“MODERNİST MÜLAHAZALAR”

&

“Söylenenleri gözlüklerinin üzerinden süzerek dinledi… Gençlerin söyledikleri bittikten sonra önce sakalını eliyle sıvazladı… Alnının kırışmasından sinirlendiği anlaşılıyordu. Biraz da göbeğini ovduktan sonra gerinerek şöyle dedi: “Bunlar modernist mülahazalardır…” (İslam’ın Yenilikçileri, c.2, S. A. Han girişi)
Etrafınızda hoca, şeyh, şıh, pir, molla, üstat, abi vs. olarak tanıdığınız bu anekdottaki gibi bir çok karakter (tipleme) görmüşsünüzdür. Yukarıdaki olayı yıllar önce bizzat yaşamıştım; oradakilerden birisi de bendim.
Hazret, kafa konforunu bozan yeni bir fikirle karşılaştığında “Eskiden yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı” (Ziya Paşa) diyerek hemen yaftayı basar: “Bunlar bir takım modernist mülahazalardır…”

Yani “Bunlar modernizmin etkisinde kalmış, kökü dışarıda bir takım düşüncelerdir” demek istiyor hazret…

Eskiler “bid’at” derlerdi, şimdikiler daha ucuzcu…

Yeni bir görüş, farklı bir bakış mı gördü, köstekli saatini çıkarır gibi çıkarır mührünü ve basar yaftayı: “Bunlar modernist mülahazalardır…”

Böylece muhatabın ipini çekmiş olur güya… Artık daha kimse onu dinlemeyecek, ne söylese boşuna olacaktır. Çünkü nasıl olsa aforozu yemiştir. Aforoz fetvasının altına köstekli mührünü basan yaftacımız papaz rahatlığı içindededir artık…

Akif ne güzel tasvir etmiş;

“Yenilik namına vahiy gelse reddetmek

Şöyle dursun o yenilik ki dışardan gelecek

Kendi milliyetinin kendi muhitinde doğan

Yerli, hem haklı yeniliklere dahi düşman”

***

Bunların köstekli mühründen Akif’in bahsettiği “kendi milliyetinin kendi muhitinde doğan, yerli ve hem haklı” fikirler dahi kurtulamaz. İsterse onlar daha modernizm doğmadan asırlar önce söylenmiş olsun… İnkara şartlanmış bir defa: “Modernist mülahazalar…”

Böyle yapmakla, güya bu türden fikirler “İslam’ın bünyesi dışında” gösterilmiş olacak,“kökü dışarıda” damgası yiyecek ve sokaktaki dindarın gözünden düşmüş olacak!

Ya, sokaktaki adama birisi çıkıp, bu türden fikirlerin İslam bünyesi içinde tartışıldığını, İslam kültürünün bunlara hiç de yabancı olmadığını, yani “kökün içeride” olduğunu gösterirse ne olacak?

Olacağı şu: “Onlar da modernist mülahazalardır…”+

***

Sadede gelelim…

Bu yazıda, İslam düşünce tarihinin daha ilk yıllarında ortaya çıkmış bazı “aykırı fikirlerden” bir demet sunacağım. Daha önceki bir yazımda “evrimi teorisi” ile ilgili olarak bunu yapmıştım. Şimdi daha geriye gidiyoruz. Modernizmin esamesi bile yokken ortaya çıkmış, sahabeden, tabiînden , tebe-i tabiînden bir takım “modernist mülahazalar” okuyacaksınız. Hele bakın şu bizim lehçedeki “modernist mülahazalar” ne menem bir şeymiş…

Gerçi modern bir düşünürden etkilenmek ve onun fikirlerini doğru bulmak “sözün namusu adına” ayıplanacak bir şey de değil. Çünkü hakikate dair bazı sözler vardır ki menşeinden bağımsızdır. Fakat şu an sorun o değil. Sorun, bir takım art niyetli, mesnetsiz yaftalamalar…

Hemen hatırlatayım ki niyetim alıntıladığım fikirlerin doğruluğunu veya yanlışlığını ispatlamak değil. Benim öyle düşünüp düşünmediğim de değil. İçlerinde katılmadığım görüşler de var. Fakat İslam tarihinde daha ilk iki yüzyılda hiç de öyle yeknasak (tektipçi) bir fikir ortamı olmadığının, muazzam bir “mülahaza” (düşünce ve yorum) zenginliğinin olduğunun birkaç örnekle de olsa görülmesi gerekiyor.

Buyurun…

***

* Kureyş’ten ilk Müslüman olanlardan, hem Habeşistan’a hem Medine’ye hicret etmiş, Bedir ve diğer savaşlara katılmış, Hz. Ömer’in kız kardeşi Safiyye’nin kocası, Hz. Ömer döneminde Bahreyn valiliği yapan Kudame b. Maz’un el-Cumahî adlı sahabe şarabın helal olduğunu savunuyordu… Şarap içtiği hanımı da dahil şahitlerle kanıtlanınca Hz. Ömer huzuruna çağırdı ve “Bunlar doğru mu?” diye sordu. “Doğru olsa bile bana had cezası uygulayamazsınız çünkü Allah zinayı haram kıldığı gibi kayıtsız şartsız şarabı haram kılmamıştır” dedi ve Maide suresinin 90. ve 93. ayetlerini bu görüş doğrultusunda yorumladı. Hz. Ömer, ayeti yanlış yorumladığını ancak karısı dahil şahitlerin beyanının ortada olduğuna bakarak kendisine had cezası uygulayacağını yani “zahire göre” hükmedeceğini söyledi ve had uyguladı. Fakat “Bedir ehli” bu sahabe görüşünden vazgeçmedi. Uzun süre Hz. Ömer ile küs yaşadı. Nihayet Hz. Ömer’in ısrarlı davetlerine dayanamayarak yanına gitti. Hz. Ömer gördüğü bir rüyayı anlatarak kendisini bağışlamasını istedi ve barıştılar. (es-Saidi; el-Kadaya’l-Kübra fi’l-İslam (İslam tarihinde en mühim hukuki kararlar; çev. Prof. Dr. Yusuf Kılıç).

* Meşhur sahabe Ebu Zer-i Ğifari (öl. 32/653) Tevbe suresi 34-35 ayetlerine dayanarak bir günlük yiyecek dışında “mülkiyet” biriktirmenin asla caiz olmadığını savunuyordu. Müslümanlara, bir günlük yiyecek dışında kalan tüm mal ve mülklerini dağıtmaları çağrısında bulunmaktaydı. Ebu Zer’i sınamak isteyen Şam valisi Muaviye ise kendisine bin altın göndererek ertesi gün “suçüstü” yapmak istediyse de altınların çoktan dağıtıldığını görünce eli boş döndü. (a.g.e)… Ebu Zerci görüşün “şu bizim lehçedeki manası” Proudhonculuk olmasın! Hani şu modern dönemde “Mülkiyet hırsızlıktır” diyen ünlü Fransız anarşist/komünist Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865)…

* İbn Abbas’ın en meşhur talebelerinden Mücahid (öl; 104/721) “reyci” ve “Mu’tezilî” (şu bizim lehçede modernist!) olarak itham edilmiş ilk müfessirlerdendi. İbn Abbas’ın talebeleri arasında yer alan Mücahid, Kur’an’ı kendi şahsi görüşüne göre “fazlaca” yorumladığı, Ehl-i Kitap’a sorduğu, fazlaca dilci olduğu ve lügat açıklamalarında Arapça dışındaki dillere de tefsirinde yer verdiği vs. ile suçlanmıştır. Mücahid’in tefsir tarzında ilginç olan hususlardan birisi de ayette geçen ilgili yerleri gidip görme merakıdır. Mücahid’in Berhut kuyusunu görmek için Hadramevt’e, Harut ve Marut’u incelemek için de Babil’e gittiği bilinmektedir. Mucahid’in tefsir anlayışı kaynaklarda geçtiğine göre, Kur’an’ın kapalı kelimelerini lügat yardımıyla açıklamak, eski Arap şiirinden örnekler vermek, Arapça olmayan kelimelerin o dildeki köklerini bulmak, Ehl-i Kitapla diyalog içinde olmak, tevil ve reye sık sık başvurmak şeklindedir. Örneğin Mücahid, Kıyamet suresinin 23. Ayetinde geçen “Rabbine bakar” ayetine “Rabbinden gelecek sevabı gözler” anlamı vermiş, Allah’ı yaratılmış hiçbir kimsenin göremeyeceğini söylemiştir. Yine Bakara 65. ayetinde geçen “Biz onlara maymunlar olun dedik” ifadesinin fiziki olarak maymun yapma anlamına gelmediğini, bilakis kalplerinde olan bir değişiklik olduğunu ve ayette geçen İsrailoğulları’nın “maymun nefisli insanlar olarak kalmaları” anlamına geldiğini söylemektedir. Mucahid’den bol bol alıntılar yapan Taberi, tefsirinde bu tür “yeni” gördüğü yorumları derhal reddederek (şu bizim lehçede modernist mülahazalar sayarak!) dışlar. (İslam’ın Yenilikçileri; c.1, Mücahid böl.).

* Bir diğer ilk müfessirlerden İkrime (öl; 107/725) İbn Abbas’ın kölesiydi. Aslı Mağribli bir Berberi aileye dayanmaktaydı. Kırk sene İbni Abbas’tan Kur’an ve sünnet tahsil ettiğini bizzat kendisi söylemektedir. Mücahid’in Mutezilî olma iddiası gibi (Mutezile henüz yokken Mutezilî olunuyor!) İkrime’nin de Haricilere meyyal olduğu ithamı vardır. Hatta İmam Malik ve Muslim, bu ön yargı ile ondan uzak durmuşlar, rivayetlerini makbul saymamışlardır. (şu bizim lehçede modernist mülahazalar içinde görülmüşler!) İkrime’nin tefsirinden birkaç örnek verirsek Bakara 19’da geçen Ra’d (gökgürültüsü) kelimesinin “bulutları kaplayan melek” anlamına geldiğini, Nisa 3. ayetinin (çokeşlilik ayeti) erkeklerin eşlerini artırmasını değil azaltmasını amaçladığını, çok eşliliğin emredilmediğini, bilakis yetimlerin mallarını alıp eşlerine harcayanların bundan men edildiğini ve bunun için de bire indirmenin istendiğini söylemiştir. (bkz. Razi;, Nisa 3. ayet tefsirinde).

* Mabed el-Cuheni (öl.80/699) iman esasları arasında “kadere iman” diye bir şeyin olmadığını savunmaktaydı. Ebuzer-i Ğıfari’nin öğrencilerindendi. Emevilere karşı gelişen muhalif söylemin ilk destekçileri arasındaydı. Emeviler Beytü’l-Mal’ın Allah’ın kendilerine bahşettiği bir nimet olduğunu, oradan diledikleri gibi harcama yetkilerinin bulunduğunu, bunun bir “kader” olduğunu, buna karşı çıkmanın ve eleştirmenin Allah’ın “yüce kaderine isyan” anlamına geleceğini söylüyorlardı. Mabed el-Cuheni ise buna karşı “Kader yoktur, olaylar oldukça bilinir” diyordu. “Emevi saltanatının Müslümanların başına bela olmasının sorumlusunun yüce Allah olamayacağını, Allah’ın önceden böyle bir kader çizmiş olmadığını, herkesin yaptığının kendine ait olduğunu ve bunların hepsinin hesabının Allah tarafından ahirette tek tek sorulacağını” savunuyordu. Mabed el-Cuheni’ye fikirlerinden vazgeçmesi ve Emevilere biat etmesi için Haccac tarafından ağır işkenceler yapıldı. Ancak o bütün bu işkencelere rağmen düşüncelerinden (şu bizim lehçede modernist mülahazalarından!) vazgeçmedi ve işkence altında 80/699 yılında şehit edildi. (İ. Yenilikçileri; a.g.c.)

Gaylan ed-Dımeşki (öl.120/737) insanın özgür iradesinin bulunduğunu, olayların önceden takdir edilmesi diye bir şeyin olmadığını, olayların oldukça bilindiğini, Allah geçmişte, şu anda ve gelecekte olduğu için, yarın ne olacağının bilinmesi gibi bir özelliğin ona nispet edilemeyeceğini, çünkü onun zamandan ve mekandan münezzeh olduğunu, kula fiili yapma (istitaat) gücü verildiğini, kulun da bu güçle özgür iradesini kullanıp fiillerini yarattığını, hem kötü işleri takdir edip hem de kulun bunları işlemeye mecbur bırakılmasının muhal olacağını söylemiş, Kur’an’ın mahluk (tarihsel!) olduğunu iddia etmiştir. Emevilerin resmi yorumuna karşı çıkmak anlamına gelen bu fikirler sapıklık ve bid’at ile suçlanmış (şu bizim lehçede gayet modernist mülahazalar olarak görülmüş!) ve Emevilerin resmi fetvacısı olarak bilinen İmam Evzai’nin katl fetvası ile, önce elleri ve ayakları kesilmiş, sonra da çenesi kırılıp dilleri kesilerek işkence altında şehit edilmiştir. (a.g.e)

Hasan el-Basri (öl. 110/728) Risale ila Abdulmelik bin Mervan fi’l Kader (Abdülmelik bin Mervan’a Kader hakkında Risale) adlı Emevi sultanına yönelik mektubu ile tarihe geçmiştir. Bu mektupta Hasan-ı Basri kaderi iman esasları arasında saymaz ve önceki Mabed el-Cuheni’nin ve Gaylan ed-Dımeşki’nin savunduklarını savunur. (a.g.e) Fakat nedense bu risale pek bilinmez. Çünkü şu bizim lehçedeki “modernist mülahazalarla” doludur!

Cehm bin Saffan’a (öl.128/745) göre Allah zamandan ve mekandan münezzehtir. “İstiva” ayetinin asıl manası Allah’ın arşa hakim olmasıdır. Her yerde mevcut olan bir yüce varlığın belirli yere ve yöne inmesinden söz edilemez… Kur’an ve hadislerde Allah hakkında geçen “yed”, “vech”, “hicap” vb. tabirlerin zahiri manalarıyla ele alınmayıp akılla tevil edilmesi gerekir… Yokluk bilgiye konu teşkil etmez. “Sizi deneyeceğiz ki gayret gösterenlerinizi ve sabredenlerinizi bilelim (47/31)” ayetindeki “bilelim” ifadesi Allah’ın bilgisinin sonradan olduğunu göstermektedir…İnsanın amellerini yazan özel melekler yoktur; ruhu bedenden ayıran da ölüm meleği değildir. Kabir azabı, sorgu melekleri, mizan, sırat köprüsü, (peygamberin) şefaatı da yoktur. Cennet ve cehennem henüz yaratılmamıştır. Cennet ve cehennem ebedi değildir; yok olacaktır. Çünkü Allah’tan başka ezeli ve ebedi olan hiçbir şey yoktur. Rabbimizin “zatı” dışında hiçbir şey ezeli ve ebedi değildir. Nitekim Allah’ın “el-Evvel” ve “el-Ahir” isimlerinin tecellisi için her şeyin ondan sonra ortaya çıkması ve ondan önce de yok olması gerekmektedir…(a.g.e)

Nazzam’a (öl. 232/845) göre Allah saf iyiliğin kaynağı (mahz-ı hayr) olduğu için kötülüğü yapmak tabiatı gereği muhaldir. Bu nedenle kötülüğü isteyemez. İsterse kendi tabiatıyla çelişir. İlahî tabiatın yapısında “kötülük kudreti” yoktur. “O’nun kötüye gücü yeter fakat fiil olarak yapmaz” diyerek Allah’ın fiillerini sınırlandıranlar, aynı şeyin Allah’ın kudreti için yapılmasına şaşırmamalıdırlar… Allah’ın bir şeyi irade etmesi demek “eşyayı ilmine göre yaratması” anlamına gelir. Allah’ın dilemesi ise “kulların belirli bir şekilde davranmasını isteme ve emretme” demektir… İcma, kıyas ve haber-i ahad dinde delil olamazlar… Ümmetin yalan üzerine birleşmesi mümkündür… Doğa yasalarına aykırı olağandışı olayların olması mümkün değildir. Bu anlamıyla mucize yoktur. Bilakis mucize doğa yasalarının bizzat kendisi ve yaratıldıkları hal üzere işlemeleridir; tersine hallerin vuku bulması değil… Ruh bedenden, beden de ruhtan ayrı değildir. Bu ikisi birbirini tamamlayan bir bütündür… Kur’an’ın gaybî konular dışındaki ayetlerinin icaz özelliği de bulunmamaktadır. Eğer Allah menetmemiş olsaydı onlar gibisini insanlar da yazabilirdi… Geçmiş namazların kazası diye bir şey olmaz… Teravih namazı gereksizdir (bid’attir)… Cin görmek fizik olarak imkansızdır… “Sen boşsun, hürsün, ailene git, koş git” vb. kinayeli sözlerle boşanma olmaz… Aynı şekilde “Sen bana anamın sırtı gibisin” denilerek boşanma kastıyla söz söylemekle (zıhar) de boşanma olmaz… Pislik sözkonusu olmadıkça uyku abdesti bozmaz… İman büyük günahlardan kaçınmaktır. Büyük günah işleyenler imandan çıkmış olurlar… (a.g.e)

***

Burada kesiyorum.

Yani miladi 845 tarihinden sonraya geçmiyorum.

Görüldüğü gibi bu “mülahazalar” en erken dönemlerden; 1200 küsür yıl öncesinden…

Bırakın modernizmi, Yunan felsefesi ile bile daha tam karşılaşılmadığı yıllardan…

Sonraki Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd’ler vs. daha üçyüz, dörtyüz yıl sonra… Onlara hiç girmedim. Sadece İslam’ın ilk iki yüz yılı ile sınırlı tuttum.

Böyle onlarca, yüzlerce “mülahaza” gösterebiliriz. Bunlar sadece küçük bir demet…

Demek ki eğer İslam düşünce tarihinin tamamına girilecek olsa, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Modernite denilen son üç beş asırlık olay İslam düşüncesini değil; İslam düşüncesi moderniteyi etkilemiştir!

Müslümanlar nasıl bir köke sahip olduklarını bilmiyorlar. İslam düşünce tarihi ikliminin kendini nasıl bir “dünya düşüncesi” haline getirdiğinden habersizler. Öyle ya elifi görsek mertek mimi görse tokmak sanacak hele düşürülmüş; neyi, nereden, hangi altyapıyla okuyup öğrenecek?

Yazının girişinde dediğim gibi, bu tür görüşlerin doğruluğu veya yanlışlığı, ya da onlara katılıp katılmamak ayrı bir konu…

Şunu görmemiz gerekiyor: Bugün birileri çıkıp bu tip görüşler savunsa bunlar hiç de “modernist mülahazalar” olmaz. Böylesi ithamlar hem kolay, hem ucuz, hem de gayet rantabl (getirisi çok) görülerek “köstekli mühür” ve “desteksiz atış” durumlarına düşmek göze alınıyorsa orada lâl olurum, el-hak!

Kanaatimce dini düşence alanında duyduğunuz, bize aykırı gibi gelen bir “mülahaza”, bilin ki, % 90 geçmişte söylenmiştir! Hem de çok uzak geçmişte; tâ İslam’ın ilk yıllarında… Bunu böyle bilesiniz…

Şu halde Allah’ın kavlî (vahiy) ve kevnî (tarih, yaşam, doğa, insan) ayetlerini anlamak, onlarla kendini açmak ve inkışaf ettirmek için tefekkürün sürmesi, yorum zenginliğinin kurumaması ve samimi gayretlerle yapılmış “mülahazaların” bir kökün inkışaf seyrinde alabildiğine serpilip boy atması gerekiyor. Çıkarsa bir şeyler buralardan çıkacak!

Aksi halde düşünce dünyası çöle dönmüş bir alemde ne çiçek açar, ne gül yetişir. Diken ve kaktüsten başka ne çıkar oradan? Açlık, susuzluk, serap, “kahır hep kahır”dan başka ne olur orada?

5 yorum

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular