Geçenlerde bir hastaneye gittim. Baktım üzerinde “Hızır acil servis” yazılı bir ambulans var. Ambülans görevlisine “Sizin işiniz nedir? diye sorunca, adı üzerinde hastalara “Hz. Hızır gibi yetişiriz” dedi.
“Hızır gibi yetişmek…”
Yurdum insanı “Yetiş ya Hızır!” diye yalvarınca “Hz. Hızır” gibi anında orada bitiveriyorlar!
“Hz. Hızır…”
Hz. Musa’nın iki denizin birleştiği yerde Hz. Hızır ile karşılaştığını, Kur’an’da Kehf suresinde geçen kıssada bunun anlatıldığını duymuşsunuzdur. Daha geçenlerdeki bir kandil gecesinde vaiz bire bin katarak bunu anlatıyordu.
Hani şu her an her yerde olabilen, oturup kalktığı her yerden yeşillikler biten, dertlere deva hastalara şifa, nerede sıkışırsan orada her türlü kılıkta görünebilen, baharın müjdecisi, yolda kalanların yoldaşı, darda kalanların yardımcısı… O gençlerin kısmetini açar, yokluğa yoksulluğa bolluk ve bereket getirir. O ‘Kışın Piri’dir, zemherinin ayazında çaresiz kalmışların dostudur. Umudu tükenmiş her can ‘Yetiş ya Hızır’ diyerek onu çağırır. O , gümüş kanatlı atının üzerinde uçarak, karda, kışta, darda, zorda ve yolda kalmış çaresizlerin imdadına yetişir. Onun atı nalsızdır, yelsizdir ve gemsizdir. O her yerde hazır ve nazırdır. Yüreği kabaran ona sığınır. O cara yeten, yürekten çağrıldığı yere gidendir. “Hıdırellez” bayramında kutlamalar yapılarak şükrü eda edilen boz atlı Hz. Hızır aleyhisselam…
Madem iş Kur’an’a dayandırılıyor, “Dur hele” diyelim ve buraya bir mim koyalım.
***
Öncelikle şunu söyleyeyim ki “Hz. Hızır” gibi “kült”lerin halkın inanç dünyasında bir yeri olabilir. Para-psikolojik bir ihtiyaç veya bir halk sosyolojisi gerçeği de olabilir. Benim derdim bunlar değil…
Benim derdim “Kur’an metni”dir.
Bu nedenle, örneğin “Denizin yarılması”, “Salih’in devesi”, “İbrahim’in kuşları”, “Süleyman’ın karıncaları” vs. ile niye uğraştığımı soranlar, bilmelidirler ki, bu sorunun muhatabı ben değilim. Derim ki: Vahyedene sorun!
Öyle ya “on emir” gibi sekiz-on maddede Kur’an’ın bütün mesaj verilebilirdi. Bunca 600 küsur sahifelik mushafa, üstelik içinde geçen onca kıssaya ne gerek vardı, öyle değil mi?
Madem gerek duyulmuş ve madem referans metne alınmış, üstelik bu, çok büyük önem verdiğim Allah’ın kelamı, o halde “Aldırma, geç git” diyemem, aldırırım! Necip Fazıl’ın tabiri ile “kaba softanın” atıp tutmasına, üfürüp savurmasına seyirci kalamam! Oraya bir mim koyar içini dışını ortaya dökerim!
Şurası bilinmeli ki, bir şey “Kur’an metninde” geçiyor/ona dayandırılıyorsa, tabiri caizse “elime düşmüş” demektir. Eğer bu metinden uzak tutuluyorsa sorun yok, o zaman isterse “eşeğe” tapsın aldırmam, geçer giderim…
Velhasıl “Kur’an metninde” ne deniyor, benim derdim budur. Boşuna neden bunlarla uğraşıyorsun denilip durulmasın.
Herkes duysun: Kur’an’ı “mehcur” bırakılmaktan kurtaracağız! Bunun için memleketin düşünen kafalarını ve parlak beyinlerini bu metin üzerinde mesaiye çağırıyorum! Çünkü “Kur’an metni” hiç bu kadar bilgisizlığir elinde kalıp tanınmaz hale gelmemişti…
Şimdi…
Kur’an’da “Hz. Musa ile Bilge kişi kıssası” evet, bir şey anlatıyor. Hem de çok önemli bir şey anlatıyor.
Bakın nasıl…
***
Önce dini kaynak olması bakımından değil, böyle rivayetlerin çok olduğunu gösterebilmek için bir “tarihsel” rivayet:
Semure bin Cündep’ten gelen bir rivayete göre, mescitte bir gün Hz. Peygamber şunları anlattı:
“Beni iki adamın alarak mukaddes topraklara götürdüğünü gördüm. Gittik gittik bir yere geldik. Orada ağzından ensesine kadar çengel sokulan adamlar gördüm. “Bunlar kim?” dedim, “Yürü” dediler… Sonra gittik gittik bir yere geldik . Orada başı taşla ezilen adamlar gördüm. “Bunlar kim?” dedim, “Yürü” dediler… Sonra gittik gittik bir yere geldik . Orada tandırda yanan çıplak kadınlar ve erkekler gördüm. “Bunlar kim?” dedim, “Yürü” dediler…Sonra gittik gittik bir yere geldik . Orada kanlı bir nehirde çırpınan adamlar gördüm. “Bunlar kim?” dedim, “Yürü” dediler…Sonra yine gittik gittik bir yere geldik . Orada ağaçların altında etrafında çocuklarla oturan bir ihtiyar ve yeşil bahçeli evler gördüm . “Bunlar kim, burası neresi?” dedim, “Artık yolun sonuna geldik, şimdi dinle…” dediler: İlk gördüğün yalan söyleyenler, ikinci gördüğün bildiği halde Kur’an ile amel etmeyenler, üçüncü gördüğün zina yapanlar, dördüncü gördüğün faiz yiyenlerdi. Bahçede gördüğün ihtiyar İbrahim, etrafındaki çocuklar da insanların çocuklarıydı. Ben Cebrail’im, bu da Mikail… “Başını yukarı kaldır” dediler. Başımı kaldırdım, bir de baktım ki üstümde bir bulut dolaşıyor. Bana “İşte bu da senin evindir” dediler. “Bırakın gireyim” dedim, “Ama senin tamamlamadığın bir ömrün var, eğer tamamlasaydın girerdin” dediler.” (Sahih-i Buhari; Kitabu’l-Cum’a, no: 8)…
Sizce, bunları Hz. Peygamber’den dinleyen sahabeler “Ağzından çengel sokulan adamlar kimlerdi? Başı taşla ezilen adamlar kaç kişiydi? Kanlı nehirde kaçı boğuldu? Tandırda yanan çıplak kadın ve erkekler elbiselerini nereye koymuştu? O gördüğün İhtiyar kaç yaşındaydı? Etrafındaki çocuklar erkek miydi kız mıydı? O yeşil bahçeli evler keresteden mi tuğladan mı yapılmıştı?” vs. diye sormuş mudur?
Yoksa şöyle mi demişlerdir: “Tamam ey Allah’ın Resulü! Başımız gözümüz üstüne: Yalan söylemeyeceğiz, Kur’an ile amel edeceğiz, zina yapmayacağız, faiz yemeyeceğiz… Bunlara riayet edersek orada Hz. İbrahim ile beraber olacak, cennetin yeşil bahçeli köşklerinde ağırlanacağız. Anladık, aldık kabul ettik, amennâ…”
***
Görüldüğü gibi bu rivayette anlatılmak istenen, yalan söyleyenlerin, Kuran’ı bildiği halde yaşamayanların, faiz yiyenlerin (sömürücülerin), zina edenlerin hâl-i pür melâli, Hz. İbrahim’in ve Hz. Muhammed’in yolundan gidenlerin ise hâl-i pür cemâlidir.
“Kıssadan hisse” budur…
Gerek Hz. Peygamber, gerek Hz. İsa bu yolla bir çok şey anlatmıştır. Bu konuda Hz. İsa’nın İncil’deki benzetmeleri meşhurdur. “On kız benzetmesi”, “Bağ kiracıları benzetmesi”, “Düğün şöleni benzetmesi”, “İki oğul benzetmesi” vb. Buralarda Hz. İsa, bir çok “kıssa” anlatır ve bunlardan hisseler çıkarır.
Bu tür anlatıların temel özelliği şudur: Anlatıcı genellikle üç, beş, ya da yedi yere uğrar. Her birinde bir şey görür. Sonunda yolun sonuna gelinir ve anlatıcı tekrar başa dönerek “Birinci gördüğün şuydu, ikinci şuydu, üçüncü şuydu…” der. En sonunda da kıssadan hisseyi çıkarır. “Demek ki şöyle olmak lazım evlat…” gibi “hayata dair” özlü bir nasihatla biter…
Mesela eski Fars adebiyatında Simurg (Otuz Kuş) yedi dipsiz vadiyi (hırs, şehvet, marifet,istisna,birlik, hayret, yokuluş) aşar. Bunların her birinin ne olduğunu en son Kaf Dağı’nı aştığında öğrenirler. Meğer Kaf Dağı’nın ardında aradıkları kendilerindedir. Fakat binlerce kuştan ancak otuzu bu vadilere takılmadan Kaf Dağı’na varır. Diğerlerin her biri bir vadide kalır. Buradan, zorlu engeller aşılarak (kendini arama) ancak kamil insan olunabileceğinin dersi verilir…
Eski Türk edebiyatında Deli Dumrul üç kişiden (babası, annesi, eşi) Azrail’e verilmek üzere ödünç can ister. İlk ikisi vermez, üçüncüsü verir. Burada da sevgili ve eş olmanın yüceliği anlatılmak istenir…
Eski Fars ve Kürt edebiyatında Demirci Kawa efsanesinde de, Zalim hükümdar Dehhak’in omuzunda iki yılan vardır ve çocuk beyni yemektedir. Demirci Kawa’nın 16 oğlu bunun için kral tarafından yılanlarına yedirilir. 17. oğluna gelince Kawa isyan eder ve çekiçle zalim Dahhak’ı öldürerek halkın kurtuluşunu sağlar…
***
Buna benzer anlatım Kur’an’da iki kıssada geçer: Zülkarneyn ve Musa ile Bilge kişi (halk arasında Hz. Hızır diye bilinir) kıssası…
Zülkarneyn de üç yere uğrar: Haksızlık yapan bir halk, kendi halinde yaşayan bir halk ve saldırı tehditi altında olan bir halk…Zülkarneyn (bir kral) her üç yerde üç tür davranış sergiler ve buradan bir kralın (siyasi otorite, devlet) halka nasıl davranması gerektiği evrensel dersini verir…
***
Usule dair kısa bir ara hatırlatma: Kur’an’ın kıssa mantığının edebiyattaki “toplumsal gerçekçi” akımının öykü mantığına benzediğini söyleyebiliriz. Yani kıssada geçen olaylar genellikle ya kavranması/ tekrar yaşanması mümkün olan eski çağlardaki gerçek yaşam öykülerinden seçilir. Ya da “gerçeküstücü” bir öykülendirme ile ruh, melek, şeytan gibi kavranması mümkün olmayan, fıtrat, deri, el, ayak, dağ, yeryüzü gibi de konuşmaları mümkün olmayan olaylardan/durumlardan seçilir ve fakat bunlar üzerinden yine gerçek yaşama yönelik mesajlar verilir.
Yani “toplumsal gerçekçi” dediğimiz öykülendirme, tarihte meydana gelmiş ve sonraki çağlarda da benzerleri olmaya devam edecek bir olayın ilgili bölümlerini, aynı adla sinemaya aktarıp filmini çeker gibi yeniden öykülendirerek kıssalaştırmaktır. Bunun üç türlü olduğunu görüyoruz: 1- Bir peygamberin veya tarihsel şahsiyetin etrafında dönen kimi olaylar, Mekke’de Hz. Peygamber’e, oradan da sonraki çağlara örnek olacak şekilde öykülendirilir; peygamber kıssalarının tamamı böyledir…2- Tarihsel bilgisi sadece Allah’ın kendi ezeli ilminde kalmış bir olay tarihin tozlu sayfalarından çıkarılarak öykülendirilir; Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf , Ashabı- Uhdud veya Bahçe sahipleri kıssası böyledir… 3- Veya bir kişinin diğerine öğüt ve nasihat amacı ile anlattıkları öykülendirilerek kıssa haline getirilir. Lokman ve Musa ile Bilge kişi kıssası da böyledir… Bunlardan çıkarılacak mesajlar genellikle yer ve zaman ismi verilmeyerek de evrenselleştirilir.
“Gerçeküstücü” öykülendirme ise, gerçek yaşama yönelik mesaj vermesi için gerçeküstücü bir anlatımla, kinaye (oluşturma), teşhis (kişileştirme) veya intak (konuşturma, dile getirme) anlatım sanatları kullanarak yapılan metafizik öykülendirmelerdir. Begoviç’in semavî prolog (gökteki ilk konuşma), M. İkbal’in “İblis Parlementosu” dediği Allah, İblis ve melekler arasında geçen konuşma veya Allah’ın ruhlar (insanların vicdanı, fıtratı, iç dünyası) ile konuşması veya insanın derileri, elleri ve ayaklarının dile getirilip konuşturulması veya dağlar ile, yeryüzü ile konuşulması gibi…
***
Usule dair bu hatırlatmadan sonra esasa gelelim…
Yazının girişinde aktardığımız Hz. Peygamber’in beş yere uğrayarak anlattıklarının “ayetleştirildiğini” düşünün…
Konuşan bu sefer Allah olacağı için, Hz. Peygamber ile o iki kişi arasında geçen “diyalog” üçüncü kişi kipiyle anlatılacaktı: “Muhammed’e, iki kişi yürü dedi. Muhammed “Bunlar kim?” dedi. Sonra gittiler gittiler, kanlı denizde çırpınan insanlar gördüler. Muhammed “Bunlar kim?” dedi, sonra tekrar gittiler…” vb.
İşte Musa ile bilge kişi arasındaki diyalog ta aynen böyledir.
Yani “Bilge kişi” (kullardan sevgili bir kul) tıpkı Hz. Peygamber’in sahebeye anlattığı gibi Hz. Musa’ya “anlatmaktadır”. Bir yere gittikleri yok! Bu “diyaloğu” Kur’an bize üçüncü taraf olarak aktarıyor. Bilge kişi tıpkı diğer anlatılar gibi Musa’yı üç yere (gemi, genç, duvar) götürüyor ve yolun sonunda tekrar başa dönerek “Birinci gördüğün şuydu, ikinci buydu, üçüncü de bu” diyerek “hisseyi” çıkarıyor.
Şimdi kısayı bu gözle Kur’an’dan okuyalım:
“Derken orada sevgili kullarımızdan bir kul buldular. Biz ona tarafımızdan bir bilgi öğretmiştik. Musa ona “Sana öğretilen bilgiden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim” dedi. “Doğrusu sen benimle beraber olmaya dayanamazsın. Aklının almayacağı şeye nasıl dayanacaksın?” dedi. Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın; sorun çıkarmam merak etme” dedi. “Madem öyle, eğer bana uyacaksan, ben sana açıklama yapıncaya kadar hiç bir şey hakkında soru sormayacaksın” dedi… Ve yürüdüler… Bir gemiye binince o gemide bir delik açtı. Musa: “İçindekiler boğulsun diye mi deldin onu? Bu yaptığın çok kötü bir şey” dedi. “Benimle beraber olmaya dayanamazsın dememiş miydim?” dedi. Musa: “Neyse unutmuşum; suçlama beni, söylediğime de fazla takılma” dedi. Yine yürüdüler… Nihayet bir gence rastlayınca onu öldürüverdi. Musa: “Haksız yere masum bir cana mı kıydın? Bu yaptığın çok kötü bir şey” dedi. “Benimle beraber olmaya dayanamazsın dememiş miydim?” dedi. Musa: “Tamam, tamam, eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle ilişkiyi kesersin, o zaman haklısın” dedi.
Yine yürüdüler… Nihayet bir kasaba halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar kendilerini misafir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. O, duvarı onardı. Musa: “İsteseydin yaptığına karşılık ücret alabilirdin” dedi… “İşte şimdi, seninle yol ayrımına geldik. Şimdi sana o kabullenmekte zorlandığın şeylerin içyüzünü açıklayacağım.” dedi. İlk olarak o tekne, geçimini denizden sağlayan yoksul insanlara aitti. Ben ona hasar vermek istemedim, çünkü peşlerinde bütün sağlam gemilere el koyan bir hükümdar vardı… O gence gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Gencin anne-babasını azgınlık ve küfür ile yoldan çıkarmasından korktuk. Rablerinin ondan daha temiz ve merhamete yatkın bir evlat vermesini istedik… Gelelim duvara, o duvar şehirde iki öksüz çocuğa aitti. Altında onlara miras kalmış hazine gömülüydü. Babaları da iyi bir zat idi. Rabbin istedi ki o öksüzler ergenlik çağına ulaşsınlar da Rabbinden bir sevgi ve merhamet olarak hazinelerini çıkarsınlar… Bak bütün bunlar kendiliğimden yaptığım işler değil. İşte senin bir türlü anlayamadığın olayların iç yüzü!” (Kehf; 18/65-82)
***
Bu kıssa üzerine “Hz. Hızır” adı altında zengin bir efsane üretildiğini görüyoruz. Veya şöyle diyelim: Eski çağ dinlerindeki yoksulların sığınağı, çaresizlerin koruyucusu bolluk, bereket ve aşk tanrılarına ait anlatılar İslam’da “Hz. Hızır aleyhisselam” adıyla yeniden üretilmiştir.
Hâlbuki bilge kişinin Hz. Musa’ya nasihat olarak “anlattığı”, Kur’an’ın da bu iki kişi arasında geçen diyaloğu üçüncü taraf olarak “aktardığı” kıssadan çıkarılması gereken ders şudur:
1- Allah yoksulun, yetimin, çaresizin yanındadır. Tarihte daima ezilenlerin yanındadır. Yoksulların gemilerini korur, yetimlerin hakkını savunur, tuğyanın büyümesine razı olmaz, ona müdahele eder. Bu amaçla Musa gibi nebiler, elçiler, veliler, devrimci simalar gönderir.
2- O Allah ki her an her yerde olan, zamanı ve mekanı kuşatan, tarihe bütün yelpazesi ile bakabilen, her şeyi aynı anda bilen ve her şeyi aynı anda (senkronik/hemdem) gören büyük bir yüce tek bir güç var: Hâzır (her yerde ‘hâzır’ olan, ‘huzura’ çıkarıp hesap soran), Hakk (Gerçek, adalet, eşitlik ) yani Allah!
Biraz daha açalım…
Allah’ın oluş ve akışın bütününe , zamanın her anına, mekanın her yerine ve bütün yelpazesi ile tarihin tümüne birden baktığını düşünün… Milyarlarca insanın nereden nereye gittiğini, kimin ne niyetle ne iş yaptığını, kimin nereye hangi amaçla yol aldığını aynı anda gören, bilen ve duyan bir büyük kuşatıcı (muhît) güç var… Balıkların denizin koynunda gezinmesi gibi, insanları da adeta avucunun içinde gezindiren bir muhit-i ekber (büyük kuşatıcı) var. Olaylar avucunun içinde olup bitiyor. Bütün her şeyle canlı bir temas halinde. Her şeyi, her fısıltıyı, her kımıltıyı anında görüyor. Gemiyi delenle gemiye el koymaya geleni, büyüyünce anne babasını kafir yapacak genç ile şu an salih olan anne babayı, duvarın altında gömülü hazine ile hazinenin sahibi yetim çocuğu zamanı ve mekanı farklı olmasına rağmen aynı anda gören, doğururken ölen anne ile doğarken ağlayan çocuğu, elli sene önce doğanla, yüz sene sonra öleni, tepeden inenle tepeye çıkanı, dağın arkasından gelenle önünden dolananı, Çin’de uçan kelebekle Meksika’da sürünen karıncayı, denizde yüzen balıkla havada uçan kartalı, tavşanı kovalayan avcı ile çalının kenarına saklanan ceylanı, Ege denizine girenle Hint okyanusundan çıkanı, havayı Afrika’da soluyanla Sibirya’da soluyanı aynı anda gören, aynı anda bilen bir Yüce Kudret var…
Ve o Kudret bütün bu olaylar zinciri ve akıp giden tarih yelpazesi içinde ezilenin, yoksulun, öksüzün, doğru yolda yürüyenin yanındadır.
İşte bu kıssada insanlara Allah’ın böylesi bir karaktere sahip olduğu “Bilge kişi” anlatısı üzerinden kavratılmak isteniyor.
Bu tür bilme ve görmelerin bir insanda ortaya çıkması ise, bu, Hz. Yusuf gibi kişinin olayları yorumlama gücüne (tevilu’l-ehadis) sahip olması, gelişmeleri önceden kestirmesi manasına gelir. Türkçede “sezmek, kestirmek, farkına varmak, dört adım sonrasını görebilmek” dediğimiz şeyi çağrıştırır. Böylesi bir yetiye sahip olmak için insanları ve olayları iyi okumak, gelişmeleri iyi takip etmek, oluş ve akışa derinlemesine nüfuz etmek gerekir.
Keza kıssa bize Hz. Musa’nın Mısır’dan ayrı kaldığı yıllarda ciddî bir hazırlık dönemi geçirdiğini de çağrıştırıyor. Çok büyük olasılıkla Hz. Musa, Firavun İmparatorluğu’nun dayandığı sır, büyü, tılsım ve asa ideolojisini bu dönemde çözmüştür…
***
Kıssada kullanılan dil ve üslûp çoğumuzun aşina olduğu tipik bir doğu anlatım sanatı olan “kıssadan hisse” formunu çağrıştırmaktadır: “Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler.” diye başlayıp “Derken birinci tepede bir adama rastladılar, ikinci tepede bir koyun gördüler, üçüncü tepede de bir ağlayan bir kız…” diye genişleyen ve sonunda anlatıcının sözü alarak “Dinle evlât, birinci tepedeki adam şuydu, ikinci tepedeki koyun buydu, üçüncü tepedeki ağlayan kız da şu şu…” diye sonuçlanan ve en sonunda da “Gelelim kıssadan hisseye…” diye biten o bilgelik dolu anlatılar…
Bu bir anlatım sanatı olup hadislerde çokça görüldüğü gibi Musa ile bilge kişi arasındaki anlatımın da böyle olduğu anlaşılıyor. Yani bilge kişi Musa’ya “bilgece” öğütler vermekte, “Düşün ki seninle bir yoksullara ait gemi gördüm, sonra bir çocuğu öldürdüm, sonra yıkılmakta olan bir duvarın altındaki iki yetime ait bir mirasa rastladım…” diye anlatmaktadır. Musa ise her seferinde “Bu nasıl olur?” diye sormaktadır. Nihayet sonunda sözü olan bilge “kıssadan hisseyi” çıkarmakta ve “Her şeyi bilenin ve görenin, her yerde aynı anda olanın Allah olduğu ve O’nun bilgisinin zamanı ve mekânı tümüyle kuşattığı, yoksulun ve yetimin yanında olduğu, onların imdadına yetişeceği” dersini vermektedir.
***
“O zaman bütün kıssalar da böyledir” denirse, yukarıdaki “toplumsal gerçekçi” ve “gerçeküstücü” öykülendirme diye ikiye ayırarak anlattıklarımı tekrar okuyunuz.
Toplumsal gerçekçi öykülendirme tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olandır, fizikle ilgilidir. Gerçeküstücü öykülendirme ise, tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olmayandır, metafiziği (idrak edilemeyeni) kavratmak içindir.
***
İşte Musa’ya Bilge kişinin “gerçeküstücü” bir tarzda anlattıkları, “toplumsal gerçekçi” bir tarzda ayetleştirilerek diyalog haline getirilmekte ve “geçmiş zamanda öykülendirme” yapılarak aktarılmaktadır. Burada Allah anlatıcı değil; anlatılanı aktarıcıdır. Anlatıcı Musa’nın karşısındaki Bilge kişidir.
Tıpkı Hz. Peygamber’in yazının girişindeki örnek rivayette geçen anlatısının Bilge kişininki gibi ayetleştirilseydi “Sonra gittiler, Muhammed bunlar kim? deyince, o iki kişi şöyle dedi” şeklinde anlatılacağı gibi…
Tıpkı Hz. Peygamber’in Hz. Ebubekir’e “Dün gece Kudüs’e gittim” demesinin “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah’ın şanı ne yücedir” (17/1) şeklinde ayetleşmesi gibi. Yoksa Hz. Aişe’nin “Bütün gece yanımdaydı” demesinden de anlaşılacağı gibi “fiziki” olarak bir yere gidildiği yok!
Bunlar vicdanî, manevî ve ruhanî görüm olarak anlatanın vicdan, ruh, gönül ve dil dünyasında olup bitmektedir.
***
Toparlarsak…
Eski çağlarda devrin zalim krallarına karşı yoksulları,ezilenleri savunan ve kendilerine baba (bava), veli, ermiş, eren vs. denilen simalar vardı. Bunlar yoksul halkın kahramanlarıydılar. Sıkışanın, darda kalanın imdana koşar, yoksula ev verir, açların karnını doyurur, gençleri evlendirir, hastalara ilaç verirdi. Zalimlere hesap sorar, mazlumları savunurlardı.
Yine eski çağ dinlerinde (Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Yahudilik, Şamanizm, Anadolu, Yunan, Roma dinleri) bahar tanrıları, yarı tanrıları veya baş melekleri vardı. Baharın gelişinin, yeryüzünün canlanışının sorumlusuydular. Örneğin “Nevruz” bahar, bitki ve bereket tanrılarının yaratmalarına başlama günüydü. Buradan baharın gelişi yeşillikle ifade edildiği için “Hızır” (Yeşillenmiş), aynı inanç Tevrat’da “İliyâz/s” olarak geçtiği için de ikisi birleştirilerek “Hızır-İliyâs/z” (Hıdırıellez) oldu!
Eski Roma mitolojisinde ölümün eşiğine gelmiş iki çaresiz çocuğun (Romus ve Romulus) imdadına yetişen tanrının adı Lupecus’tur. Lupercus Eski Roma’da bereket, döllenme ve aşk tanrısıydı. Açları doyurur, çocuğu olmayanlara çocuk verir, evlenemeyenleri evledirir, sevgilileri buluştururdu. Bunun için her yıl 13-14-15 Şubat’ta onun için festival düzenlenir, kurbanlar kesilir, kurban kanları evlere, kısmeti açılacakların alnına sürülür, yemekler yedirilir, gençler evlendirilirdi. Artık Bugünün Modern dünyasında bu 14 Şubat sevgililer günü oldu!
Bu inanç ve anlatılar Yunan ve Roma dünyasına Anadolu’dan gitmişti. Anadolu’ya da Asya ve Mezopatamya’dan gelmişti. Eski dünya dinlerinin hepsi birbirine benzer. İslam onların son büyük reformudur. Tüm bu inanç ve anlatıların kimi yönleri bir taraftan devam ettirilmiş hem de kimi yönleri de kaldırılmış veya düzeltilerek sürdürülmüştür. Müslüman olanın daha bunlara geri dönmesine artık gerek yoktur. Bir Müslüman artık eski dünya dinlerine gere dönmez, bu geriye gidiş olur. Müslümanlıktan sonraki durak eski çağ dinlerine geri gidiş değil; ateizmdir.
Kur’an’da iki denizin birleştiği yerdeki Bilge kişi-Musa anlatısı (Kehf; 60-82) bu nedenle, İslami dönemde tekrar geriye gidilerek, Bilge kişi çimenler üzerinde oturarak Musa’ya nasihat ettiği için, buradan, yeşillik demek olan Hızır ile ilişkilendirildi ve verdiği mesaj olan “Her an her yerde olan, yoksulun,yetimin imdadına yetişen Allah” da her an her yerde imdada yetişen “Hz. Hızır” oldu!
Müslüman zihinde tek “Allah’a” iman böylece çökünce, eski dünya dinlerinin bereket, aşk ve bahar tanrıları “Hızır gibi yetişti” ve “Yetiş ya Hızır!” tek ve bir olan her an her yerde olan Allah’a imanı çökmüşlerin babalardan, velilerden yardım istemeye yönelik türbe duasına geri döndü.
Böylece Allah’ın her an her yerde “hâzır” olma, zalimlerdan mazlumların, zenginlerden yoksulların hakkını almak için elçiler, kurtarıcılar gönderme ve nihayet yaptıklarının hesabını vermek için onları “huzuru” çıkarma, hesap sorma özelliği (Meryem; 68) “Hz. Hızır” adıyla tekrar eskiye döndü. Halbuki eski çağların yarı tanrısal özelliğe sahip melek, kişi, şahıs kültü aşılmış, tek Allah’a ulaşılmıştı.
Dikkat edilirse eski (antik) dinlerde dertlere deva, hastalara şifa, yoksullara yardım, bekarları evlendirme, evsize ev, çaresize çare bulma, darda kalanın imdadınına yetişme ve bunları sağlasın diye yapılan türbeye anahtar bırakma, ağaca para asma, yeşil çimenlerde tedavi olmak için yuvarlanma gibi inanç ve ritüller hep “sosyal adalet” ihtiyacından doğmaktadır.
Sosyal adaleti sağlaması gereken kral, sultan vs. olması gerekirken onlar saraylarda alemlere daldığı için halk kendi çözümünü bulmuş, kendi “Hızır” ını yaratmıştır. Tarih boyunca bu dertleriyle ilgilenen şahısları (nebi, baba, veli, ozan, derviş, eren) kahramanlaştırarak onlarla yaşamış, teselliyi onlarda bularak bilincinde onları ölümsüzleştirmiştir.
Dinlerin son evrimi ve reformu olarak Gerçek Hayat Dini’nde (Kur’an’da anlatılan İslam) ise, tüm bu sosyal adalet ihtiyaçları tek bir Allah’a kaldırılarak, aradaki tüm aracılar insan üstülükten ve ölümsüzlükten arındırılmış, halk özgürleştirilmiştir. Bundan böyle ancak ve sadece Allah’dan yardım istenmelidir. Çünkü Allah zalimin hakkını mazlumdan, yoksulun hakkını zenginden soracak, onları huzura çıkaracaktır. Yeryüzünün neresinde mazlumu savunan, yoksulun hakkını savunan varsa hemen orada “hazır” olacak, onlarla birlikte yürüyecek, daima yanlarında olacaktır.
Şu halde evsizin ev bulmak için türbesiye anahtar, para bırakmasına, evlenemeyenin yüzük, saç teli bırakmasına gerek yoktur. Türbelerde yatan babalar zamanında yapılması gerekeni yapmış, bütün bunları diriyken yerine getirmişler, ezilenlerin ocağı olmuşlardır. Ama artık türbelerinde ölmüş olarak yatmaktadırlar. Hakkımızı dirilerden istemeli ve aramalıyız.
Anahtarları, yüzükleri sarayların duvarına, zenginlerin villalarına bırakmalı, bezleri onların demir korunaklı parmaklıklarına bağlamalıyız. Tüm yoksullar,ezilenler, çaresizler bir insan seli halinde bu korunaklı sarayları kuşatmalı, günlerce oradan ayrılmamalı, hakkımızı oralarda aramalıyız; türbelerde değil. Eğer böyle yaparsak, ezilenleri yeryüzünde önderler yapmak isteyen Allah hemen yanıbaşımızda “Hâzır” bulacağız.
Çünkü Allah Yâ Hâzır’dır! (ezilenin imdadına yetişen, ezeni huzura çıkaran)
Bunun gerçekleşme şartını ise kendi ellerimize verilmiştir. Muhyiddin Abdal’ın dediği gibi;
Hızır’ın suyu benem
Ab-ı Hayat bendedir
Kevser’den içer geçsin
Kadr-ü Berat bendedir
***
Uşten ile cân benem
Delil-ü burhan benem
Bu cümle Kur’an benem
Sevm-ü salat bendedir
***
Ey Musa’ya mavi gök altındaki yeşil çimenler üzerinde “tevhidi” anlatan bilge kişi!
Anlatmaya çalıştığın tek “Allah” eski dünya dinlerine rağmen hep yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak! Çünkü O dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyendir (Hayyu Qayyum). Birdir (ehad) ve tek bir bütün halinde (samed) her şeyi kuşatmış; ineni çıkanı, geleni gideni, duranı göçeni, doğanı öleni, vuranı kaçanı, uyuyanı gezeni, dünü bugünü, görüneni görünmeyeni, doğuyu batıyı, güneyi kuzeyi, eskiyi yeniyi gelmişi geçmişi vs. “aynı anda” görüyor (basîr) ve hep bir “ezelî şimdi” de yaşıyor… Gemisi asbedilen yoksulları savunuyor, yetimin hakkını savunuyor, ezinlenri yeryüzünün önderleri yapmak istiyor.
Amennâ ve saddaknâ…
Seni duyuyor ve anlıyorum.
ihsan bey yazılarınızı büyük bir zevkle okuyorum gerçeklerin üstünü örtmeden cesurca konuşup yazdığınız için ALLAH sizden razı olsun saygılarımla…
ihsan bey gerçekten müthiş. yüce Allah ona bir ilmi basiret vermiş; kimsenin yaklaşamadığı, yaklaşanların söylemeye cesaret edemediği "mülk" kavramını mükemmel biçimde, ayetlerin ruhuna, kur'an kelimelerinin kökenine inerek çözmüş. kendi çapımızda/köşemizde biz de naçizane aynı "anlama biçimini" müslümanlara yıllardır "tebliğ ediyoruz". ancak "yeni bir tarz&
tamam bu bir anlatım tarzı ise, yaşanan bu gezi olayı olmamışmıdır. Bu bilge kişi vardır diye düşünüyorum, Kuran sanırım olamayan birşeyi uslüp olsun diye vamış gibi anlatmaz. Hocam beni aydınlatmanızı rica ediyorum. Bu noktaay biraz takıldım. Teşekkü ediyorum.
Bana hiç inandırıcı gelmedi ama, aksine bayağı mifik geldi. Ama merakla okudum. <br>Teşekkür ederim.
Bana öyle geliyor ki, zamanında İslam'ın bize öğretmeye çalıştığı şeyleri Asya'da yaşayan atalarımız daha Semitik dinler ortaya çıkmadan önce çözmüş yemiş bitirmiş.
bu kıssa kurana sonradan eklenmiş bir anlatı olmasın?
sayın ihsan hocam yazılarınız beni mutlu ediyor. size teşekkür ediyorum. inancıma bakışım okadar değişti ve değişiyorki, daha bir imanım artıyor. eyvallah.
teşekkürler hocam
Sayın Eliaçık<br />İlgili ayet-i kerime'nin ilk bölümünde yer alan "Derken orada SEVGİLİ KULLARIMIZDAN BİR KUL buldular. BİZ ONA TARAFIMIZDAN BİR BİLGİ ÖĞRETMİŞTİK. Musa ona “Sana öğretilen bilgiden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim” dedi…" ifadesinden Hz. Musa (a.s)'ın tabi olduğu varlığın "MELEK" olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir.
şimşek<br />) sünnetullah ) değişmeyen kurallar.allah ın değişmeyen yasasında asla değişiklik göremezsin.kuralına ve kur anın anlatım diline uygun olmuş.kur ana bu gözle bakmak gerekiyor.(sünnetullah)emeğinize sağlık teşekkür ederim.
Yazılacak bir çok şeyi nasıl kırıcı bir uslup kullanmadan özetleyebilirim diye düşünürken şunda karar kıldım: İhsan Bey, benzetileni benzetene benzeterek, benzetilenin benzetene benzediğini ifade etmeye çalışırken bir usul hatası veriyor ki aklıma sadece bulamaç kelimesi geliyor. <br /><br />Aşağıdaki iki olay arasındaki münasebeti irdeleyelim:<br /><br />Durum 1: Peygambere ilk vahiy esnasında
sayin synelgi takma isimli arkadasim,<br />burda ki oku vahyi ile cal arasinda bir fark yok ki, hepsinde allah kullarina dogruyu,gercegi oku,anlat ve cal diyor… yoksa harfleri soze dokup sadece gercek veya fiziki bir anlamda okumak veya ben sana al bu sazi veriyorum bunun teline bas,notalari nameleri cikart anlaminda cal demek yerine caldiginla dogruyu,gercegi,hakki cal diyor.<br /><br /><br />
Sayın Adsiz kişi,<br /><br />Demek istediğimi anlatabildikten sonra bir de size cevap yazmak durumunda kalmak istemezdim. Ben o örnekle şunu demek istemişimdir.<br /><br />Demek istediğimi başka bir örnekle açayım. Şimdi hepimizin ama kesinlikle benim malumum, Peygamber dünyaya gelirken bir takım olağanüstü olaylar gerçekleştiği, mecusilerin binyıllık ateşinin söndüğü gibi bir şeyler uydurulmuş.
…avam, hayaliyle düşünür, gözüyle akıl yürütür, teoriden ziyade pratiktir…
Kuran'da olmayan bir şey olmuş gibi anlatılmaz. Kuran'daki diğer benzetme yapılan ayetlerde bize benzetme yapıldığı çeşitli şekillerde bildirilmiştir. Bu kıssada böyle bir şey söz konusu değil. İddia ettiğiniz gibi olsaydı en başında 2 adam vardı, biri diğerine şöyle anlattı derdi. Oysa ki burada gerçekleşmiş bir hikayeden bahsediyor. Bu hikayenin gerçekleşmiş olduğunu kabul etmemiz bize