Malum, İbn Haldun’un (öl. 1406) Mukaddimesi’nde en temel kavram “mülk”…
Öyle ki tüm Mukaddime “mülkün tabiatına dair” derinlemesine analizdir. Mukaddime’de mülk, kök anlamına uygun olarak “iktidar ve mal” anlamında kullanılır. Mülkün iktidar boyutuna daha fazla değinilirken mal boyutu da ihmal edilmez.
Mal-emek-değer arasındaki ilişkileri köklü bir şekilde ele alan İbn Haldun, Karl Marx’ın (öl. 1883) ekonomi politiğini andırır açıklamalar yapar. Öyle ki bilmeyen birisi bu metinleri okuyunca İbn Haldun’u beş yüz yıl öncesinden Marx’ın hocası bile zannedebilir.
Malum Marx, Das Capital’e “meta” ile başlar. “Meta dışımızdaki bir nesnedir” tanımıyla başlayan eser tümüyle meta, mal, para, sermaye, emek, değer kavramlarına, bunların birbiriyle ilişkisine ve dönüşümlerine ayrılmıştır.
Bunlar aynı zamanda Kur’an kavramlardır; meta, mal, altın ve gümüş/dinar (para), ruûsu’l-emval (sermaye/anapara), sa’y, kesb (emek)…
***
İbn Haldun’a göre amel ve sa’y (emek, çaba, hizmet, mesai, iş, çalışma) bütün iktisadî faaliyetin temelidir. Emekle elde edilen şeye rızk, kesb, künye, iktina, müktena (birikim, terâküm), menfaat, istifâde, fayda, hâsıla ve kâr, mefâd, servet, sermaye, zâhire adını verir. Ona göre emekle üretilen malın bir kıymeti (değer) vardır. Bu değer o malı meydana getirmek (tahsil) için harcanan emeğin değerine denk ve eşittir. (Marx’da metanın kullanım değeri). Şu halde malın hiç bir kıymeti yoktur. Önemli olan o malı üretmek için harcanan emektir, dolayısıyla malın fiyatı, mala harcanan emeğin karşılığı anlamına gelir. (shf. 889).
İbni Haldun’a göre nerede rızk ve gelir varsa orada nüfus çoktur. Rızk nüfusa değil; nüfus rızka tabidir. Diğer bir ifadeyle maddi şartlar manevi şartları belirler (Marx’da alt-yapı üst-yapı). Mülk ve devletten ahlaka varıncaya kadar her türlü toplumsal değeri belirleyen maddi şartlardır. (shf. 990).
İbn Haldun, geçim şekilleri ve kazanç yollarını başlıca dört kısma ayırır;
1- Zirâ’a (tarım, çiftçilik/maddi üretim),
2- Sınâ’a (ilim, kültür, el sanatları/manevi üretim)
3- Ticâre’ (alım-satım)
4- İmâre’ (emirlik, yöneticilik)
İbn Haldun’da bu sıralama aynı zamanda üstünlük sıralamasıdır da.
Ziraat mahiyeti icabı diğer tüm maişet yollarından önce gelir. Zira ziraat/çiftçilik teorik düşünceye ihtiyaç göstermeyen basit, tabiî ve fıtrî bir geçim yoludur. İbn Haldun’a göre çiftçilik genellikle bedâvet aşamasında kalan toplulukların mesleğidir. İlk, en eski ve tabiî olması sebebiyle çiftçilik aynı zamanda Hz. Adem’in de geçim yolu olmuştur.
Sanatlar, çiftçilik gibi tabiî/basit değil mürekkep, ilmi, fikir ve nazar (düşünce) gerektiren bir uğraştır. Yani, kafa yorma, el sanatı, zihni uğraş, ilim, kültür ve yetenek gerektiren bir iştir. Bu haliyle sanatlar (sınaî) bedâvet aşamasını geçmiş hadâret aşamasını yaşayan toplulukların geçim yoludur. Bu işlerin piri ise aynı zamanda ilk terzi olan Hz. İdris’tir.
Ticaret ise İbn Haldun’a göre ziraat ve sanatlar gibi üretici değil; üretilenleri alıp-satıcı bir meslektir. Bu açıdan ticarette kurnazlık ve hilekarlık çok görülür.
İmaret ise geçinmek için siyasi gücü ve idari makamı kullanarak kahren başkasının malına el koymak yoluyla olur. Dolayısıyla İmaret (devlet işi) tabiî bir geçim yolu değildir. İbn Haldun, imaret dediği devlet işlerini tabiî geçim yolu olarak görmez. Devlet işinde çalışan memurları kendi başına iş yapamayan, kadınımsı (acz ve muhannes) insanlar olarak tavsif eder. Başkasının işinde çalışmayı adamlık (erkeklik) nokta-i nazarından iyi bir şey olarak görmez. İbni Haldun’a göre sermayesini korumak ve zengin olmak için devlete yanaşmayanlar, kendi tabiriyle “boyun eğip yaltaklanmayanlar” servet sahibi olamazlar. Çünkü makam mal getirir. Kim iktidar makamlarını ele geçirirse veya iktidarı elinde tutan asabiyet sahiplerine yanaşırsa (yaltaklanırsa) zenginleşir… Öyle anlaşılıyor ki İbn Haldun iktidar sınıfını, siyasi/askeri güçleriyle sırf yöneticilik yaparak geçinen yiyici, asalak bir sınıf olarak görmektedir. (shf. 890-92)
İbn Haldun’un bu dört temel geçim yolundan ilk ikisine iyi, diğer ikisini de kötü baktığı anlaşılıyor. Ona göre ziraat ve sanatlar kişinin doğrudan kendi emeği ve alın terine dayandığı için en muteber geçim yoludur. Ancak her iki muteber (ve asil) geçim yolu genellikle insanları zengin etmez. Bunun için insanlar zenginleşmek için ya devlete yanaşıp yaltakçılık (mudâhene) yaparlar ya da ticaret kurnazlıklarıyla zengin olmaya çalışırlar. Bu sebeple Kur’an en çok imaret (iktidar/devlet) ve ticaret (alım-satım) işiyle meşgul olanların haksızlıklar yaptığını bildiği için sürekli olarak bu kesimlere ahlaki öğütler verir, adalete, doğruluğa, dürüstlüğe ve erdemli davranışlara çağırır. (shf. 889-92)
İbn Haldun’un hadarî (şehirli) bir meslek olarak gördüğü sınaî (sanat, zenaat, üretim, bir şey icat etmek) uğraşlar bugün anlaşıldığı anlamdaki “sanatçı” kavramından çok daha geniştir. Onun kendi zamanından örnekler vererek anlattığı sanat kollarından bazıları şunlardır; çifçilik, mimari, marangozluk, dokuma ve dikiş, ebelik, tıp, kitabet, sahaflık, musiki, hesap vs. Buradan anlaşılıyorki İbn Haldun sınaî meslekler derken şehirli bir toplumun topyekün üretim hasılasını anlamaktadır. Bugün bir milletin üretim/istihdam/ihracat potansiyeli neyse İbni Haldun’un “sınai” uğraş dediği şey odur. Bilim, kültür, sanat, inşaat, tekstil vs. üretime dayalı tüm alanlar “sınai” uğraşların içine girer. Nitekim bugün bile İbn Haldun’un “sınai” kavramı “sanat/sanayi” olarak kullanılmakta ve her tür üretim ve yaratıcılık kasdedilmektedir.
İbn Haldun, hadarî rekabeti ve ilerlemeyi işte bu sınaî yaratıcılığın gelişmesine bağlamaktadır. “Sanatlar ancak taliplerinin fazla oluşuyla iyileşir ve ilerler.” sözünün bugün için anlamı gayet açıktır: “Üretim, istihdamı ve ihracatı doğurur.” Bunu hangi ülke en iyi yaparsa kalkınmış ve ilerlemiş olan da odur. Her alandaki sınaî üretim iş kollarının çoğalmasına sebep olur, işsizlik ortadan kalkar. İyi ve kaliteli mallar üretince insanlar sizden alışveriş yaparlar. Giderek dünyanın başka yerlerine ürettiğiniz malları satar, ihraç edersiniz. Böylece ülke kalkınır, mamur hale gelir. “Harab olmaya yüz tutan şehirlerde sanatlar noksanlaşır.” sözünün anlamı da ortadadır: “Eğer bir ülkede istikrar olmazsa sınaî yaratıcılık (üretim) durur.”
***
İbn Haldun “umran” kuramını inşa ederken iç içe geçmiş tam on bir mukaddime yazmıştır. Bu mukaddimelerde ele aldığı konular esas itibariyle şunlardır;
Genel Mukaddime; Tarihin doğuşu
1. Mukaddime; Toplumun doğuşu
2. Mukaddime; Ümranın doğuşu
3. Mukaddime; Irkların doğuşu
4/5. Mukaddime; Ahlakın doğuşu
6. Mukaddime; Dinin doğuşu
7. Mukaddime; Medeniyetin (Bedevilik/Hadarilik) doğuşu
8. Mukaddime; Devletin (Mülk ve Asabiyet) doğuşu
9. Mukaddime; Şehirlerin doğuşu
10. Mukaddime; İktisadın (Ekonomi) doğuşu
11. Mukaddime; Bilimin (İlimler) doğuşu …
Öyle görünüyor ki İbn Haldun’un giriştiği iş bir tarih felsefesi/sosyoloji olmak durumundadır. Nitekim kendisi, değil İslam aleminin dünyanın ilk sosyoloğu kabul edilmiştir. Zira Aristo’dan beri tarih ve toplumsal ilimler “bilim” olarak görülmüyordu. İlk defa İbn Haldun, Aristo’ya katılmayarak, “Doğanın nasıl yasaları varsa tarihin ve toplumsal olayların da bir yasası olmalı” diyerek, tamamen kendi orijinal “icadı” olarak ümran ilmini kurmuştur.
Bu açıdan bakıldığında İbn Haldun modern sosyoloji akımları içinde toplumsal olarak da bir “yasa” bulmaya çalışan Comte, Durkheim ve Marx’a benzer. Bulduğu yasa veya yasalar yer yer bunlarınkiyle örtüşür. Öte yandan sosyal olaylarda tıpkı doğadaki gibi genel-geçer yasaların olamayacağını söyleyen Weber, Poper vb.den ayrılır. Yine, tarihsel olayların kendi zamanlarının ürünü olduğunu, bütün bir tarihsel zamanlar için geçerli yasalar olamayacağını söyleyen Diltheyci tarihselcilik ve toplumsal olaylardan öte doğada bile böyle yasalar olduğunu iddia edip her şeyi o tekçi yasayla (veya yasalarla) açıklamaya girişmenin ve toplumda veya doğada değişmeyen hakikatler aramanın mutlakçılık, tekçilik, dogmatizm, totallik vs. olduğunu söyleyen Fayarabend, Derrida, Deleuze, Lyotard vb. tarzı post-modernlik İbni Haldun’a yabancıdır.
İbn Halduncu söylem daha çok post-modern değil modern söylemle örtüşür. Yakından bakıldığında Comte’nin “metafizik, teolojik, pozitif dönem, üç hal kanunu” kavramları, Marx’ın “alt yapı, üst yapı, sınıf çatışması, emek” vb. kavramlarıyla İbn Haldun’un “mülk, asabiyet, bedevilik, hadarilik, ümran” kavramları aynı mantığın yani toplumsal/tarihsel alanda bir takım “yasaların” bulunduğu, bunların tecrübeyle aranıp bulunabileceği mantığının ürünüdür.
Öte yandan “ümranın kanunlarını bulma” noktasında bir Rönesans aydını gibi düşünen İbn Haldun Rönesansın sonucu olan “modernitenin insan ahlakı üzerindeki etkileri” konusunda ise post-modern söyleme yaklaşır. İbn Haldun bir anlamda şöyle demektedir; “Bedevilikten hadariliğe geçiş şu kanunlara göre olur. Ama hadariliğin insan ahlakını bozduğu, kötü sonuçlar doğurduğu da bir gerçektir. Bu açıdan eleştirilmedir…”
Bu noktada İbni Haldun “hadariliğin ahlaki bozulmaya yol açtığı” düşüncesiyle 15. yüzyıl sonrası yükselen moderniteye (İbni Haldun jargonuyla yeni bir hadarileşme) ilk ciddi eleştirileri yönelten J.J. Rousseau’ya benzer. Rousseau, “Bilim ve icatların gelişmesiyle insanlar sadelikten ve doğallıktan uzaklaşmış, kendine yabancılaşmıştır. Ahlak ve erdem yerine bilgiçlik önem kazanmıştır. İnsanlar duygusuz kuru akılcı bir yaratık haline gelmiştir…” diyordu.
İbn Haldun hadariliğin, Rousseau da modernitenin sonuçları konusunda hemfikirdir. Ancak her ikisi de bunu bütün kötü sonuçlarıyla beraber bir olgu olarak kabul eder. Bu durumdan kurtulmanın yolu tekrar eski doğal hale dönmektir. Ancak şehirli toplumların tekrar köylüleşmesi de mümkün değildir. Yani medeniyetin tersine çevrilmesi de imkansızdır. Bunun için yapılması gereken şey her ikisine göre de “şehirde doğallığı korumak”tır.
Bunu İbn Haldun “Kanunlar zora, baskıya ve korkuya dayanırsa, bu, halkın tesirli metanetini kırar, mukavemet kabiliyetini yok eder. Zulme uğramış (şehir) insanına tembellik ve bezginlik çöker…” şeklinde açıklar. Rousseau ise “Devletin görevi insanların doğallığını korumak ve gelişmelerini sağlamaktır. Bu da ancak toplum ile devlet arasında gerçekleştirilecek bir sözleşmeyle mümkün olur…” der.
Görülüyor ki her iki düşünür de “şehirde özgürlük”ten yanadır. Böylece insanların ilk doğal hali korunmuş olacak, kendine güvenen, cesur, yaratıcı bireyler toplumsal gelişmenin dinamiği olmaya devam edeceklerdir. Yine İbn Haldun’un “Şehirdeki baskıcı kanunların insanları körelttiği, bezginleştirdiği, yaratıcılığı öldürdüğü, şehirli hadarinin kaypak, kurnaz, ürkek hale geldiği” görüşü Çinli filozof Lautse’nin “Baskıcı ülkelerin insanları riyakar olur” sözüyle de örtüşür..
Keza İbni Haldun’un birinci mukaddimede anlattığı “Mülkün (devlet, hükümdar) ortaya çıkışı tabiî/fıtridir.” görüşü, Huig de Groot’un “doğal devlet” görüşüyle, “İnsanlar şehirdeki iş bölümü, yabani hayvanlardan ve hemcinslerinin tecavüzlerinden korumak için kudretli bir el (hükümdar, devlet) ihtiyacı içine girerler” görüşü, Locke’nin “Devletin görevi savunma ve çıkar çatışmasını düzenleme (adalet, hukuk) tur” görüşüyle, “İklimin (coğrafyanın) insan karakteri üzerinde etkileri vardır” görüşüyle Montesque’nun “Kanunlar milletlerin manevi yapılarına göre olmalıdır, her milletin yaşadığı coğrafyanın etkisiyle oluşan manevi bir tabiatı vardır” görüşüyle, “Değer o malı meydana getirmek (tahsil) için harcanan emeğin değerine denk ve eşittir” sözü Marx’ın “metanın kullanım değeri” dediği şeyle tıpa tıp aynıdır.
***
Doğrusu Mukaddime’yi okudukça bu eseri yazan kişinin hangi çağda yaşadığı konusunda insan oldukça şaşırıyor. Evet, bu satırların yazarı 1406 yılında vefat etmiştir! Tam altıyüz sene önce söylenmiş sözlerdir bunlar…
İslam dünyasında hadisinden kelamına, tasavvufundan tefsirine; Gazzalî, Eş’arî, Sufî, Selefî, Şiî, Sunnî yüzlerce, binlerce ekol oluşmasına rağmen neden İbn Halduncu bir ekol oluşmamıştır?
Meta, mal, emek, altın, gümüş, sermaye, infak, kenz vb. onlarca kavram doğrudan Kur’an’da geçmesine rağmen neden fıkhın muamelat kısmını aşamayarak Kur’an’a dayalı bir ekonomi-politik bu topraklarda yeşerememiştir?
İbn Haldun altıyüz sene önce (14. yüzyıl) bunu başlatmıştı, neden devam etmedi, edemedi?
İbn Haldun’un fikirleri neden batı toprağında boy attı da, İslam toprağında yeşeremedi?
Düşünün…
Sayın İhsan Eliaçık;siz de İbni Haldun gibi Ticareti ve yöneticiliği makbul bir meslek olarak görmüyorsunuz ama bilindiği gibi peygamberimiz de hem ticaret yapardı hem de yöneticiydi bunu nasıl izah edeceğiz. Makalenizdeki fikirler çok güzel idealler, ahlaklı ve erdemli toplum bütün peygamberlerin ve filozofların arzusu fakat Aristodan beri bu ideal toplum hiçbir zaman mümkün olmamıştır,olması da
Rasulullah (a.s.) ticaretle uğraşmıştır, aynı zamanda yöneticidir de… Ama, O tüccar ve yönetici sınıflara karşı çok dehşetli uyarılarda bulunmuş; haktan, adaletten ve doğruluktan ayrıldıkları takdirde şiddetli bir azapla cezalandırılacaklarını haber vermiştir.<br>Diğer yandan diğer iki sınıf zulme doğrudan bulaşmıyor olabilirler fakat zulme seyirci kalmak da zulumdur. Bu sınıfların imtihanı da
-mazlumdan yana tavır koyan Kuran usulü çerçevesinde kadınlara hakları evrensel <br>manada verilmiş midir, yoksa bu tür kayırmalar tedrici bir yönteme mi dayanmaktadır.<br>örneğin miras hakkında kadınlara erkeğin yarısının verilmesi tarihsel bir hüküm müdür <br>yoksa bozuk olan bir sistemi iyileştirmeye ve nihayet erkekle kadının mirastan eşit<br>faydalanması için şartların henüz oluşmadığı ama
hocam konuyla ilgisi olmayan ama sormam gereken bir soru daha var<br>-1000 sene sonra ineceğini varsayacağımız vahiyde karakartallar kanaryaları yendi ifadesi <br>bugünkü şartlarda beşiktaş ve fenerbahçe yi anlatmaktadır. peki 1000 sene sonraki <br>insanlığın anlayamayacağı bir sembolizm neden Kuran da yer almaktadır. Süleyman <br>kıssasındaki cinler, kuşlar, karıncalar gibi ifadeler neden vahyin
Evet işte bak bu yoruma ben de katılıyorum, ağzına sağlık benim bi türlü bir araya getiremediğim kelimeleri bir araya getirmişsin, gerçi 4 yıl olmuş ama farketmez soru benim için buharı üstünde bir soru…<br />Mesala benim aklıma şöyle bişey geliyor; önceki toplumlara mücizeler getirildiği halde inanan anandı inanmayan inanmadı, son Rasül'ün toplumuna ise öncekileri tasdik eden Kuran, O'
BEN CE İHSAN HOCA ŞURDA HATA YAPIYORSUN.İSLAM SOSYAL ADALETÇİDİR VE SERVETÇİLİĞE KARŞIDIR FAKAT HAYATI EKONOMİK MERKEZLİ YORUMLAMAZ VE İNSANI MANEVİ İHTİYAÇLARA YÖNELTİR.MÜLKİYET MERKEZLİ YAKLAŞIMLARINIZIN EKSİK OLDUĞU KANISINDAYIM.AYRICA MÜLKİYETİ YARATAN DÜNYEVİ İKTİDAR SEVGİSİDİR.YANİ OTORİTE HIRSIMIZDIR.DOLAYISIYLA İSLAM MARXİZME DEĞİL PROUDHONA VE ANARŞİZM-DEVLETSİZ TOPLUM İNANCI-DÜŞÜNCESİNE
peygamerin cinlere ve falcilara karsi geldini soyluyorsunuz ve peygamerin gelisini dunyaya bir falci gordu ve haber verdi diyorsunuz bu ne yaman celiski.
öncelikle resulullah as da imamlar da imam-ı azam da ticareti semirmek, toplamak, deniz feneri ile cukkalamak, dersaneler açmak, bankalarla kar payı adında faiz götürmek için değil TOPLUMUN İHTİYAÇLARINI GÖRMEK ve de kazandıkları gelirlerini İLİM VE İRFAN YOLUNDA KULLANMAK için harcadılar. arkadaşlar, ticaret ile ilgili yuvarlamalardan kaçınmalı, İSLAM DÜNYASININ ZELİLLİĞİNİN TEK SORUMLUSU
s.a sevgili kardeşim ben ilim adamı değilim.iş adamı gözüyle bakıyorum olaya.bir fabrika kurdum ve 100 ihtiyaç sahibi insan çalıştırıyorum.iyi para kazandım zekatımı verdim yardımlar yaptım çevremdeki ihtiaç sahiplerine el uzattım.. ancak birkaç sene sonra yeni bir fabrika kuracak kadar param oldu.şimdi o parayı dağıtmaktansa 100 ihtiyaç sahibi kişiyi iş vermek daha islami ve insani değilmi*
Değerli hocam;<br>Adını ve görüşlerini üniversitede çok kısıtlı müfredatla öğrendiğim bir alim (İBN HALDUN) ile ilgili çok değerli bilgileri, kendi bakış açısınızdan ve diğer ünlü sosyolog, felsefeci ve iktisatçıların kuramlarıyla da mukayese ederek bir makale altında sunmuşsunuz. Emeklerinize binlerce teşekkür. <br><br>15 gün öncesine kadar yaşadığınızdan bile habersiz olduğum sizi televizyonda
Sayın İhsan Eliaçık,kavramları yerli yerinde kullanmazsanız toplumu yanıltmış olursunuz.Ticaret yapanları kurnaz ve hilekar olarak tanımlarsanız okurlarınız da tacirlere kötü gözle ve şüpheyle bakarlar(H.Ç.yorumu gibi)Ülkede 5 milyon ticaretle uğraşan varsa içlerinden 3-5 yüzbin sahtekar çıkabilir bunlara bakarak ticaret erbabına hilekar demek çok ağır bir ithamdır.Sizin meslekte de bozuk
katılıyorum veli bey
Katilmiyorum Veli Bey,<br> Turkiye gibi Islam`in ve Kur`an`in icsellestirilemedigi ulke ve toplumlarda, alinteriyle zengin olanlarin sayisi, tecrubelerimle iddia ediyorum YUZDE IKI dolayindadir Halkimiz ne guzel soylemis, cok laf yalansiz, cok mal haramsiz olmaz diye.<br><br> Zenginlerin kahir ekseriyeti> 1=Devlet ihalelerine konmakla 2=Uyusturucu tacirligi ile (Otobos=hostos hikayesi)
Veli bey ve onun gibi yorumlayanlar;<br>Yani özelliklemi yapıyorsunuz ki sanıyorum öyle.Sayın ihsan Eliaçık,çağlar boyu devam eden ve halen süregelen bir hastalağın Kuran ve İslamnın ilk çıkış mantalitesini,fakku ragabe yi dedirten saikleri,islama ilk girenlerin neden köleler,fakirler ve mazlumlar olduğunu,ve bu yüzden Kuran ayetlerinin devamlı olarak zulmeden,kazandığıyle akrabasını,fakirleri,
Bence değerli aktarımları yapan İhsan beyin pozisyonu şu anda "sizin bildiğiniz size benim bildiğim bana " durumundadır.<br>Bence İbn Haldun yorumu gayet yol gözterici insani bir yorumdur.KURAN'I KERİM de bildirilen uyarıları sevgili paygamberimiz,Ebu Bekir ,Ömer ve diğer değerli insanlar anlamış ve ona göre yapmışlardır işlerini.Şeref ve Kerem makamına yükselme kazancı yüzdelerle
Mehmet Ali Aktar beyin yorumuna tamamiyle katılıyorum.Bir kaç ek ile yinelemek istiyorum.<br> Yaşadığımız sistem içerisinde bu yolları kullanmadan zengin olan var mı??? <br>1-Devlet ihalelerine konmakla <br>2-Uyusturucu tacirligi ile (Otobos=hostos hikayesi)ile, <br>3-Kazanlarla kazanip, calisanlarina kasigin burnuyla veremek suretiylezulum ve semirme yoluyla, <br>4-Zamaninda tesadufen mulk
Türkiye düşünmeye başladı artık!..Zihninize ve bedeninize sağlık..<br>Pek tabii ki bir toplumda Ticaret ile uğraşanlar da olacak, yönetim işini meslek edinenler de!..Ancak önemli olan 'Adalet' kuralının her alanda olması gerektiği gibi çalışmasıdır..Bu iş de düzenli çalışan bir sistemi gerektirir..Küçük bir örnek verelim: Sindirim sistemi basitçe Ağızda başlar, Yutak, Mide, İnce barsak..
dünyaya gelen bütün peygamberler hep dünya işlerini yanlış yapanların üzerine gelmişlerdir ve görülen odurki biz insanlar en çok günahı ticaret yolarından haksız kazançlardan başkalarının sırtından kazanmak yolundan işliyoruz çünkü bu kuranı iyi okumuyoruz ve onu iyi anlamıyoruz ve Allahı dinlemiyoruz ve bu dünyayı ben istediğim gibi yönetirim diyerek kimimiz kral kimimizde patron oluyoruz ve bu
casiye suresinin 13. ayetine görede yüce Allah bu mülkünü sadece bu yahudilere bu siyonistlere vermedi.<br><br>yüce Allah bu mülkünü bütün insanlığa onların arasında eşit şekilde kullanmak hakkıyla bu isnanlığa bir emanet olarak verdi bu toprakları ve bu nimetlerini ve bir ayetindede soracağım size verdiğim bu nimetlerin hesabını diyor yüce Allah hepinizden diyor. yani bütün insanlara derim.<br><
insanların dünya hayatına bakış açıları şöyle olmalıdır ve hayati olan sosyal dengelerini buna uyumlu kurmalıdırlar ve insan önce kendi vücut yapısına baksın ve onun işleyiş sistemini analiz etsinler.<br><br>mesela 5 duyu organımız vardır. 1- görme 2- duyma 3- dokunma 4- tat alma 5- koku alma olan bu nimetlerimizi bir kere daha analiz edelim ve kendimize soralım bunların hangisi diğerinden
VAHŞİ KAPİTALİZİM SİSTEMİ NASIL BİR ŞEYDİR ONUN BİR ÖZETİ<br><br>eğer vücut organlarımız birbiriyle uyumlu olmasaydı ve onların bazıları yeterinden fazlasını yemek isteselerdi yani şura sueresinin 36. ayetine uymasalardı mesela kasas suresini 78. ayetinde olduğu gibi bu karun gibi bazı organlar en büyük benim diyerek hakkından fazlasını kapsaydı ve bak ben nasıl zengin oldum diye diğer organlara
ŞU VAHŞİ KAPİTALİZİMDEN VE ŞU TÜRBELERDEN BİR ÖRNEK DAHA VERELİM<br><br>önce şunu belirteyim her sanatın bir okulu vardır ama şu krallığın patronluğun şeyhliği veliliğin ve köleliğin hiç bir okulu yoktur eğer olsaydı orada iyi bir kral olmak için okurdum çünkü bunlar babadan oğula soydan soya geçerler ve secerelerede tabidirler doğuştan cennetliktir hep bunlar ve insan üstüdürler peygamberler
islamda ibadetin dili olmaz eğer olur dersek bunu akıl dahi kabul etmez, bir insan eğer gönülden idrak ile eğer Allaha ve bu kurana inanıyorsa zaten onun her işi bu dinin hukukuna şeriatine uyuyorsa o insanlar daimi ibadet hali içindediller işte zikir budur.<br><br> bir takım çile doldurma çukuruna hapis olmak değil def çalıp Allah allah diye kafa sallamaklada değil. Allah onlar için dinlerini
devleti devlet yapan unsurlalar şunlardır<br><br>1 – toprak 2 – ordu 3 -kanun 4 -para sşistemi 5 -milli bayrak,larıdır<br><br>işte bunlar o milletlerin ortak mallarıdır bunlar kendi aralarında dahi alınıp satılamaz olan kutsal mülkleridir manevi değerleridir bunlar kirayada verilmezler yabancılara hiç satılmazlar yani hiç bir siyonlarada derim.<br><br>milli para devletindir ve o halkın müşterek
insanlar sömürücüleri tarafından çok yanlış şeylere alıştırılmışlar çünkü bu çıkar meselesi olmuştur onlar için<br><br>öyle bir düşünce ve hazırcılık batağına itilmişiz ki bundan kurtulmak belkide bir mucuzeyle olur dersek yeridir.<br><br>hep şöyle yapmaktayız. kral yapar, padişah yapar, ağam yapar, patron yapar, paşam yapar. beyim yapar, ustam yapar, çırak yapar, diyerek hep bunlara teslim
selam <br>180 derece görenlere<br>.İbni Haldun’a göre nerede rızk ve gelir varsa orada nüfus çoktur. Rızk nüfusa değil; nüfus rızka tabidir. Diğer bir ifadeyle maddi şartlar manevi şartları belirler (Marx’da alt-yapı üst-yapı). Mülk ve devletten ahlaka varıncaya kadar her türlü toplumsal değeri belirleyen maddi şartlardır<br>Kafamızdan kurguladıgımız düşünceleri illada İbni Halduna söyletmek
Yorumcuların cevapları ile Sn.Eliacık'ın makalesesi arasında doğrusal bir ilişki sözkonusu. Çünkü yazar düşünün kelimesi ile bitirmiş makalesini oysa yorumcuların birçoğu derhal cevap vermişler. <br>Ben de sorayım neden İslam aleminde "İbn Haldun’un fikirleri neden batı toprağında boy attı da, İslam toprağında yeşeremedi"<br>Herçağın kendine özgü bir aydını vardır. O aydını yaratan