Başlarken… 5 yıldızlı otellerde/plazalarda düzenlenen lüks iftar sofralarına ‘simitli iftar’ eylemleriyle karşılık verdiklerinde hoşuma gitmiş ama kısa sürede unutmuştum. Ne zaman ki 1 Mayıs mitingine Fatih yönünden dahil oldular, ‘Allah ekmek özgürlük… İnşallah sosyalizm gelecek’ sloganları attılar; gözümü diktim, haklarında her yazılanı okumaya aldım.
Sonrası malum, Gezi isyanı…
‘Müslüman çocuklar’ Gezi’deki tavırları, direnişleriyle ağabeylerini, ablalarını, babalarını şaşırtmakla kalmadı, onları hiç tanımayan siyasetleri de kendileriyle ve İslam’la iletişime teşvik ettiler. Taksim’de kılınan Cuma namazları, Gezi’deki Miraç Kandili’yle, Ramazan boyunca Türkiye’nin pek çok yerinde düzenledikleri Yeryüzü İftarları’yla ilgi odağı oldular. AKP’nin, özellikle de Başbakan Erdoğan’ın ise hedefi!
Kendilerini ‘Antikapitalist Müslümanlar’ olarak tanımlayan grubun öne çıkan (lider denmesinden pek haz etmiyor) isimlerinden İhsan Eliaçık’la, telefonda konuştuğumuz gibi İzmir’deki Yeryüzü Sofrası’nda buluştum. Mütevazı iftar sofrasından sonra orada bulunanların isteği doğrultusunda yaptığı konuşmayı dinledim önce… Yeryüzü iftarlarının kazandığı anlam, Gezi ruhunun bu sofralara taşınması üzerineydi sözleri. Bayraksız/flamasız/sponsorsuz sofraların sınırsız ve duvarsız olduğunu, ‘hepimiz biriz/bütünüz, buradan tiranlık çıkmaz’ mesajı verdiğini söylüyordu İhsan Eliaçık. ‘Burada fırıldak çevrilmez, her şey meydanda’ diyordu. Devletten/belediyeden hiç ihale almadığını, bu yüzden muhalif yerlerde olabildiğini çünkü nemaya bağlananın dillerinin lal olduğunu anlatıyordu. ‘1994 yılından beri belediye başkanlığı yapıp da odasına ceketiyle girip ceketiyle gidecek belediye başkanı var mı?’ diye soruyordu. ‘Soruyorum, susuyorlar. Çünkü yok’ diye cevaplıyordu.
Ve Gezi’yi anlattı İhsan Eliaçık ‘Gezi’de olan şey neydi?’ diye sorduktan sonra. “Gezi bir rüyaydı. Bir rüya gördüler ve gittiler. Bize dediler ki, bu rüyaya inanın, sizi kurtaracak olan budur. Peşine düşün. Devrimci, o rüyayı görebilen kişidir. Farklı bir rüya görmek, tasarlamaktır. İnsanlar hala oraya gitmek istiyorlar. Oradaki rüyanın içine girmek istiyorlar.”İhsan Eliaçık’a göre, Gezi’de 5 temel kavram vardı. Birincisi aşk ki, oradaki insanlar birbirlerini çok sevdiler, orada kaybettiklerini gördüler. İkincisi özgürlüktü ki, baskıların kalkması demekti, her türlü baskının kalkıp insanların kendi iradesiyle yaşamasının ortaya konmasıydı. Üçüncüsü saygıydı ki, insanlar birbirlerine saygıyı orada gördü. İnanca saygı, şüpheye saygı, Kürde saygı, Türk’e saygı, gay’e saygı vardı. Herkes yan yanaydı, ‘sen git, sen varsan ben yokum’ demedi. Dördüncüsü çoğulculuktu ki, AKM’nin yüzünde renk cümbüşü vardı; muktedir geldi paçavra dedi, yırttı indirdi attı. Tahammül değil saygı göstermesi gerektiğini unuttu. Beşincisi dayanışmaydı ki Gezi’de antikapitalist ruh vardı. Sosyal adalet mesajı vardı. Paris Komünü gibi bir şeydi. Çok tehlikeli bir rüyaydı! Kim bu rüyayı görmüşse, büyük devrimcidir. “
Ve konuşmasını “Ben bu rüyaya inandım. Yeni bir gençlik gördüm. O rüyanın peşine düştüm, arıyorum. Gelin birlikte arayalım, o rüyanın peşine birlikte düşelim” diye noktaladı.
İhsan Eliaçık ile ancak gece yarısı Papasort’ta bir nargile kahvesinde oturabildik. Onun yanında mümin yoldaşları, benim de yanımda genç meslektaşım Fırat Başaran vardı. Ve konuşmak için bekleyen İzmirli gençler, aktivistler… Çok uzun bir söyleyişe hazırlamıştım kendimi ama karşımda Batman’daki yeryüzü sofrasından gelmiş, İzmir’de 27. iftarını yapmış, sahurdan sonra da İstanbul üzerinden Bursa’ya dönüp 28. Yeryüzü İftarı’na katılacak yorgun bir insan vardı. Daha detaylısını zamana bırakıp hazırladıklarımızı değil, aklımıza geliverenleri sorduk. Cevaplar pek çok soruyu daha gerektiriyorsa da samimiyetinden kuşku duymadık.
GÖNÜL SOYOĞUL: Kendini dini bütün olarak tanımlayanlardan, özellikle de referansı din olan siyasilerden çok farklısınız. İslam’la solu buluşturan görüşlerinizin bir kaynağı olmalı diye düşünüyorum. Bu farklılığınız nereden geliyor?
İHSAN ELİAÇIK: 12 Eylül darbesi olduğunda ben 17-18 yaşındaydım. Tutuklandım ve 1 yıl cezaevinde kaldım. Mamak Cezaevi’nde sol görüşten arkadaşlarla birlikte yattım. Sağcılar da Ülkücüler de vardı. Koğuşun içerisinde en az 50 kişi solcuydu, her türlü fraksiyondan… 10-15 tane de Ülkücü vardı. İki kişi de biz vardık. Mesela biz namaz kılardık, namaz kıldırırdım, Kuran okurdum ve solcular dahil herkes susardı. Ülkücü çocuklar namaz kıldırdığı zaman solcular susmazdı. Ben de sordum ‘Namaz aynı namaz. Niye ben kıldırdığımda sessiz oluyorsunuz da Ülkücüler namaz kıldırdığı zaman izin vermiyorsunuz?’ diye… “Biz onları İslamiyet’in temsilcisi olarak görmüyoruz, sizi görüyoruz’’ dediler. O dönem onlarla çok konuştum. İslam, Marksizm, ekonomi, mülkiyet… Bunların hepsini tartışırdık. Hapishanedeki tartışmalar dışarıdakiler gibi değildir. Beraber, yan yana koyun koyuna yatıyorsunuz, yiyor içiyorsunuz, ranzada beraber yatıyorsunuz. Sağcı, solcu karışık… Karşı karşıya gelip tartışma imkanı buluyorsunuz. Dolayısıyla orada yapılan tartışmalar insanın üzerinde daha farklı etki yaratıyor. Dedim ki ‘Bu arkadaşlar farklı kişiler değil. Kendilerini Müslüman olarak görmüyorlar ama İslam’ın özünde olan şeyleri kendilerine esas alıyorlar. Yani adalet, özgürlük, eşitlik, paylaşma, emek… Bunları sürekli ben de savunuyordum ama nasıl oluyordu da onlara solcu bize İslamcı/sağcı deniliyordu? Bunlar niye ayrı? Gençler niye birbirleriyle kavga ettiler? Bu sağ-sol kavgası niye çıktı? Bunları çok sorguladım. Dolayısıyla zihnimde bir şey oluştu. Bunların ayrı olmaması lazım… Bunların bir yerden kaynak gibi tutması lazım… Cezaevinden çıktıktan sonra bu görüşleri savunanları hiç görmedim. Dışarıdaki hayat bunları düşman edecek bir ortamdı. Birbirlerine ‘sağcı, solcu, dinci’ diyorlar, birbirlerinin mahalle duvarlarına hapsolmuşlar ve kendini yaşıyor, öbürünü düşman belliyorlar. Dolayısıyla bu dışarıdaki sağ-sol kavgasına, bunları birbirinden ayrı olarak gören düşmanca yaklaşıma hiç aklım yatmadı. Bunu benimseyemedim ve tabiri caizse o cezaevindeki arkadaşları aradım. ‘Onlar nerede, bulmam lazım, bir gün mutlaka bir yerde buluşacağız’ diye diye… Mesela ben 1992’de kitap yazmaya başladım. Üçüncü kitabım 1994’te çıktı: Devrimci İslam. Ben Türkiye’de ‘Devrimci İslam’ diye kitap yazmış ilk kişiyim aynı zamanda… Kitabı yazdım ama şimdi yeni basımı yapılacak; yani o dönem kimse bakmadı ‘Ne yapıyor bu?’ diye… Şimdi son zamanlarda 2008’den sonra bu fikirlere ilgi duyulmaya başlandı ve şu anda tekrar bastırıyorum. Devrimci Müslümanlar deniliyor, Anti-kapitalist Müslümanlar deniliyor. Demek ki bu düşüncenin zamanı, koşulları ve ortamı gerekiyormuş. O dönem, bu düşüncenin açacağı verimli bir toprak yokmuş. Şimdilerde yeni yeni oluşuyor. SOYOĞUL: Diyorsunuz ki, ‘kapitalizmi esastan, sosyalizmi usulden eleştiriyorum.’ Anti-kapitalizmin esasına neden karşı olduğunuzu biliyoruz. Sosyalizmin eleştirdiğiniz usulü ne, ayrıştığınız noktalar?
ELİAÇIK: Sosyal vicdanla bir sorunum yok yani. Emek, adalet, paylaşım…Sosyalizmin esası emeğin en yüce değer olarak görülmesidir. Eşitliktir, paylaşımdır, bölüşümdür. Bu esasla hiçbir sorunumuz yok. Esas olan nasıl uygulanacağı… Bunların nasıl toplumsal sisteme dönüşeceği… Usul konusu budur. Mesela Sovyetler tecrübesi… Arnavutluk, Küba… Bunların hepsi usuldür. Eleştirilebilir, eleştiriye açıktır. İslam’ın nasıl Muaviye’si varsa sosyalizmin de Stalin’i vardır. Muaviye’ye bakarak İslam’ın esasını eleştiremeyiz. Stalin’e bakarak da sosyalizmin esasını eleştiremeyiz. Biz esasta aynıyız, temel kavramlar, temel değerler. Bunlar olmalı dünyada… Bunda bir sorun yok. Bunlar dünyada nasıl bir sisteme dönüşmeli, bunu yapmanın yolu yöntemi ne olmalı? Bunlar nasıl bir toplumda genel geçer temel değerler haline gelip bir sisteme dönüşmeli? Hangi yolu izlemeliyiz? Köyden kente doğru mu olmalı, kentten köye doğru mu olmalı? Kapitalizme yönelik esastan, sosyalizmin de usulune yönelik bir eleştiri yaparak dünyanın daha iyi bir yere gideceğini düşünüyorum.
SOYOĞUL: Sosyalizmde; proletarya ya da köylülerin ayaklanmasıyla devrim vardır, üretim araçlarının kamulaştırılması, örgütlü bir emekçi sınıf vs. vardır. Peki sizin usulünüz ne? Hangi üretim biçimiyle? Bunun üzerine mi düşünüyorsunuz? Onun yolu yöntemiyle ilgili oluşturduğunuz fikirleriniz ne?
ELİAÇIK: Sudanlı bir düşünce adamı vardır. Muhammed Taha. O da bu işler üzerine kafa yormuş. Kapitalizm üzerine kafa yormuş: Nasıl daha iyi bir sistem çıkar? Şimdi sistemiz gökten bir vahiyle inmeyecek. O inmiş zaten. İslam’ın 14 asırlık tecrübesi var. Sosyalizmin tecrübesi var, Marksist metinler var, uygulamalar var. Bunları esastan eleştiriler yaparak daha iyi bir sisteme ulaşacağız. Yeni bir şey icat etmeye kalktığın zaman, tekrardan başka bir işe yaramaz. Bu kubbenin altına yeni bir şey icat etmeye gerek yok. Söylenecek her şey söylenmiş. Bunların kimilerini esastan, kimilerini usulden eleştirerek daha iyi bir yere gidebiliriz. Buradan baktığınız zaman Muhammed Taha diyor ki: Özgürlük insanların korkularını fethetmesidir. Yani yeryüzünde insanların korkudan kurtulması lazım… İnsanlar korkularının esiri oluyorlar. Korkularından yakalanıyorlar. Başlıca iki tür korku vardır: İçsel ve dışsal korku… İçsel korkular kişinin psikolojik dünyasıyla ilgili korkulardır. Dışsal korkular da ekonomik ve siyasi şartlarda var olan korkulardır. Dışsal korkular ikiye ayrılır: Siyasi ve iktisadi korkular. Siyasi korkuların panzehiri, derinleştirilmiş demokrasidir. İnsanın devletten ve iktidardan korkmaması lazım… İktisadi korkularda da ‘Yarın ne yiyeceğim, nasıl tedavi olacağım, çocuğuma nasıl iyi bir eğitim sağlayacağım’ soruları… Bunun panzehiri de sosyalizm olabilir diyor. Bir de insanın iç korkuları vardır. Maneviyatla ile ilgili. Bu dünyada niye yaşıyoruz, hayatın anlamı ne? Ne demokrasi, ne sosyalizm insanın içsel korkularını çözemiyor. Bu üçü birleşirse yani derinleştirilmiş demokrasi, sosyalizm ve doğru din el ele verirse özgür insanı ortaya çıkarabiliriz diyor. Böyle olduğu zaman insanlar korkulardan azat olur. Mesela Norveç’te insanın iktisadi ve siyasi korkusu yok. Ama bu insanlar intihar ediyor. Niye yaşıyoruz, yaşamanın anlamı ne sorusunun karşılığını bulamıyorlar çünkü. Dolayısıyla bu üçü el ele verirse, dünya çok daha iyi bir sisteme kavuşabilir. SOYOĞUL: Bunların el ele verebilmesi için siyasi bir oluşum, örgütlü olmak gerekiyor. Plan yapmak, hedef koymak gerekiyor. Bu hedefin neresinde olacaksınız?
ELİAÇIK:Önce bir fikriyatın olması gerekiyor. İnsanların önce kültürel olarak söylediğim şeyler arasındaki duvarları yıkması gerekiyor. O yıkıntıların arasından yeni bir şey doğacak. Ama doğacak şeyin ne olduğunu tahmin edemiyorum şu an. Geleceği belirlemekten de çekiniyorum. Neden derseniz, ne yapılacaksa beraber yapılacak. Geleceği belirlemeye kalmak da tanrısal bir özellik aslında… Kader çizmek oluyor. Belki insanlar öyle olsun istemiyor. Neden tek kişi belirlesin? Bu akışın içinden bir şeyler çıkacak. İnsanlar buna kendileri karar verecek. Buna birlikte karar vereceğiz. Mesela biz Gezi eylemleri öncesi ne plan, ne program, hiçbir şey yapmadık. Orada yapılacak olan şeylere de biz karar vermedik. Ne Miraç Kandili kutlamalarına, ne Cuma namazı kılınmasına, ne yeryüzü sofrası kurulmasına… Oradan talep geldi. Oradaki insanların ‘Böyle şeyler yapmamız lazım, buna en çok yakışan da sizsiniz’ dediler. Biz de Miraç kandilini kutladık, Cuma namazını kıldık. Zaman geldiğinde ne yapılacağı o topluluğun içinden çıkıyor zaten. Biz oraya gittik onlarla beraber gittik ‘Miraç Kandili ve bir şeyler olmalı’ fısıltı halinde Gezi’de yayıldı. Bunun da böyle olacağını düşünüyoruz.SOYOĞUL: Sizin camianızda hoca-mürit ilişkişi çok yaygın, belki de İslam buna müsait olduğu için… Ama tavır ve söylemlerinizle ‘İhsan Hoca müritlerinin olmasından çok korkar’ diye düşündürttünüz bana. Korkuyor musunuz?
ELİAÇIK: Tabii ki… Lider olmaktan, tarikat-cemaat gibi bir şeye dönüşmekten çok korkuyorum. Hükümet bunları terk ederek geldi. Ben bunlarla yıllarca uğraştım. Cemaatlerin içinden geliyorum. Ve baktım bu iş böyle olmuyor. İnsanların bir ilke etrafında toplanması gerekiyor. Bazı insanları topluluk içinden seçiyor, aralarında bir elektrik oluşuyor ve ister istemez onu ön plana çıkarıyor. Diğerlerinin değil de onun konuşmasını istiyor. Ama bu kişinin kendini iyi bilmesi ve tanıması gerekiyor. Mesela Peygamber asla etrafındaki insanlara elini öptürmez. Eğilmesini istemez. İmtiyaz istemez. Bir gün dışarıdan birisi geliyor ve soruyor ‘Hanginiz Muhammed’ diye… Diyorlar ki: Sedire uzanmış, uzun saçlı beyaz yüzlü adamdır… Onun yanına gidiyor ‘Muhammed sen misin?’ diyor, ‘Evet benim’ diyor… ‘Sana bazı sorularım var’ diyor… ‘Buyur sor’ diyor. ‘Zenginlerden alıp yoksullara vermemizi sana Allah mı söylüyor?’ diyor, ‘Evet’ diyor… ‘Namaz kılmamızı sana Allah mı söylüyor?’ diye soruyor yanıt yine: Evet… ‘Ben bunları yaparım, gerisine karışmayacağım, anlaştık mı?’ diyor. ‘Tamam’ diyor. İlk geldiğinde soru bu: Hanginiz Muhammed? Tanıyamıyor. Cemaatlerde dışarıdan bakıldığı zaman şeyhin kim olduğunu hemen anlarsınız, yanında korumalar vardır. Kılık kıyafeti, davranış biçimi, karşısındakinin ona davranışı değişiktir. Peygamberde böyle bir şey yok! Peki Peygamberde böyleyse diğerlerine ne oluyor? Bu şeyh ve siyasi liderler etrafına hizmet ettiriyorlar, bir manga adamla dolaşıyorlar. Ben bunlardan nefret ediyorum. Böyle bir şey yapmamaya çalışıyorum. Hiçbir konuşma sırasında ‘Bırakın ben konuşacağım’ demedim. Talep oldu, çıktım konuştum. Ben bu işlere daha inanmış insanların ortaya çıkmasından daha büyük zevk alıyorum mesela… Gençler olsa, teşkilatlar olsa, her gün gelsem… İnsanlar benim kitaplarımı okusa, benim kitabım onları Kuran’a götürse, benim kitabımı kaldırıp atsalar… Böyle olmasını istiyorum.
SOYOĞUL: Kadın meselesi İslam’a bakışta çok önemli… Bildiğimiz örnekler pek iç açıcı değil. Sizin bu konuya bakış açınızı merak ediyorum. Belki biraz kişisel olacak ama 5 çocuğunuz var, onlarla ilişkilerinizde İslam size nasıl rehberlik ediyor?
ELİAÇIK: Eşitlikçi ilişkilere inanıyorum. Çocuklarım özgürdür. Hatta çocuklarım bu özgürlüğü ilgisizliğe yoruyorlar. ‘Bu kadar özgürlük yani, biraz ilgilen’ diye… Bir baba ‘İstediğinizi yapın, özgürsünüz’ diyor ama bu dışarıdan ilgisizlikle karışıyor. Benim prensibim şu. Sahip çıkmayacaksın. Sahip olmaya çalışma ve kontrol etme. Paranın sahibi ihtiyacı olandır. İhtiyacından fazla olan şeyde de mülkiyet ilişkisi kurma… Hayatımın temel prensibi bunlar. Erkeğin kadını sahiplenmesi de mülkiyettir. Kimse kimseyi sahiplenemez amma aramızda oluşan sözleşmeye riayet etmeliyiz. Bir erkekle kadın arasında sözleşme oluşur. İkisi ayrı şahsiyettir, ikisinin sahibi de Allah’tır. Bu sözleşmeye evlilik hayatı boyunca uyarlar. Yani kadının görevleri var, erkeğin görevleri var. Eğer çocuklarımın sahibi olsaydım tam benim istediğim gibi olurlardı. Hükmederken bile hükmedemiyorsun. Senin içinden bir çocuk doğuyor. Ale içinde yaşıyorlar ve bizim onlara karşı görevlerimiz var. Bu görevleri yerine getirmemizi istiyor Allah. Senden istenen bu… Böyle olduğu zaman insanlar psikolojik olarak rahatlayacaklardır. Erkek kadını sahiplenmekte vazgeçsin; şiddet olmaz, dayak olmaz, aşağılama olmaz. Kontrol etmekten ve sahip olmaktan vazgeçin, sadece aranızdaki sözleşmeye uyun. Bu kadar basit yani… Dünya bu iki şeye uysun ne savaş olur, ne işgal olur, ne ortaklar birbirinden ayrılır, ne siyasetçiyle seçmen arasında problem olur. Sahiplenme ve kontrol etme kardeşim. Şimdi ben buna inanmışım ve elimden geldiğince uygulamaya çalışıyorum. İstanbul’daki çalışmalarda yanımda mutlaka bayanlar vardır. Onlarla aramızdaki ilişki böyle bir gerilim, stres ve birbirinden şüphelenme değil. Annemdir, bacımdır, kardeşimdir. Böyle bir kardeşlik ortamında ilişki geliştirmeye çalışıyoruz. Kuran’da kadınla erkek birlikte yaratılmıştır. Bir çift olarak var edilmiştir… Dolayısıyla yaradılışta bir eşitlik vardır. Buna böyle bakarsak, geriye kalan bütün hayat ilişkilerinde kadınlar erkek eşit olarak görülür. Erkeğin kadın üzerinde üstünlüğü söz konusu olamaz. Eşittirler. Farklılık çeşitli şekillerde olabilir. Ama bu Allah’ın nimetleri birbirimizin aleyhine kullanıp da imtiyaz çıkarma, ayrıcalık edinme söz konusu olamaz.
SOYOĞUL: Ama çok kötü örnekler de var. Arap dünyasında mesela kadın 2. sınıf bile değil. Ve bunu ‘İslamiyet bunu emrediyor’ diye açıklıyorlar gerinerek! Yaptıkları ne o zaman?
ELİAÇIK: Bunlar Kuran’dan kaynaklanan şeyler değil. Bunlar gelenekten, örften, ataerkil kültürden kaynaklı şeyler. Keşke vaktimiz olsaydı daha derin konuşabilirdik.
SOYOĞUL: Gündemden bir soruya dönelim o zaman. Türkiye ‘Gezi yazı’na adım atmadan önce asli gündem çözüm süreciydi… Barış ya da çözüm, adı her neyse bu süreç hakkında ne düşünüyorsunuz?
ELİAÇIK: Buralardan yeni bir şey çıkacak. Artık eskisi gibi din, Kürt sorunu, sosyalizm gibi birbirinden çok bağımsız değil. Bunlar birbirine düşman da değil. Böyle bir nesil geliyor. Eskisi gibi duvarları olan bir gençlik değil bunlar. Birbirine kavuşan, birbirini anlamaya çalışan, birinden birine sinerji geçen böyle bir gençlik, böyle bir nesil hissediyorum. Bu mesele Türkün endişesi giderilmeden, Kürt’ün de onuru iade edilmeden çözülmez. Biz bu memlekette beraber olacaksak kendini Türk olarak gören insanların bu endişesi…
SOYOĞUL: Nedir o endişe?
ELİAÇIK: Bölünme… Fırat’ın diğer tarafı acaba başka bir ülke mi olacak? Ben oraya gidemeyecek miyim? Diyarbakır’a pasaportla mı gideceğim? Sen bu endişeyi gidermek zorundasın. Ama öte tarafta Kürtler… Yani ben hala anamın, babamın, dedemin yaşadığı topraklara ‘Kürdistan’ diyemeyecek miyim? Bunun engeli ne? Güneydoğu diyorsun… Kürtçe diyemiyor adam… Dünya haritasında Türkiye’den önce vardı. Selçuklular zamanında eyalet ismiydi Kürdistan… Şeyh Sait isyanından sonra Şark Islah Planı’nı çıkardılar ve Kürdistan’ı yasakladılar. Onun yerine 1920’den sonra ‘Türkiye’ diye kullanılmaya başlanıldı resmi olarak… İnsanın varoluşu kendi gölüne, ırmağına, anasından, babasından, atasından öğrenmiş olduğu koyduğu isimlerle olur. Kişinin varoluşu içinde yaşadığı doğayla olur. Onun deresine koyduğu ismi yasaklıyorsun. Bu onur meselesidir ve bu onurun iade edilmesi gerekiyor. Devlet suç işlemiştir. Öte yandan Türkün endişesinin giderilmesi gerekiyor. Bu şöyle olacaktır benim görüşüme göre… Bir Kürdistan olacak ama arada sınır olmayacak. Orası bir yöre olmalı. Burası bir coğrafyadır. Kürdistan dediğinde de, Türkiye dediğinde de tek bir ülke olmalı. Sınırlar azalmalı. Misak-ı Milli’ye göre 3 bölge vardır. Trakya, Anadolu ve Kürdistan… Buraların birleşimine de Misak-ı Milli sınırları denir. Şimdi sen belirli bir sınır çiziyorsun. Sorun buradan kaynaklı…
SOYOĞUL: Peki hükümet bunu bu söylediğiniz çerçevede çözüme ulaştırır mı?ELİAÇIK: Eğer samimiyse ulaştırır. Seçimlere kadar bunları oyalayalım ama sonrası Allah kerim gibi bir durum var. Kafasında bir proje olması lazım… Öcalan’ın kafasında bir proje var. Anlattığım şekilde bir proje düşünüyor. Misak-ı Milli’den bahsediyor. Ama o İzmir’deki ulusalcıların anladığı bir Misak-ı Milli’den bahsetmiyor. Benim dediğim şekilde Misak-ı Milli’den bahsediyor. Diyarbakır’da bir özerk yönetim olabileceği gibi İzmir’de de özerk yönetim olacağından bahsediyor. Özyönetim olacak. Herkes katılacak. Çevreye daha duyarlı, merkezi yönetimden daha uzak bir anlayış… Ama her şey gibi bunun için de samimi olması lazım hükümetin. Mesela iktidarın din anlayışında da samimiyet yok. Cemevi ibadethane olmaz diyor mesela. Kafadaki ibadethane anlayışından. En yenilikçisi bile ibadethanedir diyemiyor. Camide kılınan namaz da bir ritüeldir, cemevinde yapılan semah da bir ritüeldir. Orayı ibadethane olarak tanıyacaklar. Bunu böyle yapınca rahatlayacaklar. Bunu diyemiyor çünkü kafasındaki ibadethane tanımı buna engel. İbadet camide yapılan, cemevinde yapılan değil diyor. SOYOĞUL: Çok eleştirdiğiniz AKP’ye hiç oy verdiniz mi? ELİAÇIK: Evet, 2002’de bir kez verdim. Eleştiriyorum, çünkü AKP 2002’deki gibi yenilikçi değil… O zihinsel sınırların sonuna geldi. Yeni bir şey aramak lazım… Ben 2002’de bir yıl bekledim. 1 yıl hiç eleştirmedim. Bir yıl sonra Zaman Gazetesi’nde yazdım. Orada eleştirdim. Yavaş yavaş bu eleştirileri artırmaya başladım, 2008’den itibaren televizyonlara çıkmaya başladım. Gezi’de de zirveye ulaştı. Ben şimdi sandığa gitsem oy verecek parti bulamıyorum. Türkiye şimdi, 2002 öncesi yılları yaşıyor. Yani insanlar yeni bir şey arıyor. İşte bu yenilik Gezi… Çarşı’nın bir tanımı var, ben de aynısını diyorum. ‘Çarşı bir ruhtur’ diyorlar, ‘Gezi de bir ruhtur’. Antikapitalist Müslümanlık da bir ruhtur. Otoritenin, gücün ve paranın yüceltildiği yerde bu ruh ortaya çıkar.
|
Sayın Eliaçık,<br />Türkiye (ve dünya)insanları için birleştirici bir insansınız. Sizin çok uzun yıllar aramızda olmanız ve üzerinizde oluşan, çok ihtiyacımız olan birleştiricilik görevini uzun yıllar sürdürebilmenizi ister ve bunun için dua ederim. <br />Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur, bilirim ama:<br />Halk sağlığı uzmanı bir hekim olarak son resimdeki nargile ve genelde kilo
SÜNNİ HANEFİ AKEPE FAŞİZMİNİN ŞIMARIKLARI , KİBİRLERİ , BUNLARLA YÜZLEŞMEK VARMI ? evrim , seleksiyon , mutasyon gerçekliği birçok şeye nazaran kanıtlanmışsa ey insansılar herşeyi yorumlarız kendi çapınca fakat burda dinlerin evrimine neden kafa yormayız yeterince . Mevcut köşeyi kapmış , eleğini asmış , kurumsallaşmış dinler nasıl olduda sıyrıldı bu
bana dınden bahset programınızda infak konusundan bahsederken kızım bır yorumda bulundu:ya insanlar haram yemese işçisinin hakkını ve vergilerini layıkıyla verse infak etmeye bile gerek kalmaz.düşündüm ve hak verdım.vergiler adil olarak toplansa ve gerektiği gibi harcansa .işcinin ücreti insan olduğu ahırdaki bir eşek olmadığı sadece karnını doyuracak para olarak görülmeden verilse:evet bu
ihsan abiyi kayseriden tanırım ozaman neyse şimdid de o hiç değişmedi çizgiside değişmedi yolun açık olsun baba. hani dediler ya taksimi bizden iyi bilemezsiniz evet onlardan iyi bilemezdik ordaki rantı onlar senelerdir biliyorlardı ustalık dönemlerinde gerçekleştireceklerdi ama Müslümanların tavrı sayesinde olmadı. Allah razı olsun hocam toplum bilinçlendi sayenizde madem rant var böl 70 milyona