Ramazan kelimelerinin dünyası

R

Ramazan ayında çokça duyduğumuz kelimelerin ne anlama geldiğini sanırım merak ediyorsunuzdur. İçimdeki dizginlenemez “etimoloji” merakına yenik düştüm ve sizler için bir “Ramazan kelimelerinin dünyası” derlemesi yaptım. Oruç oruç sanırım iyi gelecektir.

Bakın Ramazan kelimelerinde ne manalar var.

RAMAZAN: (R-M-D) kökünden gelen bu kelime “sıcaklık/kızgınlık” ile ilgili kullanılıyor. Arap, yalınayağı ile çölün kızgın kumunda yürüyüp ayağı yanınca buna “ramaza’l-gadem” demiş…Günün ısısı şiddetlenip artınca “ramza’l-yevm”, susuzluktan içi yanınca “ramiza’l-sâim”, koyununu sıcak bir vakitte otlatıp ciğerlerini yaralayınca “ramiza”l-ğanem”, güneş ıssısından kızgın hale gelmiş çöldeki taşa “er-ramzâu”, yaz sonunda yağan ve toprağı sıcak bulan yağmura “er-ramzu”, koyunun sıcakta otlama yerine “el-mermız” demiş… Bu durumda “ramazan” da sıcağın arttığı ay veya yazın ardından güz yağmurlarının başladığı ay demek oluyor…

Bu yılki Ramazan tam da öyle. Hem sıcak, hem de Ağustos ayının sıcaklığı üzerine Eylül’ün güz yağmurları başladı.

Manevi ve ahlaki olarak da her tür şehvetin, aç gözlülüğün, ihtirasın, öfkenin sıcaklığının dinip yerini serinleten yağmura bırakmasını temsil ediyor. Eğer bunlara karşı kendimizi tutarsak, bilelim ki, ardından vicdanımızı rahatlatan, ruhumuzu dindiren yağmur gelecek. Günaha karşı kendini tutan kişinin ödülü yağmur serinliğidir. Çünkü günah mü’min kalbe sıkıntı verir. Sabır zordur ama meyvesi tatlıdır…

RAHMET: (R-H-M) kökü sözlükte “Sevgi, merhamet, şefkat, bağışlama, saf iyilik, güzellik saçıcılık” manasına geliyor. Bu kökten gelen kelimelerin eski dünya dillerinde meşhur ve yaygın olduğunu görüyoruz; Akadcada döl yatağı, rahîm (remu), merhamet eden tanrı (remânu), Aramice rahîm, merhamet (rhm), İbranîce rahîm, merhamet (raham), Hindçe iyilik tanrısı (Brahma) hep aynı kökten… Sevginin ve merhametin babası anlamına gelen Eb-Raham’ın bütün Sami dillerinde ve hatta Hindçede bile kullanıldığını görüyoruz. Buralardan evirilerek Arapçaya İbrahim olarak geldiği anlaşılıyor. Bunların hepsi Arapçadaki rahmet, rahman, rahîm kelimeleri ile aynı anlam ikliminden. Demek ki Allah’ın öz varlığında mündemiç (içkin) bulunana rahmân (çokça seven), bunun mahlûkat üzerindeki tezahürüne de rahîm (sevgisi taşıp yayılan) diyoruz.

Rahmet kökü, Türkçede, şimdilerde pek kullanılmayan fakat Çantay, Elmalılı, Ö.R. Doğrul gibi “klasik” meallerde çokça gördüğüm “yârlığamak” kelimesini çağrıştırır. İçinde sevgi, saygı, şefkat ve merhamet anlamları yatan bu kelime aslında çok hoş. “Rabbim rahmeti ile yârlığasın”, “Rahmetinle yârlığa ya Rabbi”, “Rahmetinle yârlığa kıl ya gâni” deyişlerinde geçtiği gibi “yârlamak” veya “yârlayıcı” esasında yâr muamelesi yapmak demektir ki sevgi ve merhametin neticesidir. “Allah yâr ve yardımcımız olsun” derken de bu kastedilir… Demek ki “rahmet ayı” dediğimizde sevgi ve merhamet ayı demiş oluyoruz. Yani insanların birbirlerine yâr muamelesi yaptığı; sevgi ve merhamet hassasiyeti ve yoğunlaşması yaşadığı, çevreye, doğaya, insanlara gayet derin ve mistik bir iyimserlikle bakmanın arttığı ay demek oluyor. (bkz. “Sevgi ve merhamet” ve “Besmele” başlıklı makaleler).

BEREKET: (B-R-K) kökü sürekli, kalıcı olma, çoğalma, yayılma, birikme anlamında kullanılıyor. Bu anlamda “Allahu teâla ve tebâreke” dediğimizde Yüce, Ulu, Kalıcı, Daim olan, Ölmeyen, Yok olmayan, Yaşayan ve hep Yaşayacak olan Allah demiş oluyoruz. Kuran’ın “mübarek” bir kitap olması bu anlamda insanların kalbinde kalıcı olması, insanlık vicdanında çağlar boyu yankılanması, insanlığı sarıp sarmalaması, tutması, onlar tarafından benimsenmesi ve giderek ona inananların, gönül verenlerin çoğalması, artması manasındadır. Bu durumda mübarek beldeler de “yankısı çağlar boyu süren, kalıcı, sürekli yerler” demek olur… “Rahmet ve bereket ayı” da sevgi ve merhametin kalıcı, sürekli olduğu, çoğaldığı, yayıldığı ve giderek yerleşik hale geldiği/gelmesinin istendiği, bütün yıla yayılmasının hedeflendiği, insanlarda kalıcı/sürekli bir ahlaka dönüşmesinin amaçlandığı, bunun öğretildiği, taliminin yapıldığı ay demek oluyor.

ORUÇ: (S-V-M) kökü de Arapça’da tutmak demek. “Oruç tutmak” ise Osmanlıca’nın Farsça ile Arapça arasında sentez ve hakemlik misyonunu ifade eden en güzel deyimlerindendir. Bir imparatorluk dili olduğunun en güzel göstergelerindendir… Oruç Farsça gün (ruz) kökünden geliyor. Günlük (ruzname), çağ, devir, sabah meltemi (rüzgâr), yenigün (nevruz), gün gibi (piruz) kelimeleri bu kökten… Şu halde oruç tutmak, “günü tutmak, bir günlük kendini tutuş” demek oluyor. İslami literatürde ise “Kişinin bir gündüz boyunca yemeden, içmeden, cinsel arzulardan uzak durması, bunlara karşı kendini tutması” manasında. İnsan hayvandan, şehir ormandan işte bu “kendini tutabilmek” sayesinde ayrılır. Bu nedenle bütün büyük dinlerde oruç bir insanlaşma aracı olarak yer alır… Hakîm (bilge) kelimesi de “Ata gem vurmak” kökünden geliyor. Bu durumda Kuran’ı Hakîm de “İnsanoğluna, kendisine gem vurmayı öğreten kitap” demek olur. “Allah hakîmdir, hikmet sahibidir” demek de “Allah insana kendini tutmayı, arzularına gem vurmayı öğreten bilgelik dolu hükümler gönderendir. Yüce bilgelik kaynağıdır O.” demek olur.

İFTAR: (F-T-R) kökü de bir şeyi açmak, yarmak, ilk defa icat etmek demek. Arap, deriyi iyice sepileyip yumuşak yapmaya “fetara’l-cilde” demiş…Demek ki “iftar vakti” ruhen sepilenme, yumuşama vakti demek oluyor. İçimizdeki şehveti, ihtirası, öfkeyi sepiliyor, yumuşatıyor, iyice inceliyoruz. İftar sofrasındaki son 5 dakikayı düşünün…İç dünyamız nasılda yumuşuyor, inceliyor, insana bir dinginlik çöküyor. Sonra ezanla birlikte “açılım” yapıyoruz. Yeme içme dünyasına dönüyoruz… Orta harfi ince “te” ile okunduğunda sakin olmak, dinginleşmek, fersizleşmek manası kazanıyor. Yani içimizdeki şehvet, ihtiras, bencilik ve öfkenin sakinleşmesi, dinginleşmesi, fersiz hale gelmesi… Onun için ayın sonundaki bayrama da “iydu’l-fıtr” (sakinleşme, dingin hale gelme bayramı) deniyor. Türkçe’deki “fatura” sözcüğü de bu kökten. Bu durumda “fıtr sadakası” işte bu dinginleşmenin, yumuşamanın faturası oluyor. Öyle ya her işin bir faturası var. Sakinleşmekten, dinginleşmekten, bencilliği yenmekten maksat neydi? Ötekini düşünme, verme, paylaşma, ötekine doğru “açılım” yapma, kendi Ben’ini aşabilme, Benlik zindanından çıkma ayı, bayramı…

SAHUR: (S-H-R) kökü “erken, erken olmak” ile ilgili. Arab zihninin ‘eşyaya isim koyma’ tercihi, güneşin doğuş vaktine “seher” demiş. El çabukluğu, erken davranarak göz boyamaya da “sihir” demiş. Erken kalkarak gece yemek yemeye de “sahur” demiş. Bunların hepsi aynı kökten… Demek ki sahurun “erken” davranmakla ilgili bir anlamı var. Şöyle: Erken davranıp içinizdeki şehvet, ihtiras, bencilik ve öfkenin göz boyacılığına kendinizi kaptırmayacaksınız, bunların büyüsüne kapılmayacaksınız, gece uyanıklığı içinde olacak, büyüye kapılmış adam mahmurluğundan ayıkacak, diri bir zihinle kendinize hakim olmayı öğreneceksiniz… Demek ki “sahura kalkmak”, aslında erken davranmayı öğrenmek demek oluyor. Şehvetten, öfkeden, ihtirastan, bencilikten önce davranıp bunları yenecek; sağınızdan, solunuzdan, arkanızdan, önünüzden girip sizi büyüsü altına almasına izin vermeyeceksiniz.

SADAKA: (S-D-G) kökü “doğru söylemek/gerçeği tasdik etmek” demek. Doğruluk anlamına gelmekle birlikte daha ziyade sözün doğruluğu manasında. Kur’an’da zekat anlamında da kullanılır. Bu durumda “sadaka vermek” ne oluyor? “Sadakallahu’l-azim” (Büyük olan Allah doğru söyledi) cümlesinde de geçtiği gibi sadaka vermek, bir sözü doğrulamakla ilgili. Sadaka verdiğiniz zaman hangi sözü doğrulamış oluyorsunuz? Çünkü “sadaka verdi” demek “doğru söz söylemeyi verdi” demektir ki pek anlaşılmıyor. Ancak Kur’an’ın anlam dünyasında çok esaslı bir anlamı var. Biraz araştırdığımızda bunun “Mallarında muhtaç ve mahrum olanların hakkı vardır.” (Meâric; 24, Zariyat; 19) ayeti ile ilgili olduğunu görürüz. Siz, sadaka verdiğinizde bu gerçeği tasdik etmiş oluyorsunuz. Onun için “İsteyeni geri çevirme” denir. Onun için “Sadakalar yoksullar, muhtaçlar, yolu kesilmişler, köleler, borçlular, kalpleri ısındırılacaklar… içindir.” denir. Yani bunların malınız üzerinde hakkı olduğunu “tasdik” ettiğinizi göstermek için vereceksiniz. Vermiyorsanız “sadakat” göstermiyor, muhtacın ve mahrum hakkına “ihanet” ediyorsunuz demektir. İşte “sadaka vermek” bu oluyor.

Tabi bu sadaka, dilenciye atılan sadaka veya ucundan kırkta birci sadaka değil. Mülkü bölüşme, paylaşma hakkını kabul etme anlamında sadaqa/tasadduq… Çünkü Kur’an (Hud; 87) zenginlerin malları üzerinde dilediği gibi hareket edebileceğini savunan “liberal” mülkiyet anlayışını reddeder. (Sadaka sözcüğü Türkçe zihinde “Allah rızası için bir sadaka” dilenci yalvarışını hatırlattığı ve böylece de mahvedilmiş kelimeler listesinde yer aldığı için ne söylesem bu kelimeyi kullanmaya devam ettikçe olmuyor. Onun yerine tasadduk diyelim. Kelimedeki asalet sanki geri geliyor.)

ZEKAT: (Z-K-Y) kökü bir şeyin artması/çoğalması/fazlalaşması demek. Kelime bu mana etrafında dönüyor. Sevgi arttı (zeka’l-hubb), mal çoğaldı (zeka’l-mâle), adam zengin oldu (zeka’r-racul) şeklinde kullanılıyor. Peki o zaman “zekat vermek” ne demek? Tam karşılığı “fazlalaşmışı/çoğalmışı vermek” demek oluyor. Nitekim Ku’an’da genellikle onlar ki zekat verirler (ati’z-zekât) şeklinde “vermek” fiili ile birlikte kullanılır. Aksi halde tek başına ‘onlar ki çoğaltırlar, biriktirirler, fazlalaştırırlar’ olur ki doğrusu ‘böyle çoğalmış/birikmiş/fazlalaşmış (zekaten) olanı verirler’ demektir.

Tezkiye ile afv kelimeleri Kur’an literatüründe birbirinin yerine kullanılabilecek manaya sahip. Her ikisi de artmak/çoğalmak ve artmış/çoğalmış olmanın getirdiği kirlerden (mülkte şirk, ihtiras, kibir, cimrilik, kıskançlık, bencillik vb.) arınmak, temizlenmek manası etrafında dönüyor. Örneğin “Beni af et” demek “Benden sadır olan fazlalığı görme, hoş gör” demek oluyor. Keza afiyet olsun (aldığın fazlalık sana iyi gelsin), afedersiniz (fazlalık yapıyorum ama…), muaf olmak (fazlalıktan hariç tutmak), muafiyet sınavına girmek (ek/fazla sınava girmek) kelime ve deyimleri bu manadadır. Hepsinde de fazlalık manası vardır. Zekat kökünden gelen kelimeler de aynen böyle. Mesela tezkiye olmak üzerinden fazlalığın alınması demek oluyor. “Mahkemede tezkiye oldum” dediğinizde “Üzerime atılı/fazlalık duran suçtan arındım, temizlendim, o fazlalığın bana ait olmadığı anlaşıldı” demiş oluyorsunuz.

Zekat vermek işte bunlarla ilgili. “Zekat veriniz” demek, “Fazlalaşanı veriniz, birikeni dağıtınız” demek oluyor. Kur’an’daki kelimelerin kullanımı üzerinden söyleyecek olursak bu verme, paylaşma ve dağıtma özelliği inanmak ve namaz kılmaktan daha önce geliyor. Bu şu demek: Kur’an mülk sahiplerini malları dura dura soyut bir imana değil; mallarından vermeye çağırır. Mülk/bahçe sahiplerine “zekat veriniz”” demek “iman ediniz” demekle eşdeğerdir. Eğer vermezlerse bahçe sahipleri kıssasındaki zenginin “Keşke Rabbime şirk koşmasaydım” sözünden de anlaşılacağı gibi Allah’a (mülkte) ortak koşmak (şirk) ile ilgili bir durum var demektir.

Bütüne ait mülkten kendine pay devşirerek, kendinde fazlalık meydana getirerek, kumlara karışmayı kendine yediremeyip korunaklı kum tepelerinde yaşayarak, fazlalıkları bütüne iade etmeyerek işlenen şirk türüne mülkte şirk diyoruz. Kur’an’ın bahçe sahipleri kıssasında anlattığı ilk şirk bu.

Kur’an’ın mülkte fazlalık meselesini birincil mesele yaptığını ve ilk Mekke yıllarından itibaren zekata (birikmişe, fazlalığa) dikkat çektiğini görüyoruz. “Birikmiş, fazlalaşmış olanlar sizin putunuz olacak, şirk buradan geri gelecek” dercesine sürekli verme, dağıtma, paylaşma vurgusu yapmanın bu kadarı tesadüf olabilir mi? Kur’an’ın ister nuzül sırasına göre, ister normal sıraya göre rastgele bir yerinden açıp okuyun, bir kaç sayfa geçmez ki vermekle, paylaşmakla ilgili bir ayet geçmemiş olsun.

***

Evet… Ramazan kelimelerinin dünyası böylesine uzayıp gidiyor. Daha 10-15 kelime üzerinde daha durulabilirdi. Özelikle Ramazan ayında çok duyduğunuz kelime ve kavramlar olduğu için bunları seçtim.

Konfüçyüs’e sormuşlar dünya nasıl değişir diye ‘kelimeleri değiştirin’ demiş. Marx’a sormuşlar kelimelerin işe yarayıp yaramadığını nasıl anlarız diye ‘hayatla yüzleştirin’ demiş…

Hayırlı ramazanlar.

2 yorum

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular