Kuran’da onun hakkında kullanılan “ümmi nebi” deyimine ve Hira mağarasında aldığı ilk vahiyde “Oku” denince söylediği “Ben okuma bilmem” sözüne dayanılarak geliştirilen bu argümanla, bir çok kişi aziz peygamberinin okuması yazması olmayan birisi olduğuna inanıyor.
Oysa Kuran’a baktığımızda ne ümmi kelimesi okuma yazması olmayan anlamında kullanılıyor, ne de Kuran’ı onun yazmış olmadığını temellendirmek için peygamberin okuma yazması olmayan birisi olduğu şeklinde savunma yapılıyor.
Kuran’a baktığımızda “ummi” kelimesinin altı yerde geçtiğini görüyoruz. Az olduğu için bu ayetlerin mealini vermek fazla zaman kaybettirmez, konuya buradan girelim;
Bakara; 2/78. “İçlerinden avam takımı kitabı bilmezler. Bildikleri bol hurafe ve kuruntudan ibarettir; yalnızca zannederler.”
A’raf; 7/157: “Onlar yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları halkın bağrından çıkacak peygambere uyanlardır. O peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar. Onları zincirlerinden kurtarır, gereksiz yasakları kaldırır. İşte o peygambere inanıp saygı gösteren, onu destekleyen ve onunla birlikte gönderilen aydınlığa uyanlar… İşte kurtuluşa erenler bunlardır.”
Araf; 7/158: “Haykır dünyaya! Ey insanlar, gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Allah’tan başka tanrı yoktur. O yaşatır ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve halkın bağrından çıkmışpeygamberine -ki o da Allah’a ve onun sözlerine iman eder- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız…”
Al-i İmran; 3/20: “Şu halde seninle tartışanlara söyle: “Ben bütün benliğimle Allah’a adanıp Müslüman oldum, bana uyanlar da.” Önceki çağların vahiylerini kendi tekellerine alanlara ve onların dışında kalan tüm genel halka da sor: “Siz de Müslüman oluyor musunuz?” Eğer Müslüman olurlarsa doğru yola girmiş olurlar. Yüz çevirirlerse, sana düşen ancak duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görüyor; bundan hiç şüpheniz olmasın.”
Al-i İmran; 3/75: “Kitap verilenlerden kimileri var ki, yüklerle emanet bıraksan onu sana geri verir. Yine onlardan kimileri var ki, bir dinar emanet etsen, tepesine binmedikçe onu sana vermez. Çünkü onlar “Bize sıradan halka karşıyaptıklarımızdan dolayı hesap yoktur” diyerek Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.”
Cuma; 65/2: “Ayetleri okuyarak onları arındırıp temizleyen, onlara kitap ve bilgelik öğreten halkın bağrından çıkmışpeygamberi seçip gönderen O’dur. Oysa bundan önce açık bir sapıklık içindeydiler.”
***
Ayetlerde bağlama göre “içlerinden avam takımı, halkın bağrından çıkan, genel halk, sıradan halka karşı” şeklinde meallendirdiğimiz “ümmi” veya “ümmiyyun” kelimesine neden bu anlamları verdiğimizi anlamak için kelime kökünü biraz deşelim;
Kavram sözlükte [EMM] kökünden gelir. Mastarı “Ana olmak, önde olmak, yönelmek, arzulamak, istemek, kastetmek” demektir. Umuma ait kılma, millileştirme, kamulaştırma (te’mim), uymak, tabi olmak (te’mum), beyin (ummu’r-re’s), Hz. Havva (ummu’l-beşer), Mekke şehri (ummu’l-qurâ), fatiha suresi (ummu’l-qur’an), samanyolu (ummu’n-nucum), ön, ön taraf (emâm), millet, topluluk (ümmet), annelik, analık (umume), anaerkil sistem (nizâmu’l-umume), Birleşmiş Milletler (umemu’l-muttehide), anasından doğduğu gibi kalan (ummî) kelimeleri bu kökten türetilmiştir.
(Bu tür eski ve yeni sözlük bilgileri bize Arapça konuşan dimağda sözcüğün hangi mana etrafında döndüğünü gösterir ve aşağı yukarı bir fikir verir.)
Klasik lügatçilere göre umm kelimesinde “kasıt, niyet, bilinçli yöneliş” anlamı vardır (İbn Manzur). Bu nedenle bir kimseye kastettiren, yönlendiren ona önderlik etmiş olur. Bu nedenle “imam” kelimesi de bu kökten gelir. Kişi bilinçli, kasten yaptığı şeylerin arkasından gittiği için eylemlerinden kendisi sorumludur. Ahirette herkes bilinçlice, kasten yaptığı davranışlarının karşılığını görecek, bu şekilde arkasından gittiği, önder kabul ettiği kişilerle beraber hesaba çekilecektir.
Kelimenin içeriğinde esas itibariyle “kasıt, yöneliş” anlamları bulunduğu için bu durumda örneğin “ümmet” de bilinçli, bir kasta, bir amaca yönelik olarak bir araya gelmiş topluluk demek olur. Demek ki ümmet esasında bir sosyo-politik birlikteliktir. Hiçbir bilinç ve kasıt olmadan, hasbelkader bir arada duran topluluklara ümmet denmez, onlara dense dense “kalabalık” denir.
Keza aynı kökten gelen “ummî” kelimesinin de Kuran boyunca Hz. Peygamber (s.a.v) için okuma yazması olmayan anlamında kullanılmadığını görüyoruz. Bilakis bu kavram bilinçlice, halkın aleyhine bir kasıtla oluşturulmuş her hangi bir sınıfa, kasta, hanedana, oligarşiye mensup olmayan, anasından doğduğu gibi kalarak umuma ait olan, kamunun içinden gelen, Türkçe’deki güzel tabirle “halkın bağrından çıkan” manasına gelmektedir.
Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v), Yahudilere göre kendi uydurdukları oligarşik din adamları sınıfına (nebiim) mensup olmayan, bunun dışındaki genel halkın içinden çıkan peygamber demekti. Kuran’ın ısrarla “ummi nebi” demesi esas itibariyle Yahudilerin şahsında eski dünya dinlerinin uydurdukları Brahman, Şaman, Haman, Mobed, Moğ (Molla?), Haham, Rahip gibi dini-oligarşik kastları dağıtmaya ve dini genele, halka, umuma, kamuya açmaya yönelik bilinçli bir “kasıt” taşımaktaydı. Bunun için o “ümmi nebi” idi.
***
Görüldüğü gibi “ümmilik” yaftası esas itibariyle bir “din adamları sınıfı” ağzıdır. Zira Yahudiler kendilerinden olmayana değil, kendileri içinden din adamları sınıfına mensup olmayana da ümmi demektedirler. Şu ayet bunu gösterir; “İçlerinden avam takımı (ümmiler) kitabı bilmezler. Bildikleri bol hurafe ve kuruntudan ibarettir; yalnızca zannederler (Bakara; 2/78).
Dikkat edilirse ayette ümmiler, hem onlardan/içlerinden (minhum) olmaları, hem de kitabı bilmemeleri ile öne çıkıyor. Demek ki Yahudi din adamları (hahamlar) kendi dışındaki genel halka da ümmi diyorlar. Bu haliyle Türkçe’deki aristokrat ağzın “taşralı, avam” demesini çağrıştırır.
***
Hz. Peygamber’e, Kuran’ı kendisinin yazdığı, birilerinden öğrendiği veya iktibas ettiği şeklinde yöneltilen iddialara karşı Kuran’ın, “Onun okuma yazması yoktu” diye savunma yaptığını göremiyoruz. Bilakis bu tür iddiaları cevaplandırırken başka argümanlar kullanıyor. Bunlardan ön önemlisi şudur;
“Ona bunları bir adam öğretiyor” dediklerini elbette biliyoruz. Kastettikleri şahsın dili yabancıdır. Bu Kur’an ise gayet açık bir Arapça’dır. (Nahl; 16/103)
Ayette bahsedilen ve dili Arapça olmayan adamın kim olduğu tefsirlerde uzun uzadıya tartışılmıştır. O yıllarda Mekke’de yaşayan veya Mekke’ye gelip giden, çok kitap okuyan, dini kıssaları bilen bir takım adamların olduğu anlaşılıyor. Kâfirler Muhammed (s.a.v)’in bunlardan birisi ile ilişkisi olduğunu öne sürüyorlardı. Bu adam veya adamların kim olduğuna dair onlarca isim rivayet ediliyorsa da önemli olan böyle bir durumun söz konusunu olmadığının çok açık bir dille ortaya konmuş olmasıdır.
Burada Kuran’ın böylesi bir ilişkiyi reddederken kullandığı argüman dikkat çekicidir. Muhammed (s.a.v)’in zaten “okuma yazma bilmediği” değil, adı geçen adamın “dilinin yabancı olduğu”, o adamın zaten Arapça bilmediği ifade ediliyor.
Demek ki Hz. Peygamber’in bilmediği şey okuma yazma değil, yabancı dildir. Bu nedenle Kuran’ı kendisinin yazdığı veya birilerinden öğrendiği iddiasını çürütmek için okuma yazma bilmediği tezine tutunmak hem Kuran’ın başvurduğu bir yöntem değildir hem de gereği yoktur, manasızdır. Bilakis okuma yazma bildiğini gösterir birçok delil vardır.
***
Hz. Peygamber’in “Oku” hitabına “Ben okuma bilmem” demesinin, onun okuma yazma bilmediğine dair delil olduğu tezi isabetli görünmemektedir. Çünkü buradaki okumanın, bildiğimiz anlamda okuma yazma olmadığı anlaşılıyor. Bunun ne demek olduğunu anlamamız için ortada daha hiçbir şey yokken vahyin ilk suresinin ilk kelimesinin “Oku” olması üzerinde iyi düşünmeliyiz.
Ayette geçen “İQRA” sözlükte mastar olarak “Okumak, incelemek, selam söylemek, bir araya getirmek, yüklenmek, taşımak” gibi anlamlara geliyor.
Okutmak, öğretmek (iqrâen), birisinin okumasını istemek, dikkatle inceleyip araştırmak (istiqrâ), okuyan, okuyucu, okur (qârî), hayız, hayızdan temizlenme (gur), okuma, okuyuş, kıraat (qırâat), medyumluk, fal bakma (qırâeh), rahle (mıqra), okunmuş, okunan (maqru), okunanlardan toplanan (qurân), doğurmak (qare’e’l-hâmileh), devenin rahminde meni tutunmak (garae’l-nâgati), yel vaktinde esmek (gara’e’l-riyâh) kelimeleri bu köktendir…
Eski Türkçe’de “Yüksek sesle seslenmek, çağırmak, okumak” ifadesi “okı-mak” şeklinde söyleniyordu. Fransızca “ecole” sözcüğü buna benzetilerek yeni Türkçe’de (1935) Arapça mekteb ve medrese yerine okuma, öğrenme yeri anlamında “okul” şeklinde yeniden türetilmiş.
İlginçtir, gerçi kelimenin Sami/Arami kökünde de bu anlam var ama “Yaratan Rabbinin adıyla oku” ayeti Türkçe’deki “Yükses sesle seslendir, çağır, dile getir” anlamında kullanıldığında bağlama uygun düşmektedir. Çünkü sanki yeminin cevabı gibi gelen ilk beş ayetten sonraki bölüm “Buna rağmen insan küstahça azgınlık yapıyor. Zira kendini her türlü ihtiyacın üstünde görüyor” (6-7) denilerek önceki beş ayeti gerekçelendiriyor. Gerçi bu bölümler ayrı ayrı zamanlarda gelmişti ama böyle alt alta aynı bölüme yerleştirilmiş olmasının da bir anlamı olmalı.
Demek ki bir “okuma” yapılması gerekiyor. Öyle ki bu okuma insanı, toplumu, dünyayı, yaşamı, geçmişi, geleceği, iyiyi, kötüyü, varlığı, oluşu, akışı içine alan ve varoluşun özünden gelen derin bir “sesleniş, çağrı ve dillendirme” şeklinde bir okuma olmalıdır. Eşyanın ne manaya geldiğini ve yaşamın anlamını gösteren, örnekleyen bir okuma olmalıdır.
Bu anlamda ayetteki okuma “yazılı bir metni yüzünden okumak, tilavet etmek”den ziyade bir eylem çağrısı olup Türkçe’deki “Ezan okumak (yükses sesle çağırmak), meydan okumak, gözlerinden okumak, yüzüne yüzüne okumak, hayatı okumak, rahmet okumak” deyimlerindeki “okuma”nın kullanılışı gibidir.
Bu durumda mana “Ey öksüz! Tarihin önüne çık ve kendini peygamber olarak tanıt. Allah’ın sözünü insanlığa götür, mesajı taşı, insanları buna çağır. Zulüm karanlıklarını bir güneş (şems) gibi yararak zulme meydan oku. Bunun için varlığı ve hayatı yeni baştan bir okumaya tabi tut. Sonraki çağlar için bunun nasıl olacağını göster. Vahyi yüklen, insanlığa taşı” demek olur.
“Ben okuma bilmem” cevabı da, “Bu okumayı nereden nasıl başlayarak yapacağım“, Dahası “Bunları ben mi yapacağım? Hiç beklemediğim bir şeydi” anlamında (geçici) şaşkınlık halini ifade eder.
Nitekim Hz. Peygamber’in Hira mağarasından indikten sonraki hayatını takip ettiğimizde bildiğimiz anlamda bir “kitap okuma faaliyeti” içine girdiğini göremiyoruz. “Oku” dendi diye kendine kitaplarla dolu kütüphaneler aradığı görülmemiştir. Okuma yazması olmadığını varsaysak bile, eğer buradaki “oku” bildiğimiz anlamda “oku, yaz” vs. olsaydı derhal emre uyarak okuma yazma seferberliği başlatması, buna ilk uyanın da kendisi olması gerekmez miydi? Demek ki buradaki okuma bildiğimiz anlamda okuma değildir.
Peki Hz. Peygamber bu ilk emri aldıktan sonra ne yapmıştır? Bu bize onun “oku” emrinden ne anladığını da gösterecektir.
Ne yaptığına bakımızda, öncelikle vahyi “yüklenmiş”, onu şehre (insanlığa) “taşımış”, meydana atılarak Mekke’de hüküm süren Tanrı, din ve Kabe istismarına dayalı tefeci bezirgan düzenini (yeda Ebu Lehep) tam bir “meydan okuyuşla” sarsmış, “vaktinde esen yel” misali esmeye başlamış, tarihin önüne çıkarak kendini peygamber olarak tanıtmıştır. İşte bu “okuma” (yüklenme, taşıma, esme, meydana okuma) tam yirmi üç yıl sürmüştür. Yirmi üç yılın sonunda bu meydan okumayı her aşamasında yönlendiren sözler bir araya getirilmiş ve ona da söz konusu bu okumayı yönlendiren metinlerin bir araya getirilmesi/toplanması anlamında “Qur’an” denmiştir.
***
“Okuma” (ayetler gelmeye, yel gibi esmeye) başladıktan sonra da gelen ayetler üzerinde düşünmesinin ve dikkatle/tane tane okumasının (tertil) istendiğini görüyoruz. Gelen ayetleri tane tane, dikkatle okuyalım bakalım, bu sözler hiç okuma bilmeyen birisine söylenir mi?
“Sen ey büyük işi yüklenen!
Gece yarılarında kalk!
Ortasında, başında veya sonunda. Kuran’ı düşüne düşüne oku!
Biz sana ağır bir sorumluluk yükleyeceğiz.
Bu nedenle gece vakti, ruh dinginliği ve sağlıklı okuma için daha elverişlidir.
Çünkü gün boyu seni zorlu bir uğraş bekliyor.” (Müzzemmil; 73/1-7)
Ayette geçen “Kuran’ı tane tane (ağır ağır, düşüne düşene) oku” (Rettili’l-qur’âne tertilâ) ifadesi Hz. Peygamber’in okumayı bildiğinin apaçık göstergesidir. Öyle ya bilmeseydi nasıl tane tane okuyacaktı?
Keza sonraki ayette gece kalkışının (naşiete’l-leyl) ruh dinginliği (eşeddu vat’an) ve sağlıklı okuma (eqvemu qiyla) bakımından daha elverişli olduğu beyan ediliyor. Demek ki Hz. Peygamber gece vakitleri kalkarak saf bir ruh dinginliği içinde Kuran üzerinde düşünmekte ve tane tane sağlıklı okumalar yapmaktadır. İşte buradaki okuma bildiğimiz anlamda okumadır.
Hz. Peygamber’in Kuran’ı okumasının ezberinden olduğu, çünkü ona ayetlerin ezberletildiği söylenirse, sözlükte “tertil” herhangi bir şeyi “güzel yapmak” demek olup, kitap için kullanıldığında “yüzünden tane tane okumak” manası kazanıyor. Ayette ise harfi harfine “Kuran’ı tertil ile tertil et” deniliyor yani “Kuran’ı (o dönemde deri parçaları vs. üzerinde yazılı olan ayetleri) üzerinde düşünerek tane tane oku” deniliyor. Bu ise “Hafızandakileri tekrar et” manasına gelmez. Zira bu aynı zamanda tüm Müslümanlara da bir emirdir. Okuma bilmezsek nasıl tane tane okuyacağız?
Öte yandan Hz. Peygambere inen vahyin bir tür talim yaptırılarak ezberletildiğini iddia edenlerin dayandığı “Onu aceleye getirip dilini oynatma. Onu toplamak da okutmak da bize düşer. Biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşunu izle” (Kıyamet; 75/16-18) şeklinde meal verilen ayetlerin ise Hz. Peygambere vahiy indiriliş anının tasviri ile alakası yoktur. Kıyamet suresinde geçen bu ayetler büyük müfessir Ebu Muslim İsfahani’ye göre de suçlu günahkarın mahşer günündeki hal-i pür melalini tasvir etmektedir. Bağlamıyla birlikte o bölümün kanaatimce doğru meali şöyledir:
“Hayır! Kaçacak hiçbir yer yok. O gün varıp sığınılacak tek yer Rabbindir. O gün insana yaptığı ve yapmadığı her şey haber verilecek. Dahası insan mazeret arayıp yaptıklarını gizlemeye çalışsa da bizzat kendi vicdanından kaçamayacak. Öyleyse aceleye getirip yaptıklarına mazeret arayıp durma. Çünkü yaptıklarının bir bir anlatılması Bize aittir. Yaptıklarını bir bir anlattığımızda sen sadece dinle. Yapıp ettiğin her şeyi açıklamak Bize aittir. (Kıyamet; 12-19)
***
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Hz. Peygamber okuması yazması olan, en azından kendine gelen Kuran’ı tertil ile, tane tane okuyan ve bunu ümmetine örnek olsun diye yapan birisidir. Bilmediği şey olsa olsa yabancı bir dildir.
Demek ki “ümmi” oluştan anlamamız gereken şey, okuması yazması olmamak değil; genelin, umumun, halkın içinden çıkan bir peygamberin, dini, din adamlarının elinden alıp genele, umuma, halka ait kılması misyonudur. Bu misyon bugüne yansıyan sonuçları itibariyle son derece önemlidir. Halkı afyonlayan kurumsal eski dünya dinleri ile halkın vicdanı olan özgürlükçü bir din arasındaki fark da esasen burada ortaya çıkar.
Dikkat edilirse Kuran, özellikle Yahudi din adamlarının kendi dışındakileri aşağılamak için kullandıkları “sıradan halk, taşralı, avam” manasındaki “ümmi” kelimesini, Hz. Peygamber için kullandığında utanılacak bir vasıf olarak değil, tam tersi “halkın bağrından çıkan”, veya “kamu vicdanının sesi” gibi bir manaya çevirmiştir.
Şu halde Hz. Muhammed (s.a.v), din adamları sınıfını ortadan kaldıran, kurumsal dinleri yıkan, dini tapınak dini olmaktan çıkarıp halkın vicdanı haline getiren “devrimci” bir peygamberdir. Bütün insanlık, dinî dünya ve özellikle de “sokaktaki adam” ona çok şey borçludur. Bu nedenle “halkın bağrından çıkan” peygamberin getirdiklerine, en çok “halkın bağrında yaşayanların” sahip çıkması gerekir. Çünkü o onların sesidir. Onu koruyup kollayacak olan da, ne devlet, ne polis, ne jandarma, ne mahkemeler, ne hanedanlar, ne kadılar, ne şeyhler, ne dedeler, ne babalar, ne de kiliselerdir. Bilakis “ummi” peygamberin çıktığı yerdir; ma’şeri vicdandır.