“Nüfus cüzdanımı kaybettim hükümsüzdür” diye gazetede bir ilan gördüğünüzde…
“Olaydan sonra kayıplara karıştı” diye bir haber duyduğunuzda…
Ya da “Gesi bağlarında dolanıyorum/yitirdim yarimi aranıyorum” Kayseri türküsünü dinlediğinizde, bilin ki, ortada “ğayb” ile ilgili bir durum var demektir…
Çünkü “kayıp” sözcüğü, Türkçe’ye Arapça’dan geçmiş. Aslı: “ğayb”…
Kur’an ısrarla ğaybın bilgisinin Allah’a ait olduğunu söyler. Ğaybın bilgilerine muttali olmaya çalışanları “göğe merdiven dayamakla” suçlar (52/38). Ğaybın “Şeytanların atıp tutmalarından korunduğunu” (37/6), böyle yapmaya kalkanları karşılayanın “delici bir ateş” olacağını (36/10) haber verir. “Ğaybı taşlayanlar” (18/22) ve “ğayb yanlarındaymış gibi konuşanlar?” (68/47) olduğundan bahseder. Ve bir yerde de ğaybın bilgisinin “kendisinin razı olduğu elçiler” (72/26-28) dışında kimseye verilmeyeceğini söyler…
Bunları bir kenara not edin. Yazı boyunca hepsini açacağız.
Bunlar kime karşı söyleniyor?
Tabi ki Mekke’nin o günkü kahinleri ve cincileri (mecnunları) üzerinden bugünkü kahinlere, cincilere…
Çünkü onlar insanları “kayıpta olanla” aldatıyorlardı. Kayıpta olan/görünmeyen şeyleri bildiklerini, onlardan kendilerine bilgi geldiğini iddia ediyorlardı.
Böylece sır ve gizem oluşturuyorlar ve insanlar üzerinde otorite kuruyorlardı. Ve bunu ranta dönüştürmeyi pek de iyi beceriyorlardı.
Kur’an, iş bu sır ve gizem tacirlerinin köküne kibrit suyu döktü. Bilgiyi görünür aleme (şuhud) hasrederek bilgiye ulaşmanın test edilebilir olduğunu gösterdi.
Artık bundan böyle kimse “Bana cinlerim haber verdi” diyemeyecekti.
Kur’an’da ğayb kavramının nerelerde ve nasıl kullanıldığına baktığımızda “Allah ve kıyamet günü” dışındaki her şeyin saf imanın konusu olmaktan çıkarıldığını, ğayb ile bilginin de ancak “kendisinden razı olunan elçilere” bildirilebileceğinin söylendiğini görüyoruz.
Böylece insanların “kayıpta olan” hakkındaki ilgi ve merakını istismar eden sır ve gizem tacirlerinin elindeki tüm silahlar alınmış oluyor.
***
Madem öyle, o zaman Kur’an’ın daha ilk sayfasında neden ‘Onlar ki ğayba iman ederler’ deniyor? dediğinizi duyar gibiyim…
Yani tüm Kur’an boyunca olumsuzlanan ve şeytanlara (kahinlere, cincilere) ait bir çaba olarak görülen ğaybî uğraşlar, daha Kur’an’ın ilk sayfasında iman ilkesi olarak vazediliyor öyle mi?
Kahinleri ve mecnunları hem suçlayıp, hem de suçladığı şeyi dönüp “kendisinin razı olduğu elçilere” bildirme yoluyla caiz görüyor öyle mi?
Görülüyor ki muazzam bir kavram kargaşası ile karşı karşıyayız.
Oysa Kur’an ğaybı bir iman ilkesi olarak vazetmiyor!
İman ilkelerini ğayb kavramı üzerine kurmuyor!
Ğaybın bilgisini ‘razı olunan elçilere bildiririz’ demekle, peygamberlere kahinlik ve mecnunluk yolu açılmıyor.
Bakın nasıl…
***
Önce nedir ğayb?
ĞAYB: Arapça’da [ĞYB ] kökünden gelir… Mastarı “yitmek, kaybolmak” demektir. Kaybetmek, yok etmek, gizlemek (tağyîb), dedikodusunu yapmak, çekiştirmek, o yokken ileri geri konuşmak (iğtiyâb/ğıybet), gitmemek, bulunmamak (teğayyub), devamsız, bulunmayan, üçüncü kişi (ğâib), orman, ağaçlık yer (ğabe), devamsızlık, yokluk, bulunmama (ğıyâb), yokluk, ayrılık, bulunmama (ğaybe), gıybetçi, dedikoducu (muğtâb) kelimeleri de bu kökten…
Kur’an’da 58 yerde geçen ğayb kavramını incelediğimizde tümüyle olumsuzlandığını görüyoruz. Öyle ki ilkten “Kimse ğaybı bilemez” deniyor, arkasından “Sadece Allah bilir” bir de “Kendisinden razı olduğu elçiler” deniyor.
Bu şu demek: Tüm ğayb bilgisi iddiaları geçersizdir. Ancak şu halde olursa müstesna… Bunun da şartları şunlar şunlardır… Bunun dışındakiler ğayba taş atmaktan (mesnetsiz atıp tutmaktan) başka bir şey değildir.
İlk sayfadan başlayalım önce.
Kur’an’ı açtığımızda (Fatiha’dan sonra) ilk sayfada bu Kitaptan hiçbir şüphe duyulmaması gerektiği ve ancak muttakilere yani Allah diye bir derdi olanlara; arayış içinde bulunanlara fayda vereceği hatırlatıldıktan sonra ilk söylenen şu: “Onlar ki ğayba iman ederler.” (Bakara; 2/3).
Kur’an’ın başka hiçbir yerinde böyle bir tabir geçmiyor. Buna benzer geçiyor, onlar da zaten bunu tefsir ediyor.
Şu halde “ğayba iman ederler” ile ne anlatılmak isteniyor?
Kanımca şu: “Ğayb ile inanırlar…” yani içtenlikle, gönülden, kayıplarda, yalnızken de, ıssızlarda, tenhalarda da derûni dilden (gönlün derinliklerinden) ve cânu gönülden iman ederler… (Bu yorum 40 ciltlik tefsiri kaybolmuş, Razi’nin alıntılarından ancak görüşlerini öğrenebildiğimiz, tefsirde üstatlarımdan kabul ettiğim büyük müfessir Ebu Muslim İsfehani’nin (öl. 322/934) de görüşüdür.)
Bunun böyle olduğunu hem parağraf bütünlüğünden (siyak-sibak) hem de Kur’an’ın kendini tefsir edişinden anlıyoruz.
Parağrafa baktığımızda, Kur’an’ın, mushaf sırasına göre üç tür insanı “içsel tutumları bakımından” sıralayarak işe başladığını görüyoruz: 1- Mu’minler: Bunlar içten, kalpten, yürekten, yalnızken de, görünmezken de, tenhalarda da (ğayb ile/ğayben) iman edenlerdir. İçi dışı bir olanlardır… 2- Kafirler: Bunlar ne tenhalarda, ne de kalabalıklarda imanları olmayanlardır. Kalpleri mühürlenip kulaklarına perde çekilenler, uyarsan da uyarmasan da fark etmeyenlerdir…3- Münafıklar: Bunlarsa görünmeyen yerleri ile, içten, gönülden (ğayb ile/ğayben) iman etmediği halde dıştan iman etmiş görünenlerdir. Tenhalarda “Biz bu ahmakların iman ettiği gibi iman mı edeceğiz” derler, kalabalıkların içine çıkınca da ehl-i iman ve’l-İslam kesilirler…
Kur’an’ın, daha ilk girişte, mu’minleri bir, kafirleri iki, münafıkları da on iki ayetle “içsel tutumları” bakımından tanıtıp analiz ettiğine dikkat ediniz… “Ğayb ile” tabiri işte bu içsel tutumu ifade ediyor.
Bunun böyle olduğunu Kur’an’ın “ğayb ile imanı” başka ayetlerle tefsir edişinden de anlıyoruz:
“Onlar ki Rablerine karşı görmedikleri halde/görünmeyen yerleri ile/ cânu gönülden ile korku ve titreme içinde olan (yahşevne Rabbehum bi’l-ğayb) ve kıyamet saati endişesi taşıyarak yaşayanlardır.” (Enbiya: 21/49)…
“ Kalpten yönelerek (bi galbin munîb) ve/yani Rahman’a içten/cânı gönülden korku ve titreme içinde olan kimse (men haşiye’r-Rahmane bi’l-ğayb)…” (Kaf; 50/33). Ayrıca bkz. (Fatır; 35/18, Sa’d; 36/11)…
Burada da “ğayb ile” nin “kalp ile” olarak tefsir edildiğine dikkat ediniz…
Demek ki “bi’l-ğayb” ifadesi imanın nesnesini yani iman edilecek şeyleri değil; iman etme biçimini anlatmaktadır: Kalpten, içten, derûni dilden ve cânı gönülden…
Demek ki Bu Kitap’a yoldaş olacakların ilk ve en önemli özelliği budur.
Bu şunun için önemli: Öbür türlü anladığımız takdirde ilk ve en önemli özelliğimiz olarak görünmezlere, gizli ilimlere, sırra, tılsıma, dahası her türden absürde, uçtu kaçtıya “ğayba iman” adı altında açık hale geliyoruz. “Cenab-ı Hak ğayba iman etmemizi istiyor” diyerek her tür kehanete, gelecekten haber vermeye, olmadık şeylere inanmaya buradan girerek meşruiyet üretiyoruz. Gizli bilgilerden, sırlardan, tılsımlardan, cinlerden, ifritlerden, metafizik varlıklardan medet ummaya başlıyoruz. Gözümüzü kırpmadan bu konuda ileri sürülen iddialara inanıveriyor, sorgulamaz oluyoruz. Zihinlerimiz tam da burada “dinin afyon yüzü” ile karşılaşıyor ve akıl tutulması yaşıyor.
Oysa Kur’an okuyan bir Müslümanın ğayb iddiasını ilkten reddetmesi gerekir. Çünkü Kur’an’ın hiçbir yerinde Müslümanın ğayba inanması gerektiği, onun ilk ve önemli özelliğinin bu olduğu söylenmiyor. Bu daha çok cincilerin, falcıların, kahinlerin, mecnunların iddiasıydı. Kur’an bunları söküp atmamış mıydı?
Şu halde ilk ve önemli özellik: Kalpten, içten, yürekten iman… Samimiyet, içtenlik, içi dışı bir olmaklık… “Ğayb ile” bu demek…
***
Peki, Allah, ahiret, kıyamet, cennet, cehennem, melek, şeytan, cin, ruh hatta kıssalar da bizim için görünmez olduğuna göre, bunlara inanmak da “ğayba iman” olmuyor mu?
Hayır olmuyor. Kur’an’da bunun dili ğayb üzerinden kurulmuyor. Ğayb sözcüğü üzerinden geliştirilen söylem sürekli olumsuzlanırken, “Allah’a ve ahiret gününe iman” açıkça ve direk olarak vurgulanıyor. Bu ikisi arasındaki farkı yazı bitince sanırım anlayacaksınız…
Yukarıda Kur’an’ın ğayb kavramını nasıl ele aldığını göstermeye çalıştım. Bu bakış saklı kalmak kaydıyla, illa “ğayb” kavramını kullanarak (ki yaygın dini kültür böyle) ne demek istediğini anlat derseniz, mesele şöyle olur:
İki türlü ğayb var:
1- Mutlak (kayıtsız, şartsız) ğayb: Hakkında bilgi sahibi olsak bile künhüne vakıf olamayacağımız, bizim için daima ğayb olarak kalacak konulardır: Allah ve ahiret (kıyametin vakti, cennet ve cehennemin varlığı) gibi. Kur’an buna ğayba iman demiyor. Direk “Allah’a ve ahiret gününe iman” diyor. Malum, İslam imanı buraya dayanır.
Kanımca ğayba iman adı altında yapılagelen atıp tutmalara (ğaybı taşlamaya) mani olmak için böyle yapıyor. İmanın nesnesini açıkça söylüyor ki sağa sola çekilmesin. Allah’a ve ahiret gününe imanın bu manada bilimsel metotlarla ispat edilmesi veya çürütülmesi söz konusu değildir. Deruni dilden ve canı gönülden saf imanın konusudur. Bilgi sadece bu imanı teyide yarar. Vicdanlarda vecd, buluş, güven, itimat ve itminan olarak belirir. Mü’minin gönül dünyasında kök salması gereken budur…
Ancak Allah’a ve ahirete imanın tümden dünya ile ilişkisi de kesilmiyor. Yakınlaştırmak için yapılan tasvirlerin hep dünyada bildiklerimizden olduğunu görüyoruz: Allah’ın nurunun misali bir kovuğun içinden yayılan ışığa benzer…Allah’a kavuşmak istiyorsanız iyilik, güzellik, doğruluk için çalışın (amel-i salih işleyin)…Yerden bitki bitirir gibi sizi bitiririz…Start almış yarışçı gibi yerinden fırlayan cesetler… Altlarından ırmaklar akan, serin gölgelikler ve pınar başlarındaki cennet…Alev alev yanan, çalı çırpı gibi her yana kıvılcımlar saçan, kıpkırmızı kesilmiş cehennem vb…
Kur’an böylesi tasvirlerle doludur. Bunlar bize dünya ve ahiretin birbirinden iki ayrı, bambaşka alemler olduğunu değil; biri diğerinin devamı ve zorunlu sonucu olduğunu gösterir. Yani zorlayıcı bir içkinlikle birinden geçerek diğerine ulaşırsınız, ne ektiyseniz onu biçersiniz. Geceden sonra gündüzün, kıştan sonra baharın gelmesi gibi birbirinin içinden çıkarak gelirler. Demek ki dünyanın ardından ahiret bir yeniden yaratılıştır (halk-ı cedid)…
Kimse sonunun nereye varacağını bilemez. Peygamberimiz bile sonunun ne olacağını bilmediğini söylemiştir. Hep işlerin sonunda hayır dilemiştir. (ve bi’l-âkibeti’l-umûr).
Şu halde Allah’ın yüzü/zatı/kişiliği/ontolojisi (vechu’llah) ve o en son gün (yevmu’l-ahir) bizim için mutlak ğayb oluyor…
2- Mukayyet (kayıtlı, şartlı) ğayb: Hakkında bilgi sahibi oldukça bizim için ğayb olmaktan çıkacak konulardır: Kıssalar, melek, şeytan, cin, ruh gibi… Bilimsel metotlarla açıklanmaları mümkün olup bilginin konusudurlar. Allah ve ahiret günü gibi mutlak ğayb değildirler…
Çünkü Kur’an insan havsalasına hitap eder. İnsanoğlunun idrak ve algı dünyasına bir hitaptır. Henüz kitap haline gelmemesine rağmen “Bu Kitap” denmesinden maksat “Bu Hitap” demektir. Çünkü Kur’an sözlü hitap şeklinde inmiştir. Bu nedenle Kur’an’ın havsalası, insanoğlunun havsalası ile sınırlıdır. İnsanoğlunun algılamayacağı ve idrak edemeyeceği şeylerin bu hitapta yeri yoktur. Bu şu demek: Kur’an’da insan havsalasını aşan bir gönderme varsa o imanın konusudur. Allah, haşr, mahşer, cennet, cehennem (Allah ve ahiret günü) gibi…Hatta bu bile insan havsalasının algılayabileceği şekilde (benzetmelerle) yakınlaştırılır, indirgenir. Bunun dışındaki bütün konular bizim bilgi ve araştırma neticesi künhüne vakıf olabileceğimiz konulardır.
Bu manada Kur’an’da çok sık kullanılan “göklerin ve yerin ğaybı” (ğaybu’s-semâvâti ve’l-arz) yeryüzünde ve göklerde olup biten bilinmezlikler demektir. Yerin derinliklerinde, suların altında, ormanların içinde, uzayın derinliklerinde vs. olup bitenleri ne ise o şekilde Allah bilir. Bir de kendisine bu konuda bilgi verilenler bilir. Yani bu konuların derinliklerine dalanlar, perde gerisine inenler (verâi’l-hicap) bilir. Bu konularda bilgi ve belge sahibi olmadan spekülasyon yapanlar bunun için ğayba taş atanlardır. Yani konu hakkında bilgi ve belge sahibi olmadan, oturduğu yerden atıp tutanlardır. Demek ki “ğayba taş atmak” test edilmesi mümkün olmayan, desteksiz atışlar oluyor. Cincilerin, falcıların, kahinlerin, mecnunların yaptığı tam da budur.
Yine “görüneni ve görünmeyeni bilmek” (ilmu’l-ğaybi ve’ş-şehade) gözümüzün önünde olup bitenleri ve gözümüzün görmediği, kulağımızın duymadığı yerlerde olup bitenleri bilmek demektir. Bunları da ne ise o şekilde Allah bilir. Bir de kendisine ilim verilenler yani bu konuların uzmanı olanlar, derinine dalanlar, bilgi ve belge sahibi olanlar bilir. Bilgisini ve belgesini test ettiremeden, bilimsel metotlarla kanıtlayamadan ileri geri konuşmak ğayba taş atmak yani “işkembe-i kübradan” atıp tutmak demektir. Çünkü konu ilk bakışta göklerin ve yerin bize kapalı kalan yanları ile ilgilidir. Bunlar bilgi ve belge sahibi olundukça, test edip kanıtlandıkça kapalı olmaktan çıkarlar. Ancak desteksiz atışla değil; ilimle, bilgiyle, belgeyle, kanıtla…
“Bir de Allah’ın razı olduğu/izin verdiği elçileri bilir” (Cinn; 72/26-28) ne demek anlaşılıyor olmalı… Elçi (resul) Kur’an’da her yerde peygamber anlamında kullanılmaz. Nitekim ayetin devamında “O’nun (elçilerin/ilim verilenlerin) önünden ve ardından gözetleyiciler yürür. Böylece elçilere tebliğ ettikleri şeyin Rabblerinin mesajı olduğunu açıkça gösterir” denilir. Yani bilgi ve belge ile, test ederek bilgisinin kaynağını gösterir, “işkembe-i kübradan” atıp tutmaz, ispat eder, kanıtlar…
Keza “Bunlar ğayb haberlerindendir” (zalike enbâi”l-ğayb) dediği kıssalar da böyledir. Ne ise o şekilde Allah bilir. Bir de kendisine bu konuda bilgi verilmiş/bilgi edinme yeteneği kazanmış olanlar yani elçiler ve ilim adamları (ulema) bilir. Kur’an’da ulema sanıldığının aksine dinî ilimlerle uğraşanlar demek değildir. Esas olarak tarih, hayat, tabiat ve insan ilimleriyle uğraşanlardır. Din bunların konusu olduğu sürece ilim olur. Aksi halde bunlardan koparak yapılan dini ilimler cincilik, falcılık, kehanet, sır, tılsım olur ve ğaybı taşlamak sınıfına girer. Demek ki tarihten verilen haberler konuyu araştırdıkça, bilgilere, belgelere, kanıtlara, kazılara ulaştıkça yani perde gerisine (verâi’l-hicap) indikçe bizim için ğayb olmaktan çıkarlar. Çünkü konu geçmişte meydana gelen olaylarla yani tarihle ilgilidir. “Yeryüzünü gezin, eski kavimlerin kalıntıları hala yol kenarlarında duruyor, onlara bakın” (15/76,16/36, 47/10) ne demek anlaşılıyor olmalı… Malumdur ki bir şey tarihin, hayatın, tabiatın konusu ise hakkında bilgi ve belgeye ulaştıkça künhüne vakıf olmak mümkün hale gelir.
İşte bu da mukayyet (şartlı/koşullu) ğayb oluyor…
(Devam edecek)
Not: Kurban, hac ve Hz. İbrahim hakkında yazmam gerektiğini hatırlatanlar için bkz: “Üç terim: Beyt, şeriat ve oruç”, “İbrahim’in kuşları” ve “İbrahim’in kurbanı” başlıklı makalelerimiz.
hocam selamün aleyküm.<br><br>öncelikle bu zihnimizi açıçı ve aydınlatıcı çabanızın ürünü<br><br>olan bu site için size tesekkurlerimi iletiyorum.<br><br>umarim site zengin ve farklı dusuncelerin yer aldigi<br><br>bir foruma dönüşür.<br><br>bu yazının çoğuna katılmakla beraber bir çelişkiyi de<br><br>vurgulamak istiyorum.bildigim kadarıyla kur’an cinleri<br><br>sadece yabancı ve görünmeyen
Hocam hayırlı günler dilerim. Bu açıklamanızı duyana kadar 3 harfli demekten ben bile korkuyormuşum anladım.
Böyle olunca din benim için kapağı kaldırılması zor ve binbir türlü metafizik varlıkla dolu bir konu oluyordu.
Ama artık öyle değil. Doğruyu görünce zaten dinin tam içinde olduğumu kurtulmam gereken yüklerimin olduğunu farkettim.
İnsanların Allah ile arasındaki engellerin kaldırılması gerekiyor.
Çünkü Allah korukusunu mu yoksa 3 harfli korkusunu mu daha çok hissediyoruz belli değil?
Allah korkusu aslında saygıyı ve yaradılan her canlının doğuştan maddi ve manevi hakkı olduğu ve diğer canlılarca bu hakkın diğer canlılarca da gözetilmesi sonucunu doğuruyor.
Tüm gün gördünğüm gücü yetenin hak yemesinin doğal karşılandığı oluyor.
Diğer yandan Cin demek daha çok korkutuyor. Çünkü bir çok insan 3 harfli de diyor.
Doğrusu nedir diye düşündüğümde öteden beri yaptığım iyilik, güzellik ve çevreye faydalı olma duygularının en doğrusu olduğu sonucuna varıyorum.
Ama bu konularda tehlikeli konular çünkü miskin konumuna düşünce bu duyguların anlaşılmadığını yada anlaşılsa bile önemsiz ve gereksiz görüldüğünü hatta ve hatta insanlarca yalakalık egoizm ve kendini tatmin olarak algılandığına şait oluyorum.
Malesef toplumumuz heşeye taraftar mantığıyla bakıyor. Yeterki bir faydası olsun bencilliğe.Günde 5 vakit nüsuk yapıyor olması yada olmaması farketmiyor malesef ve salih amel önem arzetmiyor.
Neticede şunu görüyorum. Bir çoğumuzun takım tutmaktan başka bir niyeti yok.Birey olarak mesuliyet yüklenmiyoruz. Hayata ve insanlara yaşatılan olumsuzluklar hep aynı. Olumlu şeyler ise bir taraftarı diğerinden üstün kılmak için var.
Ama yinede CİN demeyin çarpılırsınız üç harfli diyin demek daya önemli.
Daha vahim olanıysa bu vesveselerle gün doğumunda duyduğum ilk iki sözün tüm gün boyunca yok sayıldığını görmek oluyor.
Allahu Ekber
Eşhedû en lâ ilâhe illallah
ve anlaşılıp hakkını vermek bi yana dursun birçok kişi Türkçesinden korkuyor hala.
Tabi cin çarpmasınıda unutmayalım.
Allah sonumuzu hayır etsin.