BİZE ‘DİN’DEN BAHSET

B

Gündelik hayatta çok sık rastladığımız “Din ayrı dünya ayrı”, “Dini bu işlere bulaştırma”, “Yine mi dini konular?”, “Hoca camide” veya “Dünyaya çok daldık, biraz da dinden bahset” gibi serzenişlerle kendini ele veren bilinçaltımızdaki “din anlayışının”, bizim coğrafyalarda, iki bin senedir değişmeyen bir algılamaya dayandığını düşünmekteyim.
Dinden bahsetmeyi, yaşayan hayattan ayrı bir buud (boyut) olarak algılayan, ruhlardan, ölülerden, atalardan, türbelerden, ayinlerden, ritüellerden bahsetmeyi dinden bahsetmek olarak anlayan Uzak Asya’nın Şaman dinleri…
İş tâ buralara kadar gidiyor.
Bakın nasıl…
Eskiden Gök Tengri vardı şimdi yukarıda Allah…

Eskiden şaman vardı şimdi şehy, hoca, dede, baba, pir…

Eskiden ulular vardı şimdi kutuplar…

Eskiden hacetleriyle gömülü kabirler vardı şimdi hacet kapısı türbeler…

Eskiden kurban ayini vardı şimdi kurban bayramı…

Eskiden uğursuz domuz yılı vardı şimdi domuz yemek haram…

Eskiden ruh çağırma vardı şimdi ruhuna fatiha…

Eskiden kutsal geceler vardı şimdi kandil geceleri…

***

Kanaatimce Türklerin Kuzey Avrasya dinleri (Şamanizm) formunda algıladıkları “din anlayışı” iki bin yıldır hiç değişmedi. Bu nedenle Türkiye’de “Şaman-İslam sentezi” var. Dini hayat Şaman-İslam sentezinin birbirine karışmış görüntü ve ritüellerinden oluşuyor. Yani Türkler iki bin sene önce Şamanizm’i nasıl anlıyorsa bugün İslam’ı da öyle anlıyor. Orhun ırmağı kenarlarında din nasıl algılanıyorsa Dicle, Fırat, Gediz, Tuna boylarında da öyle. Ortaasyada bakış neyse Anadolu’da da öyle…

Dinin dipten akan esas formunda bir değişiklik yok. Sadece üstteki isim, etiket, figürler, şekiller ve semboller değişmiş.

***

Bu forma göre din dediğiniz bir takım ayin ve ritüellerden ibarettir; dün kurban ayini bugün namaz…

Din dediğiniz bir meslektir ve mensuplarınca icra edilir; dün şaman bugün şehy, baba, dede, hoca…

Din dediğiniz esasında öbür dünya ile ilgilidir; dün ölmüşler çağırılırdı bugün ölmüşlere okunur, din bu bağı kurar…

Din dediğiniz esasında moralle ilgilidir; askeri ölüme hazırlamaya ve cepheye sürmeye yarar. Dün Altay dağlarına bugün Cudi’ye…

Din dediğinizin yeri esasında tapınaktır; dün şaman çadırında bugün camide…

***

Bu nedenle “Türkiye’de çoğunluğun dini sorunları var” dendiğinde şu denmek istenir; namaz kılamıyor, başını örtemiyor, Kur’an okuyamıyor, dini tahsil yapamıyor…

Buna aynı din formatında şöyle cevap verilir: “Camiler açık, beş vakit ezan okunuyor, hacca gidiliyor, binlerce türbe ziyaret ediliyor, kandil gecelerinde mevlitler okunuyor, daha ne?”

Yani bu ülkede “dini sorun” namazla, camiyle, başörtüsüyle, Kur’an kurslarıyla, imam hatiplerle, mevlitlerle, türbelerle, musalla taşlarıyla ilgili bir sorundur.

Öyle ya din daha başka nedir ki?

Dinden bahsetmek bunlardan bahsetmektir.

Şaman-İslam sentezine göre din bunlardan ibaret.

İşin ilginç olanı Türkiye ikliminin neredeyse tamamı dini böyle anlıyor.

***

Peki, bir ülkede dinimsi bir şeyin değil de; gerçekten “İslam’ın” var olduğunu nereden anlayacağız?

Ne olursa oraya “İslam’ın ruhu” damardan girmiş demektir?

Hangi göstergelere bakacağız?

Var olan anlayışa göre namaz kılanların sayısı artıyorsa….

Örtülü kadınlar çoğalıyorsa…

Camilerin sayısı artıyorsa…

Şehirlerden gürül gürül ezan sesleri geliyorsa…

Her yandan Kur’an sesleri yükseliyorsa…

Orada “din” var demektir, daha ne?

Veya…

Hırsızlık yapanların eli kesiliyorsa…

Zina edenler taşlanıyorsa…

Kadınlar kara çarşaflara bürünüyorsa…

Mirasta kadına bir erkeğe iki pay veriliyorsa…

Şahitlikte iki kadın bir erkeğe denk görülüyorsa…

Dört eşliler her geçen gün artıyorsa…

Oraya “şeriat” gelmiş demektir, daha ne?

***

Birisi “nusuku” diğeri “haddleri” dinin göstergesi olarak görüyor.

Nusuk yani namaz, ezan, oruc, hac, kurban, cenaze…

Hadd yani el kesme, sopa vurma, ikiye bir pay…

Halbuki bunların her biri birer araçtır. Amaç can, mal, ırz ve namus güvenliğinin sağlanmasıdır. Nusuklar manevi, haddler de maddi araç…

Amaç ne? Tevhid ve adalet!

Şeâir-i İslam bu, din bu!

***

Demek ki bir ülkede İslam’ın var olup olmadığını anlamak için, Allah’tan başkasına tanrılar gibi davranılıp davranılmadığına ve “suç oranlarına” bakacağız. Bu ikisine tevhid ve adaletin gerçekleşmesi diyoruz. Eğer bir toplumda bu ikisi cidden ete kemiğe bürünmüşse İslam oraya damardan girmiş demektir.

Bugün Türkiye cezaevlerinde (İran, Suud-i Arabistan ve Amerika da oranlar pek farklı değil) 95 bin tutuklu ve hükümlü var. Bunların büyük çoğunluğu üç temel suçtan yatıyor; can, mal, ırz ve namus güvenliğini ihlal…

Bunlar Kur’an’da “hukuku’l-ibad” (insan hakları) kapsamında değerlendirilen ve haklarında ceza (hadd) öngörülen yegane üç temel suç…

Bunlar almış başını gidiyor fakat günde beş vakit ezan okunuyor, camiler dolup taşıyor, kandil gecelere akın var ve türbelerde mahşeri kalabalıklar toplanıyor! (Türkiye örneği).

Ne işe yarar?

Veya bunlar almış başını gidiyor siz hala el kesiyor, sopa vuruyor, mirası ikiye bir pay ediyor, iki kadını bir erkeğe denk görüyorsunuz! (İran, Suud-i Arabistan örneği).

Ne işe yarar?

İslam insanlara sırf ayin yaptırmak veya ceza çektirmek için değil; insanoğlunun asil arayışlarına yoldaş olmak ve toplumun sahici yaralarını sarmak için geldi!

Bu nedenle “dini sorun” hayatla ilgili her sorundur. Hayat, acısıyla tatlısıyla yaşanıyorken dinde yaşanıyor demektir. Çünkü din hayatın ta kendisidir.

Dini böyle almazsanız örneğin “adalet” meselesini dini bir sorun olarak göremezsiniz.

“Gelir dağılımındaki eşitsizliğin” dinle alakasını kuramazsınız.

“Tuzla’da ölen işçilerle” dini gurupların hiç birisi ilgilenmez.

Çünkü “dinden bahsetmek” bunları içermez. O ayrı bir şeydir.

Oysa bu din “diri diri gömülen kız çocuklarının” feryad-u figanı olarak doğmamış mıydı?

Gömülen çocuklar dinin en baş meselesi olamamış mıydı?

Dini sorun demek esasında bu ve benzeri “hayata dair” sorunlar demek değil miydi?

***

Görülüyor ki Türkiye’de “din” denince akla gelenin kökten bir dönüşüme ihtiyacı var. Bir zihniyet devrimine ihtiyaç olduğu apaçık ortada.

Çünkü “Koşup gelerek Uzak Asya’dan/ Bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan” bu iklimin dipten akan din algısı iki bin senedir hiç değişmedi. Uzak Asya’da nasılsa Akdeniz’e uzandığında da aynı…

Hun İmparatorluğu’nda Şamanizm neye tekabül ediyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nde de Müslümanlık ona tekabül ediyor.

Bugün Türkiye’de dine “nusuk” (ezan, namaz, hac, oruç, kurban, bayram, kandil, cenaze) çerçevesinin dışına çıkmayacak şekilde bir rol biçilmiş durumda. Bütün din bundan ibaret sayılıyor. Bu rol, Ortaasya yıllarında Şamanizme biçilen rolün figür ve ritüel değişikliğine uğramış haliyle hemen aynısı.

Öte yandan dini, haddlerin (el kesme, recm, sopa, kısas, miras ve şahitlikte ikiye bir, çok eşlilik vs.) uygulanmasından ibaret “Arap karakterinde” görenler var. Onlara göre de bunlar İslam’ın “ahkamı” olup bunlarsız İslam asla olamaz.

Halbuki İslam’ın olmazsa olmazları mihverinde “Cenâb-ı Hakk” adının olmasından da anlaşılacağı gibi gerçek, hak, adalet, doğruluk, dürüstlük, ahlak, iyilik, güzellik, söz, vefa, sadakat vb. hikmetli hükümler (evrensel değerler) dir. Bunlar dinin direkleri olup esasında “ahkâm” bunlardır. “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek”, bu ahkamı yani insanı kötülüklere karşı “gem’in azı dişlerine geçerek atı tutması” gibi tutan ve böylece onu yönlendiren, yücelten ‘hikmet/hukm’leri hayata geçirmekten başka bir şey değildir.

‘Nusuk’lar, hikmetli hükümleri (evrensel değerleri) boyuna yeniden üretmenin manevi araçları, ‘hadd’ler de onları koruyup kollamanın maddi araçlarıdır. Manevi araçlar dinin direği olmamakla birlikte değişmezler. Oysa hadler hem dinin direği değildirler hem de zamana ve mekana göre uygulamada yenilenebilirler. Böylece gerçek hayat dininin kalbi, yaşamın temposu ile birlikte atar. Onu tapınak dinlerinden ayıran en önemli fark buradadır…

***

Bu nedenle Halil Cibran’ın “Ermiş” kitabındaki şu muhteşem aneknotu “Bize dinden bahset” diyen çocuklarınıza anlatın;

Bilge kişi ölmeden hemen önce halkını geniş bir meydanda toplar. Gerçekleri son bir kez hepsinin huzurunda dile getirir. Halkla arasında nefis bir diyalog kurulur.

Halktan biri öne çıkarak “bize” der “sevgiden söz et”

Bilge anlatır, anlatır, anlatır…

Bir diğeri “bize aşktan, evlilikten söz et” der, anlatır…

Bunu “alışveriş hakkında ne dersin?” diyen biri izler, anlatır…

“Çocuklardan bahset” derler, anlatır…

“Eğitimden bahset” derler, anlatır…

“Çiftçilikten bahset” derler, anlatır…

“Alınterinden, emekten ve adaletten” bahset derler, anlatır…

Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Bilge hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır…

Konuşmasının sonuna doğru birisi “Bize ‘din’den bahset” deyince Bilge şöyle cevap verir;

“Bahsettim ya, dinlemedin mi?”

Ve devam eder: “Siz zamanınızı, bunlar Allah’ın saatleridir, bunlar bizim saatlerimizdir diye ayırabilir misiniz? Öyleyse din, yaşadığımız hayat ve tüm davranışlarımızdır. Her an Allah huzurunda olduğunun bilincinde, öylesine titiz, doğruyu gözeterek temiz bir hayat yaşamaktan daha güzel bir din olur mu?”

3 yorum

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular