(CB DİB DİYK’in (Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun) Yaşayan Kur’an Türkçe Meal-Tesir adlı kitabımı Şubat 2023’te yasaklama kararı üzerine, kurulun hazırladığı gerekçeli rapora yazdığım reddiye mahiyetinde cevap…)
R. İhsan Eliaçık /28 Şubat 2023
CB DİB DİYK’in (Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu) yazdığım Meal-Tefsir üzerine kaleme aldığı ve bana değil mahkemeye gönderdiği 23 sayfalık gerekçeli rapor, çelişkilerle ve baştan savma ifadelerle doludur. Bu nedenle bu yazı bir savunma değil; Diyanet’in gerekçeli raporuna karşı reddiye ve gerekçeli ilmî cevaptır. Şöyle ki;
GİRİŞ
Raporun hemen tamamı Meal-Tefsirimizden yapılan alıntılarla doldurulmuştur. Kendilerine ait beyanlar 2 sayfayı bile geçmemektedir. Beyanda bulundukları yerlerde ise ilmî açıklama yapmak yerine sürekli itham ederek “Tahrif etmektedir… İnkâr etmiştir…” şeklinde biten itham edici cümleler kullanılmaktadır. Raporda ilmi mütalaa denecek bir paragraf neredeyse yoktur.
Raporun girişinde meali incelemekle görevli olduklarını söyledikleri halde tefsir kısmına da girilerek, dipnotlardan bile alıntılar yapılarak yaptığım tefsirler sanki meal incelemesi yapılıyormuş gibi gösterilip mesnetsiz ithamlarla karalanmıştır.
“İslam’ın temel niteliklerine aykırı” diye gösterdikleri, raporun 10-11-12. sayfalarında sıralanan sadece 17 örnek ayet mealinden ibarettir. Oysa Kur’an’da 6236 ayet vardır. Çalışmamızda bunların hepsi tek tek 10 yıl süren bir emekle meallendirilmişti. Bu 17 mealin dışındaki eleştiriler direkt meal değil; tefsir alanına girmektedir. Tefsirimizden alıntılanan paragrafların sonuna sürekli olarak ilmî hiçbir değeri bulunmayan “inkâr etmektedir… tahrifat yapmıştır… keyfi yorumlamıştır…” dendiği görülmektedir.
Bu nedenle bu yazıda üzerlerine vazife olmadığı halde memuriyetleri dışına çıkarak tefsir bölümüne girdikleri yerlere değil; sadece 17 adet meal örneğinden ibaret bölümlere cevap verilecektir.
GELİŞME
Eleştiri getirdikleri 17 meal örneğine baktığımızda hiçbirisinin İslam’ın temel niteliklerini ortadan kaldıracak türden meal örneği olmadığı görülür.
Örneğin 10. Sayfada;
denilmektedir.
Oysa asıl keyfi manayı kendileri vermektedir. Çünkü ayet metninde görüldüğü gibi Adem ifadesi geçmiyor. “O’ndan” ifadesi “Nefsin vahidetin” (tek öz)’e racidir ve Adem denilmemektedir. “Zevc” ifadesinde ise çift/iki eş manası da vardır. Zariyat 49, Yâsîn 36; Zuhruf 12; Kâf 7. ayetlerinde bu manada kullanılmıştır. Yaptığım çeviri bu ayetlere dayanmaktadır. Nitekim Muhammed Abduh Menar tefsirinde, Muhammed Esed, Mehmet Okuyan, Mustafa İslamoğlu, Sülemaniye Vakfı meallerinde de benzer açıklamalar vardır.
Şimdi bu ayetin çevirisinde ‘İslam’ın temel niteliklerine aykırılık’ nerededir? “Adem’den eşini yarattı” deyince-Adem kelimesi geçmediği halde- İslam’ın temel nitelikleri korunmuş, “O tek nefsten iki eş/çift var etti” diye çevrildiğinde İslam’ın temel nitelikleri yıkılmış mı olmaktadır?
10. sayfada;
denmektedir.
Oysa çalışmamızda bu ayet çevirisinin 102 nolu dipnotunda şu açıklama vardır;
Harfi harfine: “Ehl-i Kitaptan olanlar, ölmeden önce ona mutlaka inanacak.” Meal-Tefsirimizde kullandığımız yöntem ve mantığı anlamadıklarından işlerine geldiği gibi rastgele yerlerden cümleler seçip inceleme yaptıklarını zannettikleri anlaşılmaktır. Oysa önsözde de belirtildiği gibi dipnotlardaki; Harfi harfine diye geçen yerler meal kısmına, diğer dipnotlar tefsir kısmına dahildir. Harfi harfine derken ayetin lafzî (motamot) çevirisine ağırlık verilmiştir. Klasik çevirilerde önce lafzî meal verilir altında biraz daha serbest çeviri yapılır bizim çalışmamızda bu tam tersidir. Yukarıdaki meal metninde fazla serbest çeviriye kaçıldığı görülmüşse bu aşağıdaki harfi harfine diyerek yapılan lafzi çeviriyle dengelenmiş ve okuyucuya karşılaştırma imkânı sunulmak istenmiştir. Kaldı ki harfi harfine diyerek yaptığımız lafzî çeviriler tam onların istediği türden birebir motamot çeviri örnekleridir fakat onları bilerek es geçtikleri anlaşılıyor. Ele alınan ayette esas meal metni ile aşağıdaki harfi harfine diyerek yapılan lafzi çeviri arasında mana farkı yoktur. Bu ayetin çevirisinde “İslam’ın temel niteliklerine aykırılık” nerededir?
Yine 10. Sayfada;
denilmektedir.
Oysa ayet mealinde geçen “çevresi çağlar boyu birçok mücadeleye tanıklık etmiş olan” ifadesi mübarek kavramının lügat içeriğinin açılımdan ibarettir. Bu durum Meal-Tefsirimizde En’am suresi 155. ayet açıklamasında şöyle açıklamıştır;
MÜBAREK: Sözlükte [B-R-K] kökünden gelir. Mastarı “çökmek, kalmak, kalıcı olmak” demektir. Bereket dilemek, hayır ve uğur ummak (teberruken); yüce olmak, kutlu ve münezzeh olmak, yücelerden yüce olmak, hayır ve uğur dilemek (tebâruk); küçük göl ve havuz (birke); bereket, çoğalma (bereket); su birikintisi (berîketu’l-mâ) kelimeleri bu köktendir… Görüldüğü gibi mübarek, kalma, kalıcı olma, çoğalma, yayılma, birikme anlamında kullanılıyor. Bu anlamda “Allahu teâla ve tebâreke” dediğimizde; “yüce, ulu, kalıcı, daim olan, ölmeyen, yok olmayan Allah” demiş oluyoruz… Kur’an’ın mübarek bir kitap olması bu anlamda dünyada yaşayan insanların kalbinde kalıcı olması, insanlık vicdanında çağlar boyu yankılanması, insanlığı sarması, tutması, onlar tarafından benimsenmesi ve giderek ona inananların, gönül verenlerin çoğalması manasındadır. Bölünmez bütünlüğü parçalayıcı eski dünya dinlerinde olduğu gibi, “gökte kutsal” ile “yerde kutsal olmayan” diye bir ayrım söz konusu değildir. Demek ki mübarek kutsal demek değildir. Esasında “kutsallık” kavramı ve buna dayalı ayrımlar, eski dünya dinlerine aittir. Ayrıca bkz. “Çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksa” tabiri; 17/1. ayet dipnotu… Kur’an, Kâbe gibi tarihî önemi olan yapıları işaret, gösterge (ayet); yol gösteren (huden); insanlık tarihinde çağlar boyu kalıcı olan (mübarek); kadim eski yapı (atîk); ayağa kalkış, toplanış yeri (qıyam) olarak anmaktadır. Bir yapıya yol gösterici denmesi, onun anma, hatırlatma (zikra) özelliği olmasından dolayıdır. Zira orada bir şeyler anılır ve hatırlanır. Yoksa yapı yol göstermek için dile gelip konuşamaz. Bunun için, anma olayı bir yapıya izafe edildiği zaman ona Türkçede hatırlama, anma (zikra) kökünden (anıt) denir. Demek ki bu tür yerler yeryüzünde dikilmiş manevî anıtlardır. Buralarda tevhid ve adalet mücadelesinin nice hatıraları, anıları vardır. İşte Uzaktaki Mescid (Mescid-i Aksa) birçok hatırası ile insanlık tarihinde çağlar boyu yankılanıp durmuş önemli bir yapıdır. Önemi içinde namaz kılınmasından değil, nice anıya, nice mücadeleye tanıklık etmesinden gelmektedir. Bunun için çevresi mübarektir… İlk olarak Süleyman Peygamber tarafından yaptırılmış, daha sonra yıkılarak harabeleri üzerine defalarca yeniden yapılmış ve genişletilmiştir. Müslümanlar Muhammed Peygamber’in miraca çıkarken buradaki kutsal taşa basarak göğe yükseldiğini, Yahudiler de İbrahim Peygamber’in İshak’ı kurban etmek üzere buradaki taşın üzerine yatırdığını sürekli olarak “andığı” için önemi daha da artmıştır.
Şimdi, mealde “Çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksa” deyince ‘İslam’ın temel nitelikleri’ korunmuş, onun Türkçe sözlük açılımı olan “Çevresi çağlar boyu birçok mücadeleye tanıklık etmiş olan Mescid-i Aksa” deyince yer ile yeksan mı olmuş oluyor?
Yine 10. Sayfada;
denilmektedir.
Yine incelemeyi yapan DİYK yetkilisi, bu ayetin Harfi harfine bölümünü görmemiş olamaz ama bilerek es geçiyor. Oysa orada şöyle demişiz; Harfi harfine: “Şems’in zirveden dönüşü ile ‘leyl’ iyice bastırdığında ‘salat’ et, bir de ‘fecr’ okuması. Muhakkak ki ‘fecr okuması’ ‘meşhud’dur.” Bu tam onların isteği türden lafzî çeviridir. Onu da yapmışız ama işlerine gelmediği için almamışlar. Kelime ve kavramlara Türkçe anlamlar fazla yüklemeden motamot çevirince işte böyle oluyor… Ayette geçen meşhûd kavramına “kalp gözlerini açan bir dinginlik” manası verilmesi, şâhid kelimesinin lügat içeriğinden, Kur’an’da geçtiği yerlerin kullanımından ve Fahreddin Razi’nin Mefâtüh’ul-Ğayb ile Muhammed Esed mealinde geçen açıklamalardan çıkarılmıştır. Muhammed Esed’deki açıklama şöyledir; “Klasik müfessirlerin çoğu bu meşhûd terimine, fecrin geceyle gündüz arasında bir geçit olması nedeniyle, “hem gece meleklerinin hem de gündüz meleklerinin tanık olduğu” şeklinde bir anlam vermişlerdir. Buna karşılık Râzî, meşhûd deyimiyle, burada, Allah’ın bahşettiği aydınlığın insanın kendi ruhunda husule getirdiği ışımaya işaret edildiği görüşündedir; gerçekten de gecenin sükûnet ve karanlığının yerini gündüzün diriltici ışığına terk ettiği bu saatlerde, insan ruhu dua, tefekkür, anma (zikr) eylemlerinin bir bileşimi olarak salât yoluyla manevî/ruhanî gerçekler alanına derin ve dolaysız bir nüfûz sağlayabileceği, ulvî olan her şeyle ilgi ve temas kurabileceği yüksek bir algı ve duyarlık düzeyinde bulunmaktadır ki, ayette ifade edilmek istenen de, Râzî’ye göre, insan ruhunun o vakitler ulaştığı bu açıklık, duruluk ve ulvî olana yatkınlık durumudur…” İşte bu durum Türçede en iyi ifade olarak “kalp gözlerini açan bir dinginlik” şeklinde anlamını bulmaktadır.
Yine 10. Sayfada;
denilmektedir.
Oysa ayetin dipnotunda neden bu şekilde mana verildiği açıklanmıştır;
I’VECEN QAYYİME: Sözlükte [A’-V-C] kökü mastar olarak “yamulmak, eğrilmek” demektir. Yamuk olmak, eğrilmek, zikzaklı olmak, ahlaksız olmak, yoldan sapmak (a’vec); eğrilmek, yamulmak (i’vicâc); yamultmak, eğmek, eğriltmek (ta’vîc); fildişi (âc); fildişi kulesi (buruc mine’l-âc); eğri, yamuk (maû’c) kelimeleri bu köktendir… Sözlükte [Q-Â-M] kökü de mastar olarak “ayağa kalkmak” demek. Dolayısıyla qayyum da çokça ayağa kalkan demek oluyor. Bu iki sözcükten oluşan i’vecen qayyimeh tabiri bu durumda, sağduyudan şaşmayan, yan yollara kaymayan, bu bakımdan içinde eğrilik, zikzak bulunmayan, insan hayatının sorunları hakkında çokça ayağa kalkan, insanlar üzerine âdeta titreyen, onlara önem veren manasına gelir. Âc sözcüğünün fildişi, qayyim sözcüğünün de “sanki bir çocuğun işini görür gibi üzerine titreme” manasına geldiğini (Razi) düşünürsek şöyle bir mana da çıkar: “Bu kitap fildişi kulelerinden değil, hayatın içinden konuşmaktadır. Yukarıdan ilgisiz emirler yağdırarak değil, hayatla iç içe, insan ve hayat üzerine titreyerek, ilgi göstererek, şefkatle, merhametle muamele ederek nazil olmaktadır. Tek yanlı bir monolog ile değil, olayları ve insanları sürecin içine katan diyalog ile oluşmaktadır…
Şimdi burada “O çelişkiden uzak kusursuz bir kitap” denince İslam’ın temel nitelikleri korunuyor fakat “Sağduyudan şaşmayan ve hayatın içinden seslenen kitap” deyince İslam’ın temel nitelikleri nasıl yıkılmış oluyor? Bu tür esasa tealluk etmeyen meal farklılıkları birçok mealde bulunur. Üstelik neden öyle bir mana verildiği kelimelerin sözlükteki anlamları tek tek verilerek izah edilmişken. Burada keyfi bir tevil yoktur tam tersi bütün bu manalar lügat manasına bağlı kalınarak, kelimelerin anlam derinliğinden çıkarılmaktadır.
Yine 10. Sayfada;
denilmektedir.
Bu ayete neden bu böylesi bir mana verildiği, üstelik lafzî çevirisi de yapılarak gözlerinin önünde durmakta ve fakat zevatın işine gelmediği için es geçtiği görülmektedir. Bu ayetin altındaki açıklama başka açıklamaya gerek duyulmayacak kadar nettir;
Harfi harfine: “Samiri dedi: Onların görmediklerini gördüm. Resulün izinden bir avuç avuçlayıp onu attım. Nefsim bana böylesini hoş gösterdi.” Yani: “Görünmeyen bir Tanrı’ya inanmak, aslında Tanrı’ya hiç inanmama oluyor. Bu nedenle Tanrı’yı görünür kılmak gerekir. Yoksa halk görünmeyen bir şeye inanmakta zorlanır. Bu da onların iyice Tanrı’dan uzaklaşmalarına neden olur. Bu nedenle Musa’nın getirdiği öğretide görünmeyen, herhangi bir şeyde cisimleşmeyen, temsil edilmeyen tanrı düşüncesini benimsemenin doğru olmayacağını anladım. Bu “Tanrı” kavramını hiçliğe mahkûm etmek oluyor. Görünür, somut bir şey olmalı ki onun aracılığı ile Tanrı’yla sıkı sıkıya bağ kuralım. Bence tanrı inancı gerçek anlamıyla böyle kalplere yerleşir. Bakın Mısır’daki tanrı boğa ile temsil olunuyor. Görünür bir figür orta yerde duruyor. Ona tapmak, bağlanmak, halkı inandırmak kolay. Fakat Musa gitmiş dağ yamaçlarında tanrıyı arıyor, üstelik görünmediğini ve görünemeyeceğini söylüyor. Görünmeyen bir Tanrı’ya halk nasıl inanacak? Musa’nın bir türlü göremediği, anlayamadığı bu işte. Ben gördüm bunu…”
“Gerekçeli” rapor dendiği halde, getirdiğim uzun ve mesnedi olan gerekçelerin yanında Kurul Zevatı herhangi bir gerekçe açıklamadan “Lafzını yansıtmamaktadır… Kur’an bütünlüğüne aykırıdır…” diye kestirip atmaktadır. Bunun neresi ilmî mütala ve gerekçeli rapordur?
Yine 10. Sayfada;
denmektedir.
Oysa bu mealin açıklamasında da zevatın çok sevdiği o lafzî çeviri de yapılmıştı:
Harfi harfine: “O gün ‘sur’a’ üfürülür/üfürülecek…” Sur’a ne mana verildiği ise Zumer 68. ayette açıklanmıştı;
“Ve diriltici soluğa üflenecek! Göklerde ve yerde kim varsa, Allah’ın dilediği kimselerden başka hepsi çarpılıp yıkılacak. Sonra diriltici soluğa bir kez daha üflenecek. Bu kez hepsi kalkıp bakınacaklar!”
Diriltici soluğun esmesi (nufiha fi’s-sûr) yeniden diriliş (baas) ve ayağa kalkış (qıyamet) olayından mecaz olarak kullanılmaktadır. Sûr dirilten, canlandıran nefes, soluk demektir. Boru ile sembolize edilir. Nefha da esme, esiş, üfleme, üfleyiş manasına gelir. O anda dirilerin ölmesi, ölülerin mezarlardan dirilip ayağa kalkış sahnesi bir yeniden yaratma (halk-ı cedid) olarak Kur’an’da hep bu deyimle betimlenir (tasvir edilip canlandırılır). Rivayete göre ilk esiş ölüm sûru olup Cebrail, Mikail, Azrail, İsrafil gibi melekler, huriler ve cennet bekçileri hariç herkesi öldürecektir. İkinci esiş ise diriliş (baas) sûru olup bütün ölüleri diriltecektir. (Razî, Kurtubî, Taberî, İbn Kesir).
“Diriltici vasfının getirilmesi, sura üfleme olgusuna diriltme fonksiyonu yüklemiştir, Halbuki diriltecek olan sure üflenmesinden sonra Allah’tır.” ifadesi anlatım sanatlarından bihaber olduklarını göstermektedir. Kur’an’da anlatım sanatları vardır. Nufiha fi’s-Sur diriltici soluk denmesi, bizim Türkçede ‘yıkıcı fırtına’, ‘deprem yaratan açıklama’, ‘öldürücü darbe’ vb. dememiz gibidir.
Üstelik bu ayet açıklamasında görüldüğü gibi “Cebrail, Mikail, Azrail, İsrafil gibi melekler, huriler ve cennet bekçileri” denilerek klasik İslam inançları olduğu gibi aktarılmış, Razî, Kurtubî, Taberî, İbn Kesir gibi İslam tarihinin en klasik tefsirleri kaynak gösterilmiştir.
Çalışmamız boyunca neredeyse hemen her sayfada defalarca adları geçmektedir. Dolayısıyla Kurul Zevatının ayetleri keyfi yorumladığımız iddiası gerçek dışıdır ve çalışmamız boyunca İslam meal ve tefsir geleneği ile sıkı bir irtibat söz konusudur.
Keza melekleri inkâr ettiğimi zanneden zevatın anlamadığı şudur; Çalışmamızda Kur’an’da lafzen adı geçen hiçbir şey inkâr edilmemiştir. Bir tek örnek bile gösterilemez. Subutu kat’i olan hiçbir şey inkâr edilmemiş ancak neye delalet ettikleri konusunda tefsir ve teviller tabi ki yapılmıştır. Örneğin Cebrail’in varlığı (subutu) inkâr edilmemiş, onun mahiyetinin ne olduğu, neye delalet ettiği anlaşılmaya çalışılmıştır. Daha açık ifadeyle örneğin ben Kur’an’daki Cebrail’i inkâr etmiyorum, ona Nedir o? (Ma huve?) diye soruyor ve cevabını arıyorum illa inkâr kelimesi kullanılacaksa şöyle diyebiliriz; Kurul Zevatının zihniyetindeki Cebrail’i inkâr ediyorum; Kur’andaki Cebrail’i değil.
Yine 11. Sayfada;
denilmektedir;
Bu olay Meal-Tefsirimizde Taha 77. ayeti açıklamasında şu şekilde anlatılmıştır; “Kızıldeniz’i geçme olayının, bu denizin bugün Süveyş Kanalı olarak bilinen kuzeybatı ucunda gerçekleştiği anlaşılıyor. Olayın yaşandığı çağlarda burası şimdiki kadar derin değildi ve bazı bakımlardan Kuzey Denizi’nin ana kıtayla Frisian adaları arasında kalan sığ bölümü gibiydi. Denizin geri çekilmesi (cezir) hallerinde bu gibi yerlerde sığ bölgeler çıplak kalmakta ve geçici olarak geçilebilir hale gelmekte, bu durumdayken ani ve şiddetli bir deniz kapanması (med) ile bütünüyle sulara gömülmekteydi. Olayın böylesi bir anda yaşandığı anlaşılıyor. Nitekim olaylar yazılı metinlerde anlatıldığı gibi bir anda olup bitmiyor, günlerce sürebiliyordu. Keza Tevrat’ta olay: “ Ve Rab bütün gece kuvvetli şark yeli ile denizi geri çevirdi ve denizi karaya çevirdi ve sular yarıldı.”(Çıkış; 14/1–31) şeklinde anlatılır. Şu halde olayda Allah’ın ayeti (mucizesi) Musa’nın asâsı ile denizi yarıp karşıya geçmesi değil; med-cezir olayı ile yarılıp açılmış olan denizin ortasında görünen kuru yoldan, Musa’nın asâsı ile orayı işaret ederek karşıya geçmeleridir. Yani Musa ve taraftarları zaman zaman meydana gelen ve bilinen bir tabiat olayının (med-cezir) yardımıyla kurtulmuştur. Diğerleri de aynı olayda boğulmuşlardır. Çünkü tabiat (doğa) olayı dediğimiz şey Kur’an’ın “varlığın diliyle konuşan” lisanında Allah’ın davranışıdır. Bu tür olaylar halen olmaya devam etmektedir. Bunlardan hâlâ kimimiz kurtuluyor, kimimiz boğuluyoruz ve insanların çoğu bunun bilincinde değil. Bu tür olayların sadece geçmişte olduğunu, bugün artık olmadığını, olamayacağını sanıyoruz. Derya içinde fakat deryadan habersiz yaşıyoruz. Şu bir gerçek ki Allah’ın davranışı (yaratma) hiç bitmedi, devam ediyor. Kıyâmete kadar, hatta ondan sonra dahi devam edecek. Çünkü yaratma ezelî ve ebedî bir süreçtir…”
Ayette geçen “ıdrib” 16 anlamı olan çok anlamlı bir kelimedir ve göstermek, işaret etmek anlamına da gelmektedir. Kur’da misal göstermek, örnek vermek anlamında birçok yerde bu manada kullanılmıştır. Ör. Nahl 74 ve 112. Mehmet Çoban mealinde de kelime vur değil; “Denizde yol aç” şeklinde meallendirilmiştir.
Mucizeleri inkâr ettiğimi sanan kurul zevatının bu konuda da anlamadığı da şudur; Kur’an’da mucize kelimesi geçmiyor bunun yerine sürekli ve ısrarla “ayet” kelimesi kullanılıyor. Şu halde ayet nedir? Bunu Meal –Tefsir çalışmamızda İbrahim 9. ayette şöyle açıklıyoruz;
“Tarih boyunca bütün elçiler insanların karşısına Allah’ın apaçık sözleri ile çıkmışlardır. Halklarına, tabiri caizse “bildiri, manifesto” niteliğindeki belgesel kanıtlarla, söz ile, beyan ile hitap etmişlerdir. Bunun dışında özü itibarîyle “söze” dayanmayan, tabiatüstü güç, kudret isteyen şeylerle halklarının karşısına çıkmamışlardır. Onların getirdiği sadece “söz”dür. Bazı tabiat olayları ise elçilerin halkın karşısına mucize ile çıktığını değil; elçiler olsa da olmasa da, halklar inkâr etse de etmese de Allah’ın süregelen/olagelen ayetleri (sünnetullah) olarak vurgulanmaktadır. Bu noktada “mucize” olağanüstü/kuraldışı olan değil, aciz bırakan demektir. Meselâ Güneş olağan bir şey olmasına rağmen insanı aciz bırakır. Her gün aynı yerden doğar ve batar. Dakikası dakikasına bu binlerce yıldır aynıdır, yani olağandır. Fakat onun doğuşu ve batışı karşısında insanlar acz içindedir. İşte asıl mucize budur. Bu anlamda her şey ama her şey birer mucize (ayet)tir. Tabiatta bir normal (olağan, doğal), bir de anormal (olağandışı, mucize) diye iki kategori yoktur. Hepsi de hem olağandır hem de mucizedir. Bunu ihsas ettirircesine Kur’an asla “mucize” sözcüğünü kullanmaz. Bilakis her şeye “ayet” diyerek bütün varlığın Allah’ın ayeti, işareti, kanıtı olduğunu söyler…
Demek ki Kur’an’daki adıyla ayet, halk arasında kullanılan şekliyle mucize aslında Allah’ın yarattığı her şeydir. Burada mucizelerin inkâr edilmesi değil; ne olduğunun anlaşılmaya çalışılması söz konusudur. Kurul zevatının zihniyetindekinden farklı anlıyoruz diye namaz, melekler, cennet, cehennem konularında oldu gibi mucizeleri de inkâr etmiş olmuyoruz bilakis kuruldaki zevattan farklı anlıyoruz.
Bir şeyin varlığını inkâr etmekle mahiyetini yorumlamak farklıdır. Ben Kur’an’da var olan hiçbir şeyi inkâr etmiyorum ve fakat mahiyetini anlamaya çalışıyorum. Ebu Hanife el-Muallim ve’l-Muteallim adlı eserinde şöyle der; “Bir kimse Kur’an’da geçen Muhammed’i kabul etse ve fakat onun Mekkeli Abdullah’ın oğlu Muhammed olmadığını söylese, onun kim olduğunu bilmiyorum ama Kur’an’da geçen Muhammed’i kabul ediyorum (Muhammeden Resulullah) dese bir şey lazım gelmez…”
Tarih boyunca Ehli-Sünnet ekolünün iki temel prensibi olmuştur; 1- Ehl-i Kıble tekfir edilemez 2- Subutu kati olan bir şeyi kabul edip tevilde hataya düşmek kişiyi küfre düşürmez. Ben hem Ehl-i Kıbleyi’yim, hem de subuti kati olan hiçbir şeyi inkâr ettiğim görülmemiştir. Tefsir ve tevillere gelince benim yaptığım tefsir ve teviller doğrudur. Diğerlerinin de doğru olma ihtimali vardır. Ama onların kanıtları beni ikna etmeye yetmemektedir. Meal, tefsir ve tevillere tahrif ithamında bulunmak çok yanlıştır ve tehlikeli bir yoldur. Tahrif Kur’an’ın Arapça orijinal metnindeki değişikliğe denir. Zaten Diyanet’in aslî görevlerinden birisi de Mushaf ve Kıraat Kurulu’nda Kur’an’ın orijinal Arapça metnini korumak ve denetlemektir ki böylesi bir görevlendirme de yerindedir ve gereklidir. Meal, tefsir ve tevillerdeki farklılar tahrif değil; tefsirde eksiklik, tevilde hata, isabetsiz yorum, aklî veya naklî yanlışlık, maddi bilgi hataları vb. ile açıklanabilir.
Yine 11. Sayfada;
denilmektedir.
Oysa gözlerinin önünde durduğu halde işlerini gelmeyeni nasıl da geçiştiriyorlar. Aynı yerde ayetin açıklaması şöyledir;
{Aldığı bilgiler geçim kaynağı değildir}: Harfi harfine; “Ğayb konusunda cimri değildir.” Yani Muhammed ğaybdan bilgiler veriyor, vahiyler alıyor; fakat onu kâhinlerin kendilerine saklamaları gibi kendine saklamıyor. Hepsini açıklıyor ve bu açıklamalarından dolayı kâhinler gibi ücret istemiyor. Vahiy onun mesleği değil. Bu vahiyleri size geçinmek, kendini zengin etmek için getirmiyor. O bir din tüccarı, iman taciri, umut hırsızı, kâhin, rahip, din adamı veya sihirbaz değil. Allah’tan aldığı ne varsa onu olduğu gibi söyleyen vicdanın sesi o!
Ayetin lafzî (motamot) çevirisi verildiği halde görmezden gelen zevat elindeki mührü burada da yapıştırmaktan çekinmiyor. Bu tahrif nasıl, ne şekilde olmuştur bununla ilgili herhangi bir gerekçe göstermeden sadece damgalanmakta ve kara çalınmaktadır. Hem ayetin Arapçası yanlış mı harekelenmiş veya Arapça ibare değiştirilmiş, ekleme çıkarma mı yapılmış ki “tahrif” deniyor? Tahrif, Kur’an’da geçen bir kavramdır ve daha çok Yahudilerin Tevrat kelimelerinde yapılan değiştirmeler ile ilgili kullanılır; kelime yerinde aynı kaldığı halde onun tevili ve tefsiri için değil.
Meal Tefsirimizde Harfi harfine çevirinin mealde değil dipnotta verileceği önsözde açıkça söylendiği halde zevat bunu bile bile görmezden gelmektedir. Harfi harfine denilen yerler tüm çalışmamız boyunca devam etmektedir. Şöyle de diyebiliriz Meal-Tefsirimizde serbest ve lafzî çevirilerin ikisi birden yer almaktadır. Şu kadar ki lafzî çeviri genellikle biraz fazla serbest çeviri yapılan yerlerde verilmiştir çünkü yöntemimiz budur.
Yine 11. Sayfada
denilmektedir.
Oysa tam tersi vurgulanan yerler tam da ayetlerin gramatik içeriğinden çıkarılmıştır. Görkemli yapı “binâ” kelimesinin, uçsuz bucaksız genişlik “tahâ” kelimesinin, üzerine titreyerek yaratma “sevvâ” kelimesinin, esinleyen ilham “elheme” kelimelerinin içeriğinde vardır. Üstelik bunlar şiirsel ifadeler olduğu için, şiirsellik yansıtılmak istenmiştir. Dahası bu şiirsel cümlelerin çevirisinde bir anlam kayması, tahrifat yoktur. Çeviri tekniği açısından yaptığım meal diğerlerine nazaran daha şiirseldir ki bu sure (Şems) Kur’an’ın en şiirsel hatta bizzat şiirin kendisi olduğu yerlerden birisidir. Aslında bu tür yerleri şairlerin veya içlerinde şairlerin de bulunduğu ilahiyatçıların çevirmesi gerekir. Oysa örneğin Türkçede bir şairin çevirdiği meal Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu meali o da kısmen sayılmazsa neredeyse yoktur. Çevirileri yapanlar genellikle molla, ilahiyatçı, fıkıhçı, hafız vb. insanlardır ve çoğu Kur’an’ın şiirselliğinden, edebiyat ve anlatım sanatlarından bîhabedirler.
Yine 11. Sayfada;
denilmektedir.
Görüldüğü gibi Meal-Tefsirimizin en orijinal yerlerinden birisi olan yeminlerin “dile gelme” şeklinde çevrilmesi hiçbir gerekçe, açıklama, yol gösterme, alternatif sunma yapılmadan mesnetsiz bir şekilde tek cümle ile; “ayetler tahrif edilmiştir…” denilerek itham, yaftalama, karalama yapılıyor. Üstelik yaptıkları işi kendileri de ciddiye almadan tek kelime ile; “Ayetleri tahrif etmektedir…” denilerek.
Çalışmamızda Kur’an’da yeminler meselesine getirdiğimiz açıklama ve gerekçenin tamamı şöyledir;
“2- Yeminler: Çalışmamızda öne çıkardığımız ikinci dikkat çekici özellik Kur’an’ın kullandığı dildir. Buna da “metafizik gerilim içinde gelen dil” dedim. Bir meal metninde bunu başka bir dile çevirmek son derece zordur, hatta imkânsız da denebilir. Çünkü metafizik gerilim içinde gelen şiirsel bir dil başka bir dile aynı gerilim ve şiirsellik içinde ne kadar aktarılabilir? Bu noktada hiç olmazsa Mekkî surelerde görülen ve belli başlı varlıklara yemin (kasem) ile başlayan ayetleri “Dile gelsin” diye çevirdim.
Çünkü Arapçada yemin birini yüceltmek için yapılır.
Allah kendi dışında bir şeye yemin ettiği zaman onu yüceltmiş gibi oluyor. Oysa O’ndan başka yüce yoktur. Dolayısıyla bu tür kasem ayetlerinin “Yemin olsun” diye değil “Dile gelsin” şeklinde çevrilmesi uygun düşmektedir. Zaten bir şeye yemin etmek onu tanıklık etmeye, gerçeğin teyidi için dile gelip konuşmaya çağırmak demektir. Kur’an işte bu şekilde kimi varlıkları dile gelip konuşmaya çağırmaktadır. Veya onların bir gün dile gelip konuşacağını söylemektedir. Örneğin; “Yıldızlar dile gelsin, güneş dile gelsin, ağaran tanyeri dile gelsin, sabaha yürüyen gece dile gelsin, incir ağacı dile gelsin, dağ dile gelsin, emin belde dile gelsin; (dile gelsin de söylesin) “Allah’tan başka ilâh yoktur!” gibi… Bu aynı zamanda Kur’an’ın evreni tek bir bütün olarak kavrayan bakış açısının edebi bir üslûpla yansıtılması olmaktadır. Bunun Kur’an’ın dilini anlamada yeni bir açılım olacağını ümit ediyorum İlgili ayetler incelendiğinde görüleceği gibi bu konuyu da sık sık öne çıkardım.” (Önsöz)
{KASEM/YEMİN}: Özellikle Mekkî surelerde görülen ve bir şeylere yemin (kasem) ederek başlayan ve genellikle surenin ilk 4-5 ayetini kapsayan bu tür ayetleri çok iyi anlamak gerekmektedir. Mevcut yorumlar Mekke döneminde inen bu tür yemin ayetlerinin ruhunu yansıtmaktan oldukça uzak görünüyor. Metafizik gerilim içinde gelen bu tür ayetlerde oldukça üst perdeden bir edebÎ hitabet göze çarpmaktadır. Arapçada yemin edatı olarak bilinen vav’u’l-kasem bir edebî sanat ifadesi olarak kullanılıyor.
Şöyle ki: Bir şeye yemin etmek, yemin edilen şeyi tanıklık yapmaya çağırmak içindir. Örneğin bir mahkemede gerçeğin ortaya çıkarılması için şahitlere başvurulur. Sanki şahitlere şöyle seslenilir: “Dile gel ey filan! Bu adam bu suçu işledi mi? Onu suç işlerken gördün mü?” Eğer adam “gördüm” derse gerçekler ortaya çıkarılmış olacaktır. Keza şahit kendisi yemin ederken “Vallahi billâhi gördüm, Allah şahidimdir. O da yalan söyleyecek değil ya!” demek ister. Burada amaç gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bunun için yalan söylemeyeceğinden emin olunanlar tanıklık etmeye yani dile gelip konuşmaya çağırılırlar…
İşte Kur’an bu tür yerlerde bazı varlıkları (yıldız, güneş, ay, yer, gök, gece, tanyeri, kalem), tarih ve tabiat olaylarını (elçiler, önceki çağların mesajları, deprem, tufan, rüzgâr vs.) âdeta tanıklık yapmaya çağırmaktadır. Onların bir tür “dile gelerek” gerçeğe tanıklık etmelerini istemektedir. Sonra da yeminin cevabını (muqasem aleyh) yine kendisi vermektedir…
Benzer bir durum şu tür ayetlerde çok daha açıktır: “Yeryüzü o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı zaman… Ağırlıklarını çıkarıp attığı zaman… İnsan ‘Ona neler oluyor?’ dediği zaman… İşte o gün dile gelip haber verecek her şeyi. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir.” (Zilzal: 99/1-5).
“Cehenneme yaklaştıklarında kulakları, gözleri ve derileri dile gelip yaptıklarını bir bir anlatacak. Derilerine ‘Niçin yaptıklarımızı bir bir anlattınız?’ diyecekler. Onlar da ‘Bizi her şeyi söyleten Allah dile getirdi. Sizi de ilk defa O yarattı, yine O’na götürülüyorsunuz’ diyecekler. Pervasızca günah işlerken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bir gün dile gelip aleyhinize tanıklık edeceğini hiç düşünmüyordunuz. Yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (Fussilet: 41/20-22)
“Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. İkisi de ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet: 41/11)
İşte bu duruma “metafizik gerilim içinde gelen ve varlığın diliyle konuşan Kur’an” diyoruz. Bu, Türkçede “dile gelmek, dillendirmek” dediğimiz şeydir. Bu nedenle bu tür yeminleri bu manayı çağrıştıracak şekilde “dile gelsin, dile gel, dile gelin” diye karşıladık. Keza Hayati Vasfi Taşyüreğe ait bir Türk halk şiirinde geçen “dile gelmek” deyiminin kullanılışı bu üslup hakkında bir fikir verebilir;
“Neden dağlar karlı, bulutlar kara
Dile gel hey Anadolum dile gel
Bu mikrop saçan binlerce yara
Dile gel hey Anadolum dile gel
Kaldır Mevlâna’yı, Hacı Bektaş’ı
Şahlandır zeybeği coştur dadaşı
Tüm Sütçü İmam et şanlı Maraş’ı
Dile gel hey Anadolum dile gel”
Murselât Sure’sinin girişinde yaptığımız bu açıklamaya şunu de ekleyelim ki edebiyatta bu anlatım sanatına teşhis ve intak denmektedir. Teşhis görünmeyen varlıkları ve olayları kişileştirme, kişi haline getirme, intak da onları konuşturma, dile getirme oluyor. Mesela fabl hayvanları konuşturma demektir ve bu anlatım sanatının en önemli dallarından birisidir. Yunus Emre ünlü sarı çiçek şiirinde çiçekleri konuşturur;
“Sordum sarı çiçeğe
Annen baban var mıdır
Çiçek eydür derviş baba
Annem babam topraktır
Sordum sarı çiçeğe
Evlât kardeş var mıdır
Çiçek eydur derviş baba
Evlât kardeş yapraktır
Sordum sarı çiçeğe
Benzin neden sarıdır
Çiçek eydür derviş baba
Ölüm bize yakındır
Sordum sarı çiçeğe
Sizde ölüm varmıdır
Çiçek eydür derviş baba
Ölümsüz yer varmıdır“
Bu anlatımın sanatları Kur’an’da da vardır. Başta Adem kısası olmak üzere birçok kıssayı, yeryüzünün konuşması (dabbetül-arz), dağların ilahi çağrıya cevap vermesi, Süleyman’ın kuş dilini bilmesi, Davud’un zikrine dağların taşların katılması, tüm yemin edatlarının kullanımını teşhis ve intak sanatlarını bilmeden tefsir ve tevil etmek mümkün değildir. Kurul zevatının bunlardan bîhaber bir şekilde edebî anlatım sanatlarıyla açıklamaya çalıştığımız başta yemin (kasem) edatları olmak üzere sembolik anlatım yerlerini tahrif diyerek yaftaladıkları ve hiçbir açıklama getirmedikleri görülmektedir.
Yine 12. sayfada;
denilmektedir.
Buradaki açıklama keyfi bir şekilde yapılmış değildir; asıl keyfi açıklama tam da kuruldaki zevatın yaptığıdır. Hiçbir gerekçe; Kur’an’dan, sözlüklerden, şiir ve edebiyat metinlerinden örnek gösterilmeden sadece yafta vurulmakta ve karalama yapılmaktadır. Oysa Alak Suresi’nde bunun açıklaması yapılmıştı, bu açıklamayı görmemiş olmaları mümkün değildir buna rağmen geçiştirdikleri görülmektedir. Alak Suresi’nin daha ilk başında şu açıklamayı yapmışız ki Meal-Tefsirimizde yapılan en geniş açıklama ve gerekçelendirmelerden birisi de burasıdır. Böylece kurul zevatı gerekçeli açıklama neymiş görsün;
“{ALAK}: Sözlükte [ALQ] kökünden gelir. Mastarı “ilişmek, takılmak, yapışmak, bitişmek, tutunmak, sevmek, tutkun olmak” demektir… Asmak, askıya almak, ertelemek, yorumlamak, bir şey hakkında yorum yapmak, takmak, iliştirmek (ta’lîgan), ilgilenmek, ilişkili olmak, ilişmek, takılmak, bir şeye ilişkin olmak, bir şeye ait olmak (ta’alluq), ilgi, alaka, dostluk, iş, meslek, uğraş (a’lâqa), yorum, siyasi yorum (ta’lîq), dipnot, şerh, haşiye (ta’lîga), kan pıhtısı, sülük (alaq), hayvana verilecek yiyecek (alîq), ile ilgili, ilişkin, alakalı (mutealliq), askı, asacak (mi’lâq), askıda bırakılmış (mu’allaq) kelimeleri bu köktendir…
Yukarıdaki ayette {İnsanı ‘alaq’tan yarattı} ifadesi, “kan pıhtısından, embriyodan, zigottan” şeklinde biyolojik, “ilgisinden, alâkasından, sevgisinden” şeklinde teolojik açıdan yorumlanmaya müsaittir. Her iki anlam da kelimenin kök anlamına uygun düşmektedir. Ancak teolojik açıdan yorumlamak anlama ve bağlama daha uygun duruyor. Çünkü bunlar Kur’an’ın ilk inen ayetleri olup Allah insana kim olduğunu, neyi niçin yaptığını ve neler vermekte olduğunu sıralayarak işe başlamaktadır.
Anlaşılan bu ilk beş ayette tutarlılık içinde beş temel özelliği ile Allah kendini tanıtıyor: 1- Rabb (Kim?) 2- Yaratma (Ne yapıyor?) 3- Alak (Neden?) 4- Kerem (Ne veriyor?) 5- İlim (Ne öğretiyor?)
Bunların hepsi de mantıksal tutarlılık içinde insanoğlunun zihnini meşgul eden beş temel soruya cevap vermektedir.
Şöyle ki: İçinde yaşadığımız evreni çekip çeviren, ayakta durmasını sağlayan bir yüce “Rabb” vardır. O, bizi “yaratarak” varlık sahnesine çıkarmıştır. Bunu, duyduğu sonsuz sevgi, ilgi ve alâkadan dolayı yapmıştır. Karşılıksız olarak boyuna vermiş de vermiş (hava, su, toprak/gıda, ısı, vücut), verdiği nimetler hesaba kitaba sığmaz olmuştur. Dahası diğer varlıklardan ayrı olarak insanoğluna bir de “ilim” öğrenme yeteneği bahşetmiş (bilgi, akıl, zihin, beyin, kalp), “kalemi” (kelime, söz, konuşma, yazı, ifade) kullanabilmeyi, varlığı okuyabilmeyi, anlayabilmeyi, derinliklerine nüfuz edebilmeyi nasip etmiştir. Öyle ya, insanı hayvanlardan ayıran şey bilgisi, aklı, zihni, beyni, okuması, anlaması, konuşması ve yazması değilse nedir?
Şu halde alaq’tan yaratılma ifadesini bu çerçeve içinde yorumlamak gerekir. Gerçekten de, içimizden birisi Rabbimiz ile ilk karşılaştığında öğrenmek isteyeceği ilk şey ne olabilir? Merakımız daha çok biyolojik mi teolojik mi olur? Biyolojik olduğunu farz edersek, ana rahminde bir spermden nasıl dokuz ay boyunca gelişip büyüdüğümüzü zaten kendi araştırmamızla bulabilirdik. Asıl merakımız rahmi de yaratanın, anneyi babayı da yaratanın, bizi varlık sahnesine çıkaranın, bunu neden yaptığı değil midir?
“Nasıl yaratıldım?” değil; “Neden/Niçin yaratıldım?”
Vahiy asıl bu soruya cevap için var değil midir? Çünkü nasılını insan araştırmasıyla bulup ortaya çıkarabilir. Bu ilk ayetler nedenin/niçinin cevabını veriyor. Bu nedenle alaq kavramı biyolojik olarak hangi maddeden nasıl yaratıldığımızdan ziyade, teolojik olarak hangi manadan niçin yaratıldığımızın cevabı olmaktadır.
İşte alaq bunun cevabı; sevgi, ilgi ve alâka…
İnsanın ve de bütün varlığın kökeninde bunun olduğu anlaşılıyor. Demek ki yaratılış, evrene boyuna yayılan sonsuz bir şefkatin, taşan coşkun bir sevginin, oluş ve akışı ilgi ve alâka yumağı haline getiren yüce bir merhametin eseridir. Nitekim bu ayetin tefsiri mahiyetinde Allah insanları sevgi ve merhametten/onun için yarattığını söylemektedir (Hud: 11/119). Peygamber bunun için yani sevgi ve merhameti insanlıkta yaymak için gönderilmiştir (Enbiya: 21/107).
Şu halde Allah, bilinmez bir hazine iken bilinmek veya rakip bir kötülük tanrısı var da onu köşeye sıkıştırmak için yaratma eylemine girişmiş değildir. İnsanlığı Âdem’in yasak ağaçtan yemesi sonucu “sürgün” ve “ölüme yazgısına” mahkûm ederek de yaratmış değildir. Bilakis bilinen karakterinin; Rahman (çok seven, sevgisi taşan) ve Rahîm (sevgisi varlığa yayılan, merhametli) tabiî taşması sonucu yaratma inkişaf etmiş ve etmeye devam etmektedir…
Halen her canlı yavrusu bir erkek ile dişinin birbirine olan ilgi ve alâkasının, aşk ve sevgisinin zirveye çıktığı bir anda rahme düşüyor değil mi? İnsanlar böyle ilgi ve alâkaların, sevgi ve tutkunlukların sonucu olarak doğmuyorlar mı? Bu ilgi, alâka ve tutkunluk insan soyunu sürdüren en coşkun saik değil mi?
Biteviye ilgi ve alâkalardan “sürekli yaratılış” işte budur. İnsan denen tür, yaratılışın belirli bir zaman ve mekânında bu taşmaya, yani “oluşa” katılmıştır. Çektiği acı, sürgün cezası değil oluş ve varoluş sancısıdır. Bu nedenle insan, nasıl ilgi ve alâka gösterilerek varlık sahnesine çıkarıldıysa ve çıkarılmaya devam ediyorsa, aynı şekilde buna cevap vermeli, bu sürece kendisi de coşkun bir ilgi ve alâka göstererek katılmalı, oluş ve akışın tersine bir yola girmemelidir.
Öte yandan alaq sözcüğüne semantik açıdan baktığımızda Kur’an’da altı yerde geçtiğini görüyoruz. Beşinde (22/5, 23/14, 23/14, 40/67, 75/38) insanın ana rahminde (rahim: sevgi ve ilgi ile büyütme yeri/sevgi yuvası!) oluşum aşamaları bağlamında “kan pıhtısı” anlamında ve mutlaka “toprak, nutfe, meni, cenin” kelimelerinden biriyle ve de sonda yazılan “ta” ile geçiyor. Bir yerde de (96/2) Allah’ın insanı niçin yarattığı bağlamında ve sonda yazılan “ta”sız geçiyor.
Bu durumda bu ikisi arasındaki fark şu oluyor: İnsanlarla ilgili olarak bir erkekten bir dişiye atılıp iliştirme/yapışma (alaqatun)… Tek olan Allah’ın ilahî ilgi, alâka, sevgi ve merhametinden binlerce mahlûk yaratma, binlerce beşerî ilgi ve alâkadan da yaratılmışlar yaratma (alaq)…
Meselâ erkeğin dişiye, dişinin erkeğe ilgi ve alâkası, tohumun toprağa toprağın tohuma ilgi ve alâkası, ağacın suya ilgi ve alâkası, ateşin oduna ilgi ve alâkası vs. binbir çeşittir… Bunların birbirine ilgi ve alâkasından boyuna yeni yaratılışlar birbirinin içinden yarılıp ortaya çıkıyor (felaq). Bu ilgi ve alâka yumağı sayesindedir ki, “oluş” her daim yenilenerek sürüyor (kun fe yekûn).
İşte insanın alaq’tan yaratılması, ilk inen ayette bu manada iken diğer beş yerde bildiğimiz kan pıhtısı anlamında kullanılıyor. Bu nedenle Alak suresindeki ilk kullanımı, daha genel ve bağlam gereği Muhammed Peygamber’e ilk kez hitap etmeye başlayan Allah’ın kendini tanıtışı olarak okumak mümkündür.
Keza bu ilk ayetteki “Niçin yaratıldık?” sorusunun cevabı olan “ilgi/alâka/sevgi”, Kur’an’ın başka yerinde şöyle tefsir ediliyor:
“Rabbin isteseydi bütün insanlığı bir tek ümmet yapardı. Bu yüzden birbirlerine karşı çıkıp duracaklar. Ancak Rabbinin sevgi ve merhameti ile bağışladığı kimseler hariç; zaten Allah onları bunun için yarattı… Böylece Rabbinin ‘Cehennemi görünür görünmez varlıklarla dolduracağım’ sözü yerine gelmiş olacak” (Hud: 11/118-119).
Yani: Allah layık görseydi bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat insanlar kendilerine verilen seçme yeteneğini kötü yolda kullandıkları için tek bir ümmet haline gelmeye de layık olamıyorlar. Çünkü Allah insanları sevgi ve merhametinin taşması sonucu, varlığa duyduğu ilgi ve alakadan dolayı yaratmıştır. İnsanlardan bu sevgi, ilgi ve alakanın karşılığını beklemektedir. Fakat insanların çoğu umursamaz bir tavırla bunu görmezden gelmekte, kendini bir şey zannetmekte ve aynı sevgi, ilgi ve alakayla Allah’a karşılık vermemektedirler. Bunun için de cehennemi hak etmiş olmaktadırlar. Ancak “sevgi ve merhametten” yaratılmış olmayı fark edenler, vicdanının derinliklerinde bunu bulanlar (vecd: buluş, vicdan: bulma yeri), Allah’tan varlığa feyezân eden sevgi ve merhamet hâlesini (feyz: yayılış, feyezân: yayılma hâlesi) hissedip duyumsayanlar bir araya gelebilmekte ve tek bir ümmet olabilmektedirler…
Yine 12. sayfada;
denilmektedir.
Oysa Meal-Tefsirimiz’de “salât” konusu en geniş açıklanan kavramlardan birisidir ve burada kurul zevatının zannettiği gibi ne keyfi açıklama ne de tahrif vardır. Asıl hiçbir açıklama, gerekçe, yol gösterme, alternatif sunma, sözlük, şiir vb. ve Kur’an’daki kullanım örnekleri göstermeden “Keyfi yaklaşımla açıkça tahrif etmektedir…” demenin kendisi tam da keyfi yaklaşım olmaktadır. “Salât” konusu çalışmamızda çok yerde temas edilmekle birlikte en geniş şekliyle Müddesir Suresi 43 ayetinin açıklamasında yapılmıştır, ileri sürdüğümüz bütün deliller ve gerekçeler burada mevcuttur;
“{MUSALLÎ}: Sözlükte [S-L-Y] veya [S-L-V] kökünden gelir. Mastarı “destek, yaslamak, sırtlamak, yöneliş, dua” demektir. Arapça’da hamile devenin doğumu yaklaştığında kuyruk altı sarkmak (sallati’n-nâgati); namaz yeri, seccade (musallî); atın yarışta kazananın ardınca gitmesi (tasliyete’l-feres); dua etmek (tasliye); hayvanın kuyruk altı veya sırtının ortası (es-selâ); ateşte yanmak, ateşe maruz kalmak (sallâ); bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh); ateşte ısınmak (ıstılâ); ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî) kelimeleri bu köktendir…Lisanu’l-Arab‘ta [ S-L-Y] kökü daha çok ateş sürsün diye odun atmak, [ S-L-V] kökü de yükü uyluklarıyla destek olup hayvanın sırtına yüklemek manası vardır. Her ikisinde de ortak mana “bir şeye destek olmak, sürmesini sağlamak”tır…
Türkçede “destekleme/yardımlaşma/dayanışma” dediğimiz şeye tekabül eder. Namaz anlamında kullanıldığında ise Allah’a yönelip O’ndan destek ve yardım isteme demek olur. Salât kelimesi Kur’an’da sabah, akşam, gece, gündüz gibi güneşin hareketlerine nisbet edilerek kullanıldığında Allah’tan destek isteme yani bildiğimiz “namaz” anlamında bireysel, diğer yerlerde ise destekleşme/yardımlaşma/dayanışma anlamında sosyal içeriklidir.
Kur’an’da salat, hamd, tesbih kelimelerinin güneşin hareketlerine nisbet edilerek kullanıldığı yerlerde namaz anlamına gelen nusuk/menasik/ritüelinin vakitlerine yönelik atıflar şunlardır; 17/İsra; 78-79 ayetlerinde güneşin kayboluşundan gecenin bastırmasına kadar (dulûki’ş-şems ila qasaqi’l-leyl) ve sabah okuması (qur’ane’l-fecr)… 11/Hud; 114. ayette gündüzün iki tarafı (tarafeyi’n-nehar), gecenin ilk saatlerinde (zulfen mine’l-leyl)… 20/Tâhâ; 130. ayette güneşin doğmasından önce (gable tulû’u’ş-şems), günbatımından önce (gable’l- gurûb), gecenin bir bölümünde (ânâiyi’l-leyl), gündüzün uçlarında (etrâfi’n-nehâr)… 30/Rum; 17–18. ayetlerde akşama ulaştığınızda (hıyne tumsûne), sabaha kavuştuğunuzda (hıyne tusbihûne), gündüzün sonunda ve öğleye ulaştığınızda (aşiyyen ve hıyne tuzhirûn)… 24/Nur; 58. ayetinde sabah salatından önce (min gabli salâti’l-fecr), yatsı salatının sonrasında (min ba’di salâti’l-i’şae) ifadeleri kullanılır…
Bunlardan sadece sabah ve akşamı ifade eden ilk ikisinde “salâtı ikame et” ifadesi, diğerlerinde tesbih, hamd, okuma ifadeleri geçer…Sonuncu Nur suresinde ise çocukların içeri girerken izin alacakları vakitler sıralanırken akşam ve yatsı ifadeleri kullanılır…
Demek ki Kur’an bu konuda eski dünya dinlerinin genel uygulamasını tümden ortadan kaldırmıyor. Genel olarak doğuş, yükseliş ve batış zamanlarında güneşe, yıldızlara vs. yöneltilen tapınma ritüellerini “Tek Allah’a” çeviriyor. Bu anlamda Kur’an’ın namazın kılınışı ve vakitlerini ayrıntılı olarak vermeyişi bunun dinî dünyada çok bilinen ve yaygın bir şekilde uygulanan ritüel olmasındandır…
Öte yandan Farsça “namaz” ile Arapça “salât” arasında şöyle bir ilişki olduğu anlaşılıyor: Namaz, Zerdüşt dininin eski kutsal metinlerinin dili olan Avestan dilinde (MÖ. 2. bin yıl) boyun eğme, temannah, saygı anlamına gelen nemah’tan geliyor. Bu kelime Pehlevi ve Pazend dilleri olan Orta Farsçada (MS. 3-7. yy) aynı anlamda namaçolarak kullanılıyor. Yeni Farsça’da ise nemaz olarak devam ediyor. Zerdüşt dininin ibadet şekli ise ateş etrafında dönen bir ritüeldir. Aramice’de salâyine dua etme, ibadet etme demektir. Bu açıdan Arapça ateşte yanmak, ateşe maruz kalmak (sallâ); bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh); ateşte ısınmak (ıstılâ); ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî) anlamında kullanılması, böylece hem Yahudi tapınağı hem de ateş ile ilgili bir mana kazanması bu Elam/Mezopotamya/Sami dillerinin birbiriyle derin tarihi ilişkisini gösterir. Öyle anlaşılıyor ki namaz çok eski bir tapınma kelimesidir. Kur’an bunu yeniden ele alarak düzenlemiştir. Salât kelimesi İran üzerinden Müslüman olan Türklere “namaz” olarak geçmiş, ancak aynı kökten gelen musallâ, salâ, salavât gibi kelimeler Türkçeye Arapçadan geçmiştir. Şu halde İslâm tarihi boyunca Müslüman milletlerin (Arap, Fars, Türk vb.) kıldığı “namaz”, eski dünya dinlerindeki ritüellerinin yeniden yorumlanmış halidir. Nitekim çoğu Sümer heykellerinde insanlar ellerini göğüslerine bağlamış namaz kılar şekilde resmedilmektedir. Bu nedenle Kur’an’ın arka plan derinliğindeki dinler tarihini bilmeden, sadece metnine bakarak “eğilip kalkma şeklinde bir namaz yoktur” gibi görüşler çıkarmak, Kur’an’ı eski dünya dinleri ve Sami dil, tarih ve kültür evreninin ikliminden söküp kopararak anlamaya kalkmak manasına gelir. Hâlbuki Kur’an bütün bu eski dünyanın tashih edici devamcısı (musaddık) ve son büyük reformu olarak görülmek durumundadır.
Demek ki güneşin gündüz ve geceyi meydana getiren iki dönüm noktası yani sabah ve akşam ile beraber kullanıldığında salât, namaz anlamına gelmektedir. Salât kavramı Kur’an’da sadece bu iki vakitle (sabah, akşam) birlikte kullanılıyor. Diğerlerinde tesbih et, hamd et, sabah okuması, gece kalkışı (teheccüd) ifadeleri geçiyor ki böylece vakit sayısı 7’ye kadar çıkıyor. Demek ki iki ile yedi vakit arasında namaz kılınabilir. İnsanlar en az iki en çok yedi vakit namazı kendi durumlarına, şartlarına ve psikolojik hallerine göre tercih ederler. İnsanlar iki ile yedi vakit arasında ne kadar kılacağına kendisi karar verebilmelidir.
Yukarıdaki “Biz musalli değildik, yoksulu doyurmazdık” ayeti bu anlamda, hemen birkaç sure sonraki Maun suresi ışığında düşünülmelidir. Bu durumda mana “Biz aslında musalli idik (salât ederdik) ama bu, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen bir salât idi. Onun için de salâtımız yüzümüze çarpıldı ve kabul edilmedi, hiç salât etmemiş durumuna düştük.” şeklinde olur. Çünkü müşrikler Kâbe örtüsünü değiştirme, hacılara su dağıtma, içindeki putlarla beraber Kâbe etrafında dönme, alkış, ıslık, ayakta durma (kıyam), bir şeyler okuma (kıraat), eğilme (ruku), yere kapanma (secde) gibi ritüelleri yerine getiriyorlar ve bütün bunları yapana da “musallî” diyorlardı. Vay o musallilere ki, yoksulu doyurmaz, yetimi hor görürler. Onların yaptığı salât boştur, gösteriş yapıyorlar demek anlaşılıyor olmalı…”
Görüldüğü gibi “Salât” kelimesi hiç de keyfi yorumlanmıyor, birçok gerekçeye dayandırılıyor, sözlük anlamları veriliyor, dinler tarihindeki yeri anlatılıyor.
Daha anlaşılır olması için, şöyle bir argümanla da açıklayabiliriz; Salâtı ikiye ayırıyoruz; 1- Dikey salat 2- Yatay salat.
Dikey salât dua, namaz anlamına geliyor. Kur’an’da geçtiği yerler az önce gösterildiği gibi salât, tesbih, zikr, hamd vb. kelimelerin güneşin hareketlerine izafe edilerek; güneşin kayboluşundan gecenin bastırmasına kadar (dulûki’ş-şems ila qasaqi’l-leyl)… Sabah okuması (qur’ane’l-fecr)… Gündüzün iki tarafı (tarafeyi’n-nehar)… Gecenin ilk saatlerinde (zulfen mine’l-leyl)… Güneşin doğmasından önce (gable tulû’u’ş-şems)… Günbatımından önce (gable’l- gurûb)… Gecenin bir bölümünde (ânâiyi’l-leyl)… Gündüzün uçlarında (etrâfi’n-nehâr)… Akşama ulaştığınızda (hıyne tumsûne)… Sabaha kavuştuğunuzda (hıyne tusbihûne)… Gündüzün sonunda ve öğleye ulaştığınızda (aşiyyen ve hıyne tuzhirûn)… Sabah salatından önce (min gabli salâti’l-fecr)… Yatsı salatının sonrasında (min ba’di salâti’l-i’şae)… şeklinde kullanıldığı yerlerdir. Bu tür yerler 10 civarında olup Kur’an’da namaz anlamına gelen yerlerin bunlar olduğunu değerlendiriyoruz;
Hud 114; Gündüzün iki tarafında ve gecenin erken saatlerinde destek iste/dua et/namaz kıl. İyilikler kötülükleri giderir. Bu anlayan için bir öğüttür.
İsra; 78; Güneşin kayboluşundan gecenin bastırmasına kadar cânı gönülden destek iste/dua et/namaz kıl
Taha; 130– Şu halde onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini överek yücelt. Gece saatlerinde de gündüzün uçlarında da O’nu yücelt ki hoşnutluğa eresin.
Nur 58; EY İMAN EDENLER! Ellerinizin altında bulunanlar ve henüz ergenlik çağına girmemiş olan çocuklarınız, şu üç vakitte yanınıza izin isteyerek girsinler; sabah namazından önce, öğle sıcağında elbisenizi çıkardığınız sırada ve yatsı namazından sonra. Bunlar uygunsuz vaziyette olabileceğiniz vakitlerdir. Bunların dışında birbirinizin yanına girip çıkmanızda sizin için de onlar için de bir sakınca yoktur. Allah size ayetlerini işte böyle açıklıyor. Allah her şeyi bilir, çok bilgedir.
Rum 17-18; ŞU HALDE gün doğarken ve batarken Allah’ı anıp yüceltin. Göklerde ve yerde övüp yüceltilmesi gereken yegâne varlık O’dur. Gün ortasında ve günün sonuna doğru da O’nu anıp yüceltin.
Yatay salât destek/dayanışma/yardımlaşma demektir. Güneşin hareketlerine izafe edilmeden kullanılan yerlerde salât kelimesi bu şekilde çevirilmiştir.
Şu halde namazın inkar edilerek salâtın tümden destekleşme dayanışma şeklinde çevirildiği iddiası mesnetsizdir ve iyice araştırılmadan ileri sürülmüş bir itham ve karalamadan ibarettir. Çalışmamızda yukarıda geçtiği gibi 10’ya yakın yerde namaz şeklinde meal ve tefsir yapılmıştır. Buradan bakıldığında Kur’an’da namazın geçtiği yerler bu kadardır. Keza namazın cezası ve kazası yoktur, gönüllüdür, tek tek de toplu olarak da kılınır. Kur’an’da farz olan namaz değil; salâttır. Namaz gönüllü olup kazası ve cezası olmadığı için müstahaptır. Yani namaz kılmamanın cezası yoktur, kılındığı takdirde ise sevabı vardır. Namaz kılmayana ceza öngören mezhep içtihalarının hiçbir dayanağı bulunmamaktadır.
Yine salât kavramına getirdiğimizi açıklamaları iyi anlamak için bakılması gereken diğer bir kavram da nusûk/menâsik kavramıdır. Daha doğrusu nusûk-ibadet ayırımıdır. Bunu Kafirûn Suresi’ndeki ibadet maddesinde şöyle açıklamışız;
“Kur’an, ibadet kelimesini 278 yerde geçmesine rağmen, namaz kılmak (iqâmu’s-salât), oruç (savm), hacc ve umre, kurban (hedy) gibi bizim “ibadet” dediğimiz şeylere izafe ederek kullanmaz. Kur’an’ın bunlardan bahsederken kullandığı kavram nusuk/menasik’dir. Kur’an’da 7 yerde geçen bu kelime kullanılırken (ör. Bkz. Bakara: 2/196, En’am: 6/163) genelleme yapılması yani namaz, oruç, kurban vs. tüm “şekli ibadetleri” içine alacak şekilde kullanılması dikkat çekicidir. Menâsik, sadece hacdaki ibadet şekilleri demek değildir. Şu halde namaz, oruç, hacc, umre vb. bizim menâsikimiz olmaktadır. İbadet çok daha geniş bir kavramdır. Dolayısıyla ibadetin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen menâsike indirgemek hiç de doğru görünmüyor…
Öyle görünüyor ki, Kur’an’ın ibadetten kastettiği, hayatı, yukarıda sayılan birtakım kişi, otorite, odak ve mercilere tapınarak değil; Sakınma duygusu (şuuru) ile yaşamaktır. Bundan dolayı da ibadet tarihin, hayatın ve tabiatın içinde canlı bir faaliyet olmak icap eder.
Allah görünen bir nesne olmadığı ve herhangi bir insanda, peygamberde, kurumda, otoritede tecessüm etmediği, O’na yer ve mekân da biçilemeyeceği için, son tahlilde Allah’a ibadet, görünür nesnelerden tam bir bağımsızlaşmayla “insanın” bütün görkemi ile ortaya çıkışıdır.
Artık bu ortaya çıkışta abd-mabud ilişkisi, efendi-köle ilişkisini değil; yâr-yarân, âşık-mâşuk, seven-sevilen ilişkisini ifade eder. İbadet sevdiğin için uğraş ve çabaya, dua sevdiğinle iyi günde kötü günde istek, çağrı ve dertleşmeye, namaz sevdiğinle buluşmaya dönüşür…
Bu nedenle İslam’da namaz, oruç vs. tabiri caizse “ibadet doğuran ibadetler”dir. Daha doğrusu “ibadet doğuran menâsikler”dir. Nusuk/menâsik kelimesini Arap bakın nerelerde kullanıyor: Toprağı ıslah için gübrelemek (nusuku’l-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardu’n-nâsike)…
Demek ki nusuk, toprak için nasıl gübre ve yağmur oluyor da yeni ürün bitirtiyor, yeşillendiriyorsa, Müslüman için de menâsik böyledir. O da insanda yeni ameller doğurtur; başka iyi, güzel ve doğru davranışlara vesile olur. Bunun için nusukların şahı olan namaz, bütün kötülüklerden alıkoyar. Yani toprak için gübre ve yağmur neyse, insan için de namaz odur…
Demek ki, İslam’da nusuk/menâsik bir tapınma değildir. Yaparsın ve orada bitmez. Gübre gibi, başka bir şeyin doğmasına; yağmur gibi, başka bir şeyin canlanmasına, hayat bulmasına neden olur. Bunun için statik değil, dinamiktir. Statik olana tapınma, dinamik olana nusuk denir.
Demek ki, nusuk/menasik şekil ve ritüel ile sınırlı ve daha dar iken, ibadet hayatın tüm alanlarına yayılmaktadır. Yani nusuk/menasik Müslüman insan yoluyla hayatı gübrelemekte, yağmur olup yağmakta ve hayatın içinde canlı bir faaliyet olarak ibadetleri ortaya çıkarmaktadır.
Bu anlamda ibadetin yeri ve mekânı yoktur ama nüsukların vardır. İbadet önceden belirlenmiş hareketlerden oluşmaz ama nusuklar önceden belirlenmiş hareketlerden oluşur ve nusukları yapan herkes o hareketleri öyle yapmak durumundadır ama ibadetlerde herkesin ibadeti ayrı olabilir.
İbadetler mekânın her yerinde ve zamanın her anında canlı bir faaliyet olarak görünür; bazen bir yoksulun sofrasında, bazen bir annenin yavrusuna atılışında, bazen bir gönlün titreyişinde, bazen bir adalet terazisinde, bazen bir direnişçinin namlusunda, bazen bir esnaf imzasında, bazen yakarışta, bazen haykırışta, bazen ağlayışta, bazen gülüşte, bazen sözde, bazen namusta, bazen sadakatte, bazen iffette…
Yine 12. sayfada;
denilmektedir.
Oysa aynı yerde bunlara neden bu manaları verdiğimize dair açıklamalarda verilmesine rağmen orada yazılanları es geçmekte, zorlama açıklamalarla zaten kabul edilen muhsanat’ın evli kadınlar olduğu sanki inkar ediliyormuş gibi yansıtılmıştır. Bu da okuduklarını tam anlamadıklarını göstermektedir. Alıntıladıkları bölümün tamamı şöyledir ve konu orada bütün açıklığı ile ele alınmaktadır;
MELEKET EYMÂNUKUM: Sözlükte deyimi, “sağ ellerinizin/yeminlerinizin sahip olduğu” demektir. Bu deyimle, iki mananın kastedildiği anlaşılıyor: 1- Veli, şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikah sözleşmesi/yemini sahibi olmak, 2- Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak. Bu ayette ister hür, ister esir, böyle “meşru/yemin/sözleşme ile nikah sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. Çünkü “sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikah sözleşmesi veya nikah sahibi olmaktır. Zira bu tabir, henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu olmadığı Mekke dönemi ayetlerinde de geçmektedir (70/30). Bu ayetin maksadı, insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memluke (esir, köle) ise nikah sahibi olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan menetmektir. Cenabı-ı Hak bunu, “sağ elin sahip olduğu” ile ifade etmiştir. Çünkü “sağ elin sahip olduğu”, hem nikah ile evlenilen kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur (Razi).
Demek ki, savaşta esir alınan kadınların siyasi ve sosyal sahibi olunabilir ama cinsel sahibi olunamaz. Bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikah kıyılması gerekir. İslam vicdanı, her ne şekilde olursa olsun “nikahsız” ilişkiye cevaz vermez. Bu çerçevede geçmiş asırlarda üretilen cariye hukuku, eski (Roma-Sasani vb.) köleci dünyanın esir kadınlarının durumlarını iyileştirmeye yönelik işlevler görmüşse de zamanla anlamını kaybetmiştir.
Esir kadının (cariye) önce hamile olduğunun anlaşılması için bir ay beklenmesi, cariyeye sadece efendisinin dokunabileceği, efendisinden çocuğu olursa artık başkasına satılamayacağı ve efendisi ölürse artık azat olacağı, efendisinden başka birisiyle evlendirilirse cinsel haklarının evlendiği adama geçeceği ve fakat mülkünün efendisinde kalmaya devam edeceği, hür eşlerdeki dört sınırının cariyelerde gözetilmeyeceği, eğer efendisinden çocuğu olmazsa alınıp satılabileceği, cinsel ilişkide kullanılmaları için askerlere rastgele dağıtılamayacağı gibi geçmiş çağlarda üretilen ve esir kadınların aşama aşama topluma kazandırılmalarını amaçlayan kölelik hukuku kendi döneminde olumlu işlevler görmüşse de, artık çok gerilerde kalmıştır. Çünkü kölelik ve cariyelik kurumu dünyada “resmen” kalkmıştır. Hatta “Bu konuda geçmiş çağların kimi Müslümanları, Kur’an’ın yönlendirmesine paralel olarak Muhammed Peygamber’den en çok bir asır sonra bir deklarasyonla köleliği resmen kaldırmaları gerekiyorken, eski dünyanın köleci toplumlarının (Roma/Sasani) cazibesine kapılmışlardır.” dememiz bile mümkündür. Çünkü Kur’an’dan, nikah sahibi olunmadan esir kadınlarla (cariyelerle) cinsel ilişki kurulabileceği hükmünü çıkarmak mümkün görünmemektedir. Dahası esir düşmüş kadınlarla nikahsız ve sınırsız ilişki, hem kadınlar (nisa) suresinin ruhuna, hem de Kur’an’ın kadın-erkek ilişkilerine getirdiği “nikahlı yaşam” ilkesine ters olup, tamamen gayrimeşru görülmek durumundadır. Günümüzde artık geçmişte üretilen kölelik ve cariyelik hukukuna dönülemez. Kur’an’ın bu ve buna benzer ayetlerinin temel maksadı doğrultusunda yeniden bir “savaş esirleri” hukuku inşa etmek gerekir. Bu hukuk, “Her tür kötü muamelenin, köleleştirmenin ve kendi rızaları ile evlenme akdi (nikah) olmadan cinsel ilişkiye zorlamanın yasak olması…” temel yaklaşımı çerçevesinde oluşturulmalıdır. Keza, bu konuda uluslararası savaş esirleri hükümlerinin ilgili maddelerinin de incelenerek, üretilecek yeni hukukta yorumlanması gerekir. Aynı zamanda bu, adil bir “savaş esirleri hukuku” oluşturma noktasında insanlık kültürüne büyük bir katkı sağlayacaktır…
Kurul zevatının bütün bu açıklamalara ilmî mütaala diyerek yaptıkları açıklama sadece “Meleket eymânükümden maksat cariyerlerdir, ayeti tahrif etmiştir” olduğunu görüyoruz. Bunun neresi ilmî mütaladır?
Meleket eymânukuma verilen “meşru nikah sahibi olmak/yemin/sözleşme” manası bizim yaptığımız modern bir yorum değildir. İslam dünyasının en geleneksel tefsirlerinden Razi’nin görüşünden alınmıştır. Yukarıda gösterildiği gibi bu cariyelik değil; nikah/sözleşme/yemin anlamında kullanılmaktadır. Eymân (yeminler) kelimesinin Kur’an’daki tüm kullanımları böyledir. Ör. Bakara; 224, 225, Nahl; 92,94, Maide; 89
Nitekim başka birçok mealde de cariyeler denmeyip başka manalar verilmiştir. Ör. Bayraktar Bayraktarlı mealinde “Hukuka uygun şekilde nikâhla sahip olduklarınız”, Eski Diyanet Mealinde “Maliki bulunduğunuz cariyeler” denirken yeni Diyanet mealinde “(Savaş esiri) olarak sahip olduklarınız”, Edip Yüksel mealinde “Yeminlerinizin/anlaşmalarınızın hak sahibi oldukları”, Elmalılı Hamdi (Orijinal) mealinde “Harb esiri olarak ellerinizde mülk bulunanlar”, Erhan Aktaş mealinde “Yeminle sahip olduğunuz kimseler”, Mehmet Okuyan mealinde “Sağ ellerinizin (yeminlerinizin) sahip oldukları”, Muhammed Esed mealinde “Meşru şekilde [nikah yoluyla] sahip olduklarınız”, Mustafa Çavdar mealinde “Meşru şekilde sahip olduklarınız”, Mustafa İslamoğlu mealinde “Meşru şekilde sahip olduklarınız”, Süleymaniye Vakfı mealinde “Hakimiyetiniz altında olan (savaş esirleri)”… denilmektedir. Bunların hiçbirisinde cariyeler anlamı verilmemiş, Diyanet bile yeni mealinde cariye kelimesini kaldırmıştır.
MUHSANÂT: Sözlükte [H-S-N] kökünden gelir. Mastarı “korumak, muhafaza etmek, engel olmak” demektir. Muhafazalı olmak, korunmuş olmak (hasâne); evlenmek, iffetli olmak (ihsân); korunmak, sığınmak (tahassun); evli kadın (hasân); sağlam at, beygir (hısân); dokunulmazlık (hasâne); kale, hisar (hısn); evli, iffetli, namuslu kadın (muhsan) kelimeleri bu kökten gelir… Terim olarak “erdem, namus ve iffet konusunda güçlü, sağlam kadın” demektir… Başlıca üç anlamda kullanılmıştır; 1- Özgür (hür) kadın, 2- Erdemli/namuslu kadın, 3- Evli kadın. Evlenmek suretiyle iffetini ve namusunu koruma altına alacağı, dokunulmazlığa kavuşacağı, evinde bir kale gibi korunmuş olacağından hareketle, evli kadınlara da muhsanât denilmiştir. Bu ayette muhsanât kelimesi iffetini ve namusunu koruyarak, kendini tutarak, Türkçe tabirlerle “kendisini kocasına saklayarak bekleyen”, “namusuyla bir yuva kurmak isteyen”, “hayırlısıyla baş göz olmayı bekleyen” kadın veya kızlar anlamında kullanılmaktadır. Çünkü bir önceki ayette (23) evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanmış, hemen ardından bu ayette de kimlerle evlenilebileceği noktasında, bu tür henüz evlenmemiş veya şu an evli olup da muhtemel bir boşanma durumu sonrasındaki kadınlar hedef (aday) gösterilmektedir. Ayetin içeriğinde de bu tür, kadınlarla nasıl ilişki kurulacağı, evlilikte dikkat edilmesi gereken değer ve ilkelerin neler olması gerektiği açıklanmıştır. Bu nedenle ayetin başındaki muhsanât kelimesine, Türkçede kullanılan ve Kur’an’ın ruhuna paralel olarak evlilik kurumunu sıcak bir aile ortamı olarak tavsif eden “namusuyla bir yuva kurmak” deyimini tercih ettim.
Açıklamayı tam açıklamayıp, üstünü altanı kırparak sanki mahsanat kelimesine evli kadınlar dışında bir anlam vermişiz gibi eksik alıntı yaparak çarpıtma yapıldığı, aynı zamanda Türkçe yetersizliğinden, aceleye getirme veya baştan savma izlenimi veren ifadeler görülmektedir. Bizzat alıntı yaptıkları kadarıyla olan cümle de bile “Namusuyla bir yuva kurmuş kadınlar…” deniyor. Bunun evli kadınlar olduğu apaçık ortadadır. Ayet bağlamında tefsirlerde mut’a nikahı konusu tartışıldığı için namusuyla bir yuva kurmak tabirini neden kullandığım açıklamada mevcuttur.
Yine 11 sayfada;
denmektedir.
Ayet açıklamasında şunlar vardır; Yani: “Öksüzlere nasıl kol kanat gereceğiz, onlara nasıl kucak açacağız?” diye merak ediyorsanız, onların dertlerini paylaşmalısınız. Öksüzleri yüz üstü bırakıp, cazibeleriyle size hoş gelen müşrik kadınlara heveslenmeyin. Keza, müşrik erkeklerin gücüne ve kuvvetine bakarak, kadınlarınızı onlara nikâhlamayı da aklınızdan geçirmeyin. Mü’minler, mü’minlere yakışır. Öksüzleri, öncelikle uygun mü’min erkek ve kadınlarla baş göz ettiğiniz gibi, kendiniz ve çocuklarınız da onlarla evlenebilir. Böylece birbirinize destek olur; iyi günde kötü günde can yoldaşı olursunuz (Zemahşeri, Ebu Müslim).
Burada siyak-sibak yani bağlam öksüzlerle dayanışma ile ilgilidir. Bu nedenle abd köle, emet de cariye anlamına gelmemektedir. Nitekim her kelime de sözlükte adam ve kadın anlamını da gelmektedir. Eski kadim tefsirlerden Zemahşeri ve Ebu Muslim Isfahanî tefsirlerinde de bu yönde açıklamalar vardır.
SONUÇ
CB DİB DİYK’in (Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu) yazdığım Meal-Tefsir üzerine kaleme aldığı ve bana değil mahkemeye gönderdiği 23 sayfalık gerekçeli raporun direkt meal eleştirisi yaptığı yerler yukarıda sıralanan ve her birine tek tek cevap verdiğim 17 meal örneğidir.
Diğer bölümlerde meallerden ziyade tefsir açıklamalarına eleştiri de denemez yafta ve karalamalar vardır. Bu nedenle tefsir bölümünde yöneltilen eleştirilere kendilerine KHK ile verilen mealleri denetleme yetkisini de aşıp memuriyetleri dışına çıktıkları için cevap verilmemiş tamamen es geçilmiştir. Çünkü konumuz meal olduğu için sıralanan 17 ayet mealine cevap verilmekle yetinilmiştir. Çünkü konu tefsirlerin değil meallerin denetlenmesiyle ilgilidir. Çalışmamızda KHK’nın kapsamına giren bölüm ayet mealleri ve onların Harfi harfine şeklinde alttaki lafzî meal örnekleridir. Bunun dışındakiler tefsire girdiği için her ne kadar eleştiri konusu yapılmışsa da denetleme ve inceleme kapsamı dışında değerlendirilmiştir.
Sonuç olarak; Kur’an’da yer alan 6236 küsür meale verdiğim manayı yanlışlamayarak bula bula 17 tanesinin İslam’ın temel niteliklerine aykırı olduğunu iddia etmek tamamen mesnetsiz ve gerçeklerden uzaktır. Hemen tamamı meal ve tefsir ilminde teferuratla ilgili konulardır. Hiçbirisinden İslam’ın temel niteliklerine aykırılık çıkarılamaz.
Bu meal-tefsir önsözde de açıklandığı gibi Kur’an’ın daha iyi anlaşılması, Müslümanların izzetli, İslam dünyasının mamur, müreffeh, adalet, eşitlik, özgürlük, erdem, namus ve güven diyarı olması için Kur’an’ın insanlık vicdanında hep yankılanması ve ebediyete kadar çağırısının sürmesine katkılar sağlamak, hizmet etmek için yazılmıştır. Özellikle gençlere sağladığı faydalar, İslam hakkında yaşadıkları şüpheleri gidermesi ve onlara İslam dininin güzelliklerini, Kur’an’ın aydınlık mesajını vermesi bakımından ödüllendirilip teşvik edileceği yerde mahkum edilip, toplattırılıp imha edilmek istenmesi inanılmaz bir yanlışlık olmuştur.
R. İhsan Eliaçık
28 Şubat 2023 /İst.