SÖYLEŞİ (ANADOLU GENÇLİK DERGİSİ)

S

“D-8 Ümmetin Ruhudur.”

Meryem Gayberi

14.02.2004
(Anadolu Gençlik Dergisi)

İbn-i Haldun; “medeniyetler doğar büyür ve ölür” diyor. İslam medeniyetinin bu sürecin neresinde olduğunu düşünüyorsunuz?

Sosyolojik olarak her medeniyet aynı gelişmelere ve kanunlara tabiidir. İslam da bir medeniyettir ancak İslam medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran değerler sistemidir.

Nedir bu değerler sistemi, nasıl özetlenebilir?

Dinin temeli üçtür; Allah, peygamberlik ve ahiret. Bunların motivasyonuyla insanlığın iyilik ve adalet arayan damarı harekete geçirilir. Böylece insanlık vicdanı her daim canlı ve diri kalır. İslam kültür ve medeniyeti bu değerleri üzerinde yükselir. Benim İslam’dan anladığımın en özet hali budur.

Değerler sistemimiz, en büyük travmayı nerede aldı?

İslam medeniyeti doğuşundan itibaren üç büyük kriz yaşadı. Birinci kriz İslam’ın ilk yüzyılındaki. Ali-Muaviye iç savaşlarıydı. Bu trajik ve dramatik olaylarla Müslüman bilinç derin yaralar aldı. Dışarıdan alınan darbelerle değil iç kanama sonucu açılan bu derin yara bir daha sarılamadı.. Bütün bir İslam tarihinin seyrini etkiledi. Biri iktidar diğeri de ana muhalefet olan başlıca iki grup oluştu; Sünnilik ve Şiilik. İslam tarihi aynı zamanda bu iki grubun çekişmesinin de tarihidir Bu olay tam anlamıyla bir dramdır. İnsanlığa dünya ve ahiret kurtuluşu vaad ederek gelen İslam, daha ilk yüzyılandaki bu travmayla sarsıldı. Bu savaşlarda dünyanın göz önünde 100 bin kişi birbirini öldürdü. İnsanlar birbiriyle konuşamaz hale geldi. Bu krizin siyasete, tasavvufa, kelama, felsefeye ve mezheplerin oluşumuna etkisi büyük oldu… Müslüman vicdan bu krizin yarattığı sonuçları hala aşmış değildir.

Diğer krizler dışardan mı?

İslamiyet doğduğu zaman iki büyük medeniyet vardı; İran ve Bizans. İran Medeniyeti eskiden bütün Ortadoğu’ya hakim olmuş güçlü bir medeniyetti ve din olarak Zerdüştlüğü kabul etmişti. İslam‘la karşılaşan bu kültür ve uygarlık, İslam tarafından fethedildi. Fethedildikten sonra bu uygarlığın bütün devlet gelenekleri İslam’ın bünyesine girdi. Bu böyle olmak zorundaydı belki de. Büyüyen yeni uygarlıklar eski medeniyetleri devralırlar…

Zerdüştlük kolayca elimine edilebildi mi?

Müslümanlar İran Medeniyeti’nin İslam’la bütünleşmeyen yönlerini almadılar tabii. Devlet kültürünü, Kisra anlayışını, hanedanlık düşüncesini aldılar. Kadim Pers kültüründe yeryüzünün yönetimi herhangi bir aileye bırakılamaz. Kutsal aileler ve sülaleler vardır.

Bu anlayış İslam dünyasında nasıl şekil buldu?

“Hz. Muhammed’in ailesi ve ehli beyti dünyayı yönetmeye layıktır” anlayışı oluştu. Şiiliğin kökeni esasında İslam’la eski İran-Kisra kültürünün etkileşimine dayanır.Batı medeniyeti oluşurken İslam kültürünün kurumlarını, düşüncesini, araştırdılar ve devraldılar. İslam da yükselen bir medeniyet olduğu için diğer kültürleri devraldı, onlarla sentez yolları aradı. Doğuş yıllarının tarihini yapanlar bünyeye uygun görüneni aldılar, uygun görünmeyeni reddettiler.
Bu etkileşimlerin olumsuz sonuçları olmadı mı hiç?

Başka bir kültürle senteze girme krizi doğdu tabii. Mesela bir taraftan Kisra anlayışı bir taraftan Bizans’ın saray anlayışı, Müslümanların bunlara alternatif kurumlar ve kültürler üretmeye çalışmasını da beraberinde getirdi. Her kültür bünyeye girdikten sonra ister istemez iz bırakır. Bir taraftan iç kanama, diğer yandan dışarının etkisi bünyeyi oldukça etkiledi.

Bizans Medeniyeti’nin etkisi daha çok devlet yönetiminde mi kendini gösterdi?

Suriye’deki Gassani Devleti Bizans’ın karakoluydu. Bizans’a ilk akınlar Muaviye döneminde başladı. Suriye’den yavaş yavaş Bizans kültürü, devlet geleneği, Sezar anlayışı, devlet şan ve unvanları, isimleri değiştirilerek devralındı.Yunan felsefesi yeniden ele alınıp yorumlandı. Pers ve Bizans’tan yapılan bu aktarmalar İslam’ın ilk üç yüz yılı boyunca, hatta Moğol istilasına kadar sürdü. Yeni uygarlık eski uygarlıkları devralıyordu. Nitekim son dönemde Modern uygarlık da İslam medeniyetini böyle devralmıştır
Moğol istilası bir kriz miydi yoksa krizin bir sonucu muydu?

Bir çok araştırmacı Moğol istilasının İslam dünyasında krize yol açtığını söyler. Ben buna katılmıyorum. Bence kriz zaten vardı. Bünye yaralar almıştı. Bağdat’ta Abbasi yönetimi sallanıyordu. Moğollar sallanana tekme vurup yıktılar. Sel gibi gelip geçtiler. Fakat birinci krizdeki iç savaş ve ikinci krizdeki İran ve Bizans etkisi hala devam ediyor.
Ya üçüncü kriz?

Üçüncü kriz de modern dönemde ortaya çıktı. Son 500 yılda İslam dünyası modernizm denen olayla karşılaştı. Bu kültürle karşılaşınca zaten doğal ömrünü tamamlamıştı. Modern kültür karşısında zaafa düştü ve Batılılar tarafından İslam dünyası işgal edildi. Dolayısıyla bu da İslam kültür ve medeniyetinin ilk iki krizle açılmış yarasını iyice kanattı, delik deşik etti. Bu üç büyük krizle Müslüman bilinç yaralandı. Şeyegan’ın tabiri ile bu yaralı bilinçtir. Bizler bu yaralı bilincin çocuklarıyız.
Diriliş için işe, bu krizlerle yüzleşmekle mi başlanması gerekiyor?

Şu anda İslam dünyası bu üç büyük krizin sorunlarıyla uğraşıyor. Kendisini yeniden üretmek istiyorsa İslam Medeniyeti bu üç krizle yüzleşmek ve hesaplaşmak zorunda. İslam dünyasının yenilenmesi demek bu üç büyük krize meydan okumak, bunları aşmak demektir. Aslında İslam dünyası bana göre doğal ömrünü tamamladı ve şu anda siyasi varlığı da yok. Bundan sonra kendini yeniden üreterek yoluna devam edebilir.

Şu anda kolektif bir ümmet dinamizminin ve bilincinin olmaması, İslami siyasetin dünya politikalarındaki zayıflığının ve benzeri problemlerin de kaynağıdır diyebilir miyiz?

Şu an İslam, siyasal bir güç olarak yani bir ümmet olarak maalesef yeryüzünde yoktur. Sadece Müslüman topluluklar var. Ümmet esas itibarıyla siyasal bir birliktir. Hz. Muhammed Medine’de siyasal bir birlik kurmuştur. Bunun içinde Müslümanlar da vardı, Yahudi ve Hıristiyanlar da. Medine Sözleşmesi’nin giriş kısmında, “Bunlar diğer insanlardan ayrı bir ümmettirler” ifadesi kullanılır. Dolayısıyla ümmet esas itibarıyla Müslümanların önderliğinde oluşturulan sosyo-politik birlik demektir. Değerler etrafında toplaşmak demektir. Günümüzde bu anlamıyla yeryüzünde bir ümmet yoktur. Ümmet olması için yeryüzünde Müslümanların bir araya gelmesi lazım. Buna Müslüman olmayanların da katılması lazım. Dolayısıyla ben İslam Birliği ile ümmet kavramını ayırıyorum.

Refahyol döneminde hayata geçirilmek istenen D-8 Projesi, tam da bu söylediklerinize denk düşen bir perspektif sunmuyor mu?

D-8 projesi bu yolda atılmış çok önemli bir adımdır. 150 yıllık İslamcı görüşün Kızıl Elması İslam Birliğidir. Buradaki İslam Birliği az önceki ümmet anlamındadır. Cemaleddin Efgani bir layiha halinde Sultan Abdülhamit’e 10 bölgeden oluşan bir İslam Birliği projesi sunmuştu. Bugünkü Avrupa Birliğinin 12 yıldızlı olması gibi o da on yıldızlı bir İslam Birliği projesi önermişti. Merkezi de İstanbul olacaktı. Fakat olmadı, hem onun ömrü yetmedi hem de içerden ve dışardan gelen tepkilerle engellendi. Sayın Erbakan’ın D-8 girişimini 150 yıllık bu ülkünün sürdürülmesi olarak görüyorum ve çok önemli olduğunu düşünüyorum.

D-8 Projesi’ni rafa kaldırmak için çok uğraş verildi sonra…

Kolay izin vermeyecekleri belliydi zaten. İslam dünyasının bir araya gelmesi demek dünya tarihinin değişmesi demektir. Kaldı ki ben bunu sadece İslam Birliği olarak da düşünmüyorum. Ümmet dediğim şey aynı Medine’de Hz Muhammed’in yaptığı gibi olmalı. Bir değerler birliği olmalı. Müslüman olmayanlar da katılmalı. Hatta İslam Birliği yerine az önceki ümmet tanımına uygun isimler bulunmalı; D-8, G-15, SENTO, SADABAD, Dicle-Fırat Federasyonu, Afro-Avrasya Milletler Topluluğu vb. Yani bunun bir din birliği olması gerekmiyor. Bilebildiğim kadarıyla D-8 Projesi’nde de sadece din birliği değil, kalkınma dinamizmine sahip çevre ülkelerin dayanışması vardı. Eninde sonunda bu projenin başarılması gerekiyor. Dünyanın dengesinin kurulması için de buna ihtiyaç var. Bu büyük ülkü çağdaş İslamcılığın kızıl elmasıdır..

D-8 Projesi’ne evet diyen birçok İslam ülkesi yöneticisinin başına daha sonra gelmeyen kalmadı. Birileri ‘tehlikeyi mi fa ketti?

İslam dünyası dediğimiz coğrafya adeta dünyanın kalbi gibidir. Baktığımız zaman, kıtalar arası geçiş sağlayan 9 kanalın sekizi, dünya petrol ve doğal gaz enerji rezervinin yarıdan fazlası, üç büyük dine ait sembol ve hatıralar; Yahudiliğin kutsal mabedi, Müslümanlığın Kâbe’si, Hıristiyanlığın Ege’deki yedi büyük kilisesi vs. hepsi bu coğrafyada. Dolayısıyla bu topraklar merkezi ve kadim bir coğrafyadır. Diğerleri dünyanın periferisidir. Nitekim, Türkiye yıllardır sırtını dönse de ABD’nin ve Batı dünyasının gözü hep buralarda. Yıllardır bütün varlıklarını buraları ele geçirmeye bağlamış durumdalar. Onlar okyanusun ötesinde daha beş yüz yıl önce keşfedilmiş bir kıtada birleşik devletler kurarken, Avrupa gibi nasipsiz bir toprakta birlik oluştururlarken bizler derya içinde deryadan habersiziz. Mehmed Akif’in dediği gibi bastığımız yerleri toprak deyip geçiyoruz, tanımıyoruz. İşte D-8 güzergahı “bastığın yerleri toprak deyip geçme, tanı” tavsiyesini hatırlatıyordu. Bu açıdan önemliydi, nitekim önemli olduğu da Erbakan Hoca’nın başına gelenlerden anlaşılmıyor mu?

“Kalkınamamış olmanın tek sorumlusu Batıdır” demek biraz kolaycılık olmuyor mu?

Bana göre İslam dünyasının en büyük sorunu, Batılılar tarafından işgal edilmiş olmamız değildir. Esas sorun İslam dünyasının kendisini yaşayamaması ve yenilenme taleplerinin içeriden gelmemesidir.. Bunun tipik örneği Türkiye’dir. Özal’dan beri yapılan bütün yeniliklere bakın, hatta Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllara bakın hepsi dışarıdan dayatılmıştır. İçerden gelen talepler değildir. Bu durum yerli güçlerin, dindar çevrelerin içine kapanmasına ve her şeyi bir başka bahara ertelemesine neden oluyor. “Hele şu tehlike bir geçsin” diye beklemeye geçiyor. Mesela Türkiye’de AB vesilesiyle yapılan değişimlerin hepsinin, AB’ye giriş olmadığı takdirde geri alınacağı beklentisi içinde olan kesimler var. Yani adam kendisi yenilik istemiyor, bunu Türkiye’yi yıkmak için yapılmış bir dış dayatma olarak görüyor. “Hele bir geçsin, o zaman sizinle hesaplaşacağız” diye hükümete aba altından sopa gösteriyor. Halbuki bu yenilikler yerli talepler olarak yükselmeli, bunun için AB şart değil. Dolayısıyla İslam dünyasında Pers ve ve Bizans’tan kalma etkiler terk edilmeli, dönüştürülmeli ve yeni açılımlar getirilmelidir. Bunun, İslam dünyasının bizzat yerli güçleri marifetiyle yapılması gerekiyor.

Yerli talepler neden yok peki?

Aslında vardı, fakat dışardan dayatmalara karşı bir savunma mekanizması oluşturuldu ve muhafazakarlık üretildi. Bu yüzyılın başında Orta Asya’da yenilikçi fikirler için tecditçi gavurluk tabiri kullanılıyordu. Adam, yenilenmeyi gavurluk olarak görüyor! Şu an yaygın olan kanaat şu; “Yenilikler yapmak demek ABD’nin, Batının isteklerini yerine getirmek demektir, dolayısıyla yenilikçiliğe karşı, geleneğe, eskiye sarılmalıyız.” Halbuki o eski dediği, gelenek dediği şey de büyük ölçüde Pers ve Bizans krizinin ürünüydü. Şimdi Müslüman bilinç bu iki yönlü kumpasın sıkıştırması altında. Yeniliklere yönelse işbirlikçi oluyor, eskiye sarılsa o da zaten eski işbirlikçiliğin ürünü! Bakın, ABD kalkmış “İslam dünyasında demokrasi eksikliği var” diyerek Afganistan’ı ve Irak’ı işgal ediyor. Şunu demek istiyor yani; “Size yenilik lazımsa onu da biz getiririz. Siz Coca Cola içmeye devam edin!”

Bu talebinde Batı samimi mi gerçekte?

ABD ve Batılılar kendi kıtalarına çekilerek İslam dünyasını kendi haline bırakmalıdır. Bu dünyanın da yararına olacaktır. Batılılar epeydir kendini dondurmuş vaziyette zaten, kendi sorunlarıyla uğraşmalıdırlar. İslam dünyasının yenilikçileri ve gelenekçileri Müslümanların maslahatını gözeterek kültürel bir hesaplaşma içine girmelidirler. Böylece İslam dünyası kendi kendini yeniden doğuracaktır. Bu yapılamıyor. Şu anda İslam dünyasının en büyük sorunu kendisini yaşayamama sorunudur. Bakın Türkiye’de Avrupa Birliği üzerinden bir tartışma yaşanıyor. Yani bizim, doğruluğun, adaletin, dürüstlüğün ne olduğunu anlamak için Kopenhag kriterine bakmamız mı gerekiyor? Neden İstanbul, Kahire, Tahran vs. kriterleri oluşturamıyoruz? İslamiyet’in en temel iddiası bu değerleri hayata geçirecek yegane son hak din olma iddiasıdır. Bu iddiayı bu dinin mensupları ispat etmeye, dünyaya göstermeye mecburlar. Bu nedenle kendimizle yüzleşmemiz, muhasebe yapmamız, cümlelerimizi yeniden kurmamız kaçınılmaz artık.

Oysa Batı’daki mezhep çatışmaları ve skolastizm bizden çok daha katı bir şekilde yaşandı tarihte.

Avrupa’daki hesaplaşma çok kanlı oldu. İslam dünyasında, İslam’ın Hıristiyanlık’tan farkı sebebiyle bu kadar kanlı olmaz kanaatindeyim. Mesela Avrupa’da “ben tanrının yeryüzündeki temsilcisiyim, ben tanrının sözcüsüyüm” diyen bir kurum vardı. Öbür tarafta da bilimsel araştırmalar yapan adamlar vardı. İkisi arasında kanlı hesaplaşmalar oldu . İslam dünyasında ise Şii-Sünni savaşları var. Yani siyaset tüketti bizi…
Modern zamanlarda bilgiye ulaşmak kolaylaşmışken, hakikate ulaşmakta niye bu denli güçlük çekiliyor sizce?

Hakikati aramanın yolu üç temel kavramdan geçiyor; merak, şüphe ve araştırma. Nitekim bazı İslam düşünürleri insana ilk farz olan şeyin imandan önce bunlar olduğunu söylemişlerdir. Bunun üzerine kurulan iman yıkılmaz. Günümüzde iman, bazı insanlarda çökmüştür. Çünkü Mehmet Akif’in şiirinde geçtiği gibi “Böyle gördük dedemizden” haline gelmiş maalesef iman.. Biz, Hz. Muhammed’in 35-40 yaş arası dönemini, yani vicdani arayış, merak, şüphe ve ontolojik ıstırap dönemini yaşamış insanlar değiliz. Bu nedenle imanımız hafif bir karayel esince tuzla buz olabiliyor.
Batı’da sonradan Müslüman olanların çok keskin dönüşüm geçirdiklerine şahit oluyoruz. Bunun nedeni nedir?

Bu Müslümanlara baktığımız zaman önce ret ve tepki görürüz. Örneğin, Yusuf İslam, Müslüman olmak adına müziği bıraktı, kıyafetini değiştirdi. Aslında yaşadığı topluma bir tepkiydi bu. Bir zaman sonra sakalını kısalttı ve gitarını tekrar eline aldı. Onun yaşadığı süreci Avrupa kökenli sonradan Müslüman olanların birçoğu yaşıyor. Müslüman olmanın sadece gitarı bırakmak veya kıyafetle ilgili bir şey olmadığı daha sonra anlaşılıyor. Müslüman olmak, yaşadığı toplumun süregelen temel insani değerlerini devam ettirmek, daha da ileri götürmek ve ahlaki duruş bakımından farklılaşmak demektir. Bana göre Müslümanların en önemli farkı kılık kıyafet değil ahlaktır, ahlakın günlük fiil haline gelmesidir.

Irak ve Afganistan’ın işgalinden önce bütün dünyadan adalet ve insan hakları gibi evrensel kavramlara vurgu yapan ortak sesler yükseldi. İnsanlığın ortak vicdanı madem doğruda birleşebiliyor, öyleyse Bush’un Haçlı seferine gönderme yapması ve bu işgaller niye?

Batı’da ortaya çıkan kavramların da Doğu’da ortaya çıkan kavramların da daha üst evrensel kavramlar tarafından test edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Batılılar ne diyor; insan hakları özgürlük, demokrasi, eşitlik. Doğu ne diyor; iman, irfan, aşk, merhamet. Bunların bir üst kavramları; iyilik, güzellik ve doğruluk. ABD, insanlara özgürlük getireceğiz diye Afganistan’ı işgal ediyor ama tam tersini yapıyor. Demokrasi iddiasında bulunurken önce kendine bakması gerekir. Bu Avrupa için de geçerli. İyilik, güzellik ve doğruluk evrensel kadim değerlerdir. İnsan hakları, özgürlük ve demokrasi ise küresel değerler. Küresellik bir yerden doğup çevreye doğru yayılmayı ifade eder. Evrensel, kadim değerler ise bir yere ait değildirler. Çevreye doğru yayılması da gerekmez. Ademoğlunun yaşadığı her yerde bu değerler vardır. Şu halde soru şu; İnsan hakları, özgürlük ve eşitlik gibi temelde batıya ait olan ve küreselleşmek isteyen kavramlar ne derecede insanlığa iyilik, güzellik ve doğruluk getirmektedir? Bu küreselleşmek isteyenin evrenselle sorgulanmasıdır. Kur’an’ın ma’ruf dediği şeyi, ortak iyilik, güzellik ve doğruluk manasında anlıyorum. Müslümanlar her daim evrensel , kadim değerlerin yanında yer almalıdırlar.

Aynı arayışlardan bu kadar farklı kültürlerin vücud bulmuş olmasını neyle açıklıyorsunuz?

Bizim kültürümüz Allah merkezlidir, vahiy esastır. Batı kültürü de insan merkezli. Bizde Allah ve vahiy esastır. Bana göre her ikisinde de denge bozulmuştur. Muhammed İkbal der ki, “Batıda hayatın mahareti akıldır. Doğuda ise kainatın sırrı aşktır. Ey İslam dünyası, kalkın ve akıl ile aşkı mecz ederek yepyeni bir dünya kurun.” Batının daha çok aşka, sevgiye, maneviyata, bizimse daha çok akla, bilgiye ihtiyacımız var. Batının biraz öbür dünyaya bizim de biraz bu dünyaya yüzümüzü dönmemiz gerekiyor. Ben bir dengenin peşindeyim. İnsan bir bütündür parçalayamazsınız. Kuran’a baktığımda bu dengenin kurulduğunu görüyorum. Peygamberimizin hayatına baktığımızda da. Mesela rahmetli Begoviç’in tabirleriyle İsevilik’te öbür dünyacılık var, Yahudilik’te ise bu dünyacılık. Hz. Muhammed gelmiş ikisini de bir potada birleştirmiş. Hz. Muhammed’den sonra ise denge yine bozulmuş. Batılılar Allah’ı ve ahireti ihmal etmişse, İslam dünyası da dünyayı ve aklı ihmal etmiştir.Müslüman zihin diyor ki; Kuran da her şey açıklanmıştır. Halbuki Kur’an hakikati açıklamak için gelmemiştir. Hakikati bulmak, aramak, araştırmak azminde olan mümin insana bu vicdani arayışında arkadaşlık, yoldaşlık yapmak için gelmiştir.

Kur’an işaret ediyor, din de bu arayışın yolu mu oluyor?

Kanaatimce şu an bize yeni bir din değil yeni bir din anlayışı lazımdır. Küçük bir örnek vereyim; İkra (oku) demek aslında bir teşvik, bir başlangıçtır. Benim ayetten anladığım: “Hayatı oku, alemi oku, toplumu oku, yaparken benden aldığın ilhamla yap bunu, sıkıştığında ben sana yardımcı olacağım” demektir. Dünyanın, toplumun, devletin, ailenin vs. nasıl olması gerektiğini bütün insanlığa göstermesini, ona bu ulvi faaliyetinde her daim yardımcı olacağı vaad ediliyor. Yani işi yapan insan, Allah ise onunla beraber. Kur’an (teşbihte hata olmaz) Allah’ın işaret parmağı gibidir. Bizse işaret edilen yöne gitmeyi bırakmışız, işaret parmağının kendisiyle uğraşıyoruz. İşaret edilen şeyler insan, kainat ve tabiattır. Çünkü bütün bunlar Allah’ın ayetleridir.Kur’an sözlü ayet; insan, kainat ve tabiat ise fiili ayettir. Sözlü ayetler fiili ayetlere işaret ediyor. Nitekim daha Kur’an’ın hemen girişinde; “Bu kitap sakınmak isteyenler için yol göstericidir, hudendir” deniliyor… Eğer oku emrini az önce yorumladığımız şekilde değil de, hazır indirileni okumak şeklinde anlarsanız din anlayışınız da baştan aşağı değişir. Biz daha çok hazırı oku şeklinde anlamışız. Bunun içinde hazırcılık, kurtulmuşluk vehmi, hakikatin nasıl olsa elimizde olduğu anlayışı gelişmiş. Bu anlayışın değişmesi lazım. Bu küçük bir örnek, din anlayışı daha Kur’an’ın ilk ayetini anlamada başlıyor…

Yorum ekle

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular