. Buradan, Müslüman toplumların zaaflarını, aşamamışlıklarını okuyoruz. Her hadisi peygamber gerçekten söylemiş diye bir şey yok. Hem erkek fitne değil mi? Asıl fitneyi kim çıkarıyor? Bugün milyonlarca kadını kim kötü yollara düşürüyor? Üzerlerinden kim çalıştırıp zengin oluyor? Angaryaya kim çalıştırıyor? Kadın bunları kendi kendine isteyerek mi yapıyor? Bir zalimin eline düşmüş, o zalim de genellikle erkekler olmuyor mu? Kadın erkek için fitneyse, erkek de kadın için fitne değil mi? Fitne, kadın ya da erkek fark etmez, bedenimizde kanın damarlarda dolandığı gibi dolanan şeytandır; içimizdeki kötülük dürtüleridir.
Son alarak ben şuna inanmaktayım: Eğer bugün ayet gelse ezilen ve mağdur olan kimse onu koruyup kollayacaktı. Daha önce inenden bunu anlıyoruz. O halde çözüm bekleyen konularda temel mantığı bunun üzerine kurmalıyız. Şu an dünyaya bakın kim mağdur? kim mazlum? kim eziliyor? Buradan ilahi iradenin bugün inse ne yönde tecelli edeceğini çıkarabilirsiniz. İnşa çağı fıkhının işleyiş mantığı budur.

Yorum ekle

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular