“Yeni bir din değil yeni bir din anlayışı”
MİLLİ GAZETE
AHMET ZEKİ GAYBERİ İLE SÖYLEŞİ
(Mayıs 2005)
“Batı medeniyeti çöktü/ çöküyor ve onu yenmeyi ancak İslam başarabilir” şeklindeki bir inanç haklı bir ümit mi, yoksa çaresiz kalan ve köşeye sıkışan İslam dünyasının bir savunma mekanizması olarak mı gelişiyor?
Medeniyet dediğimiz şey rahmetli Begoviç’in tabirleri ile kült ve alet üretebilme kabiliyetinin hasılasıdır. Kültten maksat düşünce, din, sanat, felsefe, ahlak, hukuk gibi daha çok öğrenmeye dayalı soyut değerlerdir. Aletten maksat da mızrak. karasaban, top, tüfek, uçak, telefon, bilgisayar gibi daha çok yapmaya dayalı somut alet edevattır. Bir toplumun medenilik ölçüsü her ikisinde birden sıçrama yapmış olmasıyla ölçülür. Bir nevi öğrencinin yıl sonu başarı ortalaması notu gibi, genel bir ortalama çıkaracaksınız. Yoksa birinde ilerleyip diğerinde geri kalmış olan medenileşmiş olmaz. Tarihe baktığımız zaman İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin devamlı olarak etkileşim içerisinde olduğunu görürüz. Bu açıdan bakıldığında ‘biri çökerse, diğeri yükselir’ anlayışı bana göre doğru değil. Mesela; Yunan felsefesi en fazla İslam kültüründe ele alınmış ve incelenmiştir. Aynı şekilde 11. yüzyıldan itibaren İslam düşüncesi de batılılar tarafından tercüme edilmeye ve aktarılmaya başlanmıştır. Burada birisinin daha fazla performans göstererek sıçrama yapması söz konusu. Batının son beş yüz yılda büyük bir sıçrama yaparak öne geçtiğini ise söylememe bile gerek yok.
Avrupa’da İslam algılamasını sağlayan kaynaklara bakıldığında bilgilerin geleneksel kaynaklardan yani tarihteki çatışmalı ilişkilerden alındığını görüyoruz. Bu çok önemli bir belirleyici. Batılı, kolektif hafızada tarih yaşıyor. Bu kaynak açısından bakıldığında Hıristiyan Avrupa, İslam’ı bir tehlike olarak görmüyor mu?
Şimdi batının bilinçaltında yatan şey, geçen bin yıl boyunca üzerine üzerine gelen, bir taraftan Endülüs, diğer taraftan Balkanlar yoluyla Avrupa’ya akan Müslüman futuhat hareketlerine karşı tepki biçimlenmesidir. Bunun yarattığı korku ve tedirginliktir. Endülüs’ten Paris’in 20km yakına kadar girmişsin, Bizans’ın başkentini ele geçirmişsin, Viyana kapılarına dayanmışsın. Eh, adamlar ne yapsın bilinçaltlarına kazınmış bu. Bu bilinçaltı halen değişmiş değil.
Diğer taraftan batılılar İslam tanımını; “İslam Doğu’ya ait bir olgu, esrarengiz, bize tamamen yabancıdır. İslam statik bir dindir. İlerlemeye, gelişmeye, değişmeye manidir”şeklinde yapıyorlar. Bu bakış açısı ortada iken onlarla aynı kefede yer almak nasıl olur ?İslam tabiatı icabı batıya yabancı değildir. İslam dünyevi ve uhrevi yüzü olan bir din. Mesela bana göre İslam’ın dünyevi yüzü, Protestanlık’tan bile ileridedir. Siyasal ve sosyal vurguları çok güçlü bir din İslam. Bu siyasallığın özünde ise adalet kavramı yer alır. Adalet için gerekirse savaşmayı emreder İslam. Yine tarihe baktığımızda İslam ile batı kültürü arasında çok dinamik bir ilişki olduğunu görüyoruz. Başka hiçbir kültür bu kadar birbirini etkilememiştir desek abartmış olmayız. Aslında biz onlardan daha alicenabız. İslam felsefesinin büyük üstadlarından Farabi, Aristo’ya muallim-i evvel demiştir. Platon, Eflatun’u ilahi olarak anılmıştır. Ama batıya bakın İbni Rüşd’e, İbni Sina’ya çok şey borçlu olmalarına rağmen adlarını bile anmazlar, yok sayarlar.
Neden bir Budizm veya Konfüçyanizm batının alternatifi değil de, İslam?Bunun birinci sebebi İslam dünyasının canlı ve dinamik olmasıdır. Ekonomik açıdan batıya nazaran bir gelişmişlik gözlenmese de, İslam dünyası, geçirdiği değişimler sonucunda bugün alternatif hale gelmiştir. İslam’ın son din olması ve Müslümanların, ‘bizler hak dine mensubuz, üç kıtada at koşturduk’ duygusu içerisinde bulunmaları da teslim olmama halini ortaya koyuyor. Bugün İslam dünyasında bir tarafta şehirleşme ve kalkınma sürerken, diğer taraftan sosyolojik olarak iktisadi sınıflar gelişiyor. İnsanlığın vicdanı tarihin değişik dönemlerinde patlamalar yaşar. Patlamaya neden olan şey, yok oluş sürecine girme, acı ve ıstıraplar içinde kıvranma ile birlikte yüksek bir ideale, iyilik ve adalet duygusuna olan derin inançtır. İslam dünyasının sosyal ve siyasal şartlarında tam bir yok oluş, acılar ıstıraplar var. İnandığımız din ise bize çok yüksek idealler aşılıyor. Bu ikisi uzun süre bir arada gitmez. Bu nedenle insanlık vicdanının yine bu coğrafyadan patlama yapacağını söylememiz mümkündür. Alman filozof Heidiger’in “Batıya meydan okuma nereden gelecek” sorusuna verdiği cevap ilginçtir. O diyor ki; “Budizm ve Konfüçyanizm’in batıya meydan okuma imkanı yoktur. Çünkü batıya meydan okuma “onun cinsinden fakat ondan farklı” bir yerden gelirse sahici olur…” Baktığımız zaman İslam kültürü, Yunan-Batı kültürüne yabancı değildir. Hele akla, bilime vs. hiçbir şekilde yabancı değildir. Yani onun cinsindendir, akli ve felsefi özü vardır, fakat ondan farklıdır.
Sömürgecilik döneminde Batının en büyük endişelerinden bir tanesi de İslam’ın nasıl kontrol altında tutulabileceği idi. Etnik ve politik bölünmeleri kullanarak İslam dünyası parçalanmaya ve manevi birlikler kırılmaya çalışıldı. Şu anda İslam dünyasında yeniden bir medeniyet sıçraması mümkün olacaksa bu nasıl olacak?
Bana göre İslam, dünyaya vereceğini verdi. İbni Haldun jargonuyla söylersek artık asabiyet kendini yeniden üreterek, yenileyerek yoluna devam edebilir. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı deneyimleri az şeyler değil. Şimdi yeni bir asabiyet yaratmamız lazım. Medeniyet tasavvurundan önce işe, din tasavvurlarını, yani din anlayışlarını yenileyerek başlamamız lazım. Din tasavvurunuz sağlam olursa, doğal olarak arkasından gelecek medeniyet de sağlam olur. Zaten medeniyet kelimesi din kelimesinden geliyor. Dinin vücut bulması, taşa toprağa sinmesi, dünya üzerinde bir şekilde zuhur etmesi, görünmesi anlamındadır medeniyet. Kök, yani din tasavvuru yanlış olursa üzerine bina edilecek medeniyet tasavvurundaki sapma daha büyük olur. Bu nedenle önce din anlayışı veya din tasavvuru üzerinde kafa yormak gerekir. Arkası açılan yataktan gürül gürül akan ırmak gibi gelecektir. Siz yeter ki yatağı açın. Neden din anlayışından başlamak gerekir? Çünkü bu coğrafyada din anlayışları değişmeden hiçbir şey değişmez. Bakın körfez ülkelerine. İktisadi durumları iyi. Kişi başına düşen milli gelir yirmi bin doların üzerinde. Ama hepsinde de despotik krallıklar, hanedanlıklar var. Çoğu kadınlara araba bile kullandırmıyor dine aykırı diye. Bugün İslam dünyasının kalbinde, peygamberin yurdunda hala mutlak monarşi var. İstediği kadar zengin olsun, petrol içinde yüzsün. Din anlayışı bakımından hala geçen bin yılın kalıplarıyla düşünüyorlar. Bunu değiştirmedikçe bir adım bile kıpırdayamazlar.
Siz bir anlamda dinde reform talebinde mi bulunuyorsunuz din anlayışını yenileme derken?“Yeni bir din değil yeni bir din anlayışı”ndan bahsediyorum. Yeni bir din getirmek, varolan dinin hükümlerini silmeye, yani neshetmeye kalkmaktır. Buna İslami literatürde nesh yani dinde reform denir. Bunu sadece Allah ve peygamber yapabilir. Peygamber gelir ve eski dini değiştirerek yeniler. Allah bir hükmünü değiştirmek istediği zaman onu yenisi ile nesheder. Eskiyi siler yeniyi getirir. Hz. Peygamber gelmiş, tüm zamanının tüm dinlerini reforma uğratarak yenilemiş. Bu nedenle dinde reformcular ancak peygamberlerdir. Biz ise bir peygambere tabi müceddidler, yani yenilikçiler olabiliriz. Peygamber din getirir, müceddid ise o dinin her asırda zihinlerdeki donmuş anlayışlarını değiştirmeye, yenilemeye yönelir. Dinde varolan bir hükmü silemez. O hüküm ancak yeni bir peygamberle silinir. Bunun ilmi ise Allah’ın katındadır. Neden her asırda içinizden yenilikçiler çıkartın denmiş? Çünkü insanlık her asırda bir yenileniyor. Bugün hayatta olan hiçbir kimse bir asır sonra hayatta olmayacak. Bir asır önce yaşayanların bugün olmadığı gibi. İslam’ın üzerinden böyle on dört asır geçti… Biz şu an Ashab-ı Kehf’e dönmüş durumdayız. Uzun bir uykuya dalmışız . Hayattan çekilmişiz. Köprünün altında çok sular akmış, dünya bambaşka bir dünya olmuş. Uyanınca elimizdeki para geçmez olmuş. Bakmışız ki sadece uyanmak, dirilmiş olmak hayatı sürdürmek için yetmiyor. Hayata nereden nasıl başlayacağız? Hiçbir şey bıraktığımız gibi değil çünkü. Bugünü geçmişe mi geçmişi bugüne mi taşıyacağız? Biz hangi zamana, hangi çağa aidiz? Zihnimiz üç yüz yıl önce uykuya yattığımız çağlarda bedenimiz bugünde… Bu parçalanmış, yaralanmış bilinçtir. Biz bu yaralı bilincin çocuklarıyız. Bu yaman çelişkinin üstesinden gelmenin yollarını arıyoruz. Bizim sorunumuz bu.
Türkiye’de yaşanan değişimin dinamikleri arasında demokrasi önemli bir olgu. Ancak demokrasi konusunda Müslüman aydınların da şüpheleri vardı. İslam dünyasında da bu tartışma konusu. Büyük Ortadoğu projesi ile de ABD’de bu dünyada ‘insan hakları ve demokrasiyi’ tartışmaya açtı. Müslümanlar olarak burada nasıl bir tavır takınmalıyız?
Müslümanlar olarak evrensel kadim değerlerin yanında yer almalıyız. İnsan hakları ve demokrasi kavramları evrensel değerler değildir. Ancak küreselleşmek istemektedir. Ben kürsellikle evrenselliği ayırıyorum. Küresellik bir yerde doğup çevreye doğru yayılmayı ifade ediyor. Evrensel değerlerin vatanı ise “Madem ki ben bir insanım” diyen herkesin yaşadığı yerdir. Yayılmasına, küreselleşmeye çalışmasına gerek yoktur. Evrensel kadim değerler iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, adalet gibi herkesçe bilinen, Kur’an’ın ma’ruf dediği değerlerdir. Bunlar Ademin çocukları olarak herkese aittir. Vahyin esas amacı insanlığın donmuş dimağını parçalamak, potansiyel olarak zaten insanda varolan bu kadim değerleri harekete geçirmektir. İnsanlığın vicdanını tabiri caizse bugünlerde çokça duyduğumuz bir deyişle “kuvvetli buzlanma ve don olayından” kurtarmaktır. Her daim canlı ve diri kalmasını sağlamaktır. Bu açıdan İnsan hakları ve demokrasi kavramları insanlığa ne derece iyilik , güzellik, doğruluk, dürüstlük ve adalet getirmiştir, ona bakılması lazım. Yani küreselleşmek isteyenin evrenselle sorgulanması lazım.
Dünya üzerinde siyasi, askeri ve ekonomik hegemonya kurmayı başaran Batı uygarlığının demokrasi ve insan haklarından bahsetmesi büyük bir yalan değil mi?
Bana göre batılı vicdan Rönesans döneminde büyük bir patlama yapmıştı. Ancak şu an kendisini dondurmuş durumda. Hele ABD’nin 11 Eylül’den sonraki izlediği politika insanlık vicdanının patlamak için yeni bir damar arayacağının işaretidir. Artık batının dünyaya vereceği bir şey kalmadı bence. Doğal ömrünü tamamladı. Kendini yenilemez, medeniyet gururuna kapılır, öteki yaratır, içine kapanır, iyilik ve adalet duygularını kaybederse önceki medeniyetlerin başına ne geldiyse o olur. Yükselen yeni bir uygarlık dalgasıyla aşılır. İnsanlığın kadim yürüyüşü devam eder. İnsanlıkta bir renk olarak yerini alır. “Bir zamanlar Osmanlı vardı” dendiği gibi “Bir zamanlar Amerika vardı” denilir. Tarih kitaplarının konusu olur. Zira ne insanlık ne de yeryüzü sahipsiz değildir. Zamanın sahibi, tarihin bir noktada dondurulmasına izin vermez. Dünya her sabah yenilenir, her sabah taze bir başlangıçtır.
İslam dünyasında tartışılan bir diğer konu da ‘yenilenme’dir. Fakat, burada aslolan kavramlar bir kenara itilerek, batılılar tarafından servise konulan ‘muhafazakâr demokrasi’ ön plana çıkartılıyor. Sizin bakış açınız nedir?
Az önce bu yenilik ve dinde reform meselesine değinmiştim. Tekrar etmeyelim. Şu kadar ki yenilenmenin kriteri, Kur’an’da maruf kavramı ile vurgulanan iyilik, ahlak, adalet gibi temel değerlerdir. Bunlarda süreklilik esastır. Din ve şeriat ayrımı bizim literatürümüzde çokça yer alır. Mesela Maturidi bu ayrımı yapar. Dini yağmura, şeriatı toprağa benzetir. Yağmur indiği toprağa göre şekil alır der. Keza Şah Veliyyullah Dehlevi dinin sabit, şeriatın değişken olduğunu söyler. Dinden maksat itikad, ibadet ve ahlak hükümleridir bunlar değişmez. Şeriattan maksat da siyaset özellikle de hukuk hükümleridir.Hukuk hükümleri Hz. Ömer’in yaptığı gibi neshedilmeden değişebilir. Yani yürürlüğü durdurabilir, eğer onlarla olmuyorsa adalete uygun yeni hükümler icat edilebilir. Tekrar onlara da dönülebilir. Aslolan adalete dayalı bir toplum ve dünya düzeninin kurulmasıdır. Buna Şatıbi’nin dediği gibi makasıd-ı şeria denir. İbni Kayyım’ın dediği gibi de her ne şey adaleti sağlıyorsa şeriatın gereği odur. İslam’da siyasi felsefenin özünden benim anladığım herkese ait olan iyiliği (ma’rufu) iktidar yapmaktır. Çünkü iktidarın altında Müslüman olmayanlar da bulunabilir. Tüm dünyada geçerli bir siyasi felsefe oluşturmamız için bu şarttır. Sana ait olan iyiliği bütün herkese emredemezsin, emredeceğin şeyin maruf olması gerekir. Yani herkese ait olması, ortak insanlık kültürü ile ilgili olması gerekir. Örneğin namaz Müslümanlara ait bir iyiliktir. Bunu insanlara iktidar zoruyla emredemezsin. İnsanlara zorla başörtüsü taktıramazsın. Ama mal, can, ırz, namus güvenliği, uyuşturucuyla mücadele, hırsızlık, yolsuzluk vs. için gerekirse zor kullanırsın. Adalet devleti olmanın gereği budur…
Muhafazakâr demokrasiye gelince, ben bu kavramı pek kullanmıyorum. Arkasında dış güçlerin parmağını aramayı da pek uygun bulmuyorum. “İslami sol” gibi bir arayış olarak görüyorum. Bu arayış hangi limana demir atar onu da zamanla göreceğiz. Bu konuda yorum yapmak için biraz erken. Temennim odur ki muhafazakar demokrasi ile yapılmak istenen Türkiye’nin ve İslam dünyasının hayrına olur. Türkiye ve İslam dünyasının çıkarlarıyla batılıların çıkarı tersleşirse muhafazakar demokratların Türkiye’nin ve İslam dünyasının çıkarları doğrultusunda tavır almaları gerekir. En azından muhafazakârlığın gereği budur. Aksi halde muhafaza etmek istediğiniz, korumak istediğiniz değerlerin ne olduğunu sorarlar adama. Kanaatimce bugün için ABD’nin İslam dünyasına yönelik işgallerine “dur” demeyen, “Ne işin var buralarda” diye sormayan birisi aidiyet duygusunu kaybetmiş demektir. Çünkü toprağın, evin, ocağın işgal edilirken, sen eline ne geçerse onunla karşı çıkmak durumundasın. Karşı çıkmıyorsan bu toprağa, bu coğrafyaya, bu eve, bu ocağa aidiyetini yitirmişsin demektir.
Peki, “ortak iyinin iktidarı” derken kastınız nedir?Öteden beri bilinen, üzerinde birleşilmiş olan iyiliklerdir. Mesela, insanların canları, malları, nesilleri ve ırzları korunmalıdır. Bunlar maruftur. Kur’an-ı Kerim bunları bize temel değerler olarak veriyor. Bunların kurumsal biçimini ise siz üretin diyor. Allah, Kur’an’da adaleti temel toplumsal değer olarak bize emrediyor. Adaleti sağlamak içinse bir otoriteye ihtiyaç var. Herkes adaleti kafasına göre sağlamaya kalkışırsa curcuna çıkar. Bu iş şahısların insafına bırakılamaz… Keza ‘Emaneti de ehil olanlara verin’ diyor. Burada da adaleti sağlamak için oluşturulacak otoritenin emanet olarak görüldüğünü anlıyoruz. Yani, bütün iktidar makamları, rütbeler, şan ve unvanlar birer emanettir. Allah’ın hibesi veya bağışı değildir. Hibe ve bağış olarak görürseniz, veya lütuf olarak görürseniz geri vermezsiniz. Halbuki emanet mülkiyeti başkasına ait olup senin kullandığın şeydir. Zarar verirsen ödemek zorundasın. Hibe ve bağışta ise mülkiyet sana geçmiştir. Bizim tarihimizde devlet Allah’ın dilediği kullarına bahşettiği bir lütuf, bağış veya hibe olarak görülmüştür. Onun için bir gelen bir daha gitmemiştir. İhtilal dışında muhalefetin sisteme katılım kanalları tıkanmıştır. Hz. Osman’dan beri bu böyledir. Bunun İslam’dan ziyade Pers ve Bizans devlet geleneğiyle alakası var… Yine ‘İşleri danışarak yürütün’ diyor. Danışmak milleti adam yerine koymaktır. Hakkında alınacak her karara vatandaşı, ahaliyi katmaktır… ‘İyiliğin yanında yer alın ve kötülükler mücadele edin’ diyor. Buna da maslahat diyoruz. Oysa baktığımızda Emevi döneminde devletin manevi temeli iyilik ve adalet duygusundan ganimetçiliğe, rantçılığa kaydırılmıştır. İşte gerçek bir adalet devletinin temel ilkeleri bunlardır; adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat…
Adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat temel değerler. Bu değerleri Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılar bilmiyor muydu?
Çok yerinde bir soru, teşekkür ederim. Tabi ki biliyorlardı. Ancak onlar bu değerler doğrultusunda kendi kurumlarını kurdular. Adaleti yerine getirecek otoriteyi saltanat, hilafet olarak anladılar. Çünkü o günkü dünyada işler böyle oluyordu. Meşvereti sultanın veya padişahın divanı olarak yorumladılar. Ehl-i hal ve’l-akd olarak anladılar. Emaneti, Allah’ın dilediğine verdiği bağışı, lütfu, devleti olarak anladılar. Onun yeryüzündeki gölgesi, halifesi olarak düşündüler. Sadece onlar değil Pers’ten Bizans’a tüm askeri tarım imparatorlukları böyleydi. Onların çağı böyleydi, yaşandı geçti. Öyle gördüler öyle yaptılar. Şimdi biz aynı temel değerleri onlarınkinden farklı yorumlayabiliriz. Kendi tarihimizi kendimiz yapabiliriz. Çünkü onlar da öyle yapmışlardı. İnsanlıkta onlardan sonra bir sürü ilerlemeler oldu, haklar kazanıldı. Bunlardan geriye dönülemez. İnsanlıkta iyilik, güzellik doğruluk ve adalet namına ne kazanılmışsa sürdürmemiz lazım. Mesela, adaleti sağlayacak otoriteyi, meşvereti hilafet ve saltanat şeklinde değil ‘demokratik cumhuriyet’ olarak yorumlayabiliriz. Hz. Ömer’in divan modelini Pers’ten aldığı gibi bizde demokrasi modelini batıdan alabiliriz. Yeniden yorumlayıp, doğrusunu sürdürür, eğrisini bırakırız. Karşılıklı etkileşim tarihte olmuş, şimdi de olabilir. Önemli olan doğruyu yanlışı ayıracak sağlam kriterlere sahip olmaktır. Üstelik tarihiyle, coğrafyasıyla, milletiyle, diniyle barışık bir demokratik cumhuriyete Türkiye’nin şiddetle ihtiyaç duyduğu şu ortamda bu çok daha önemli. Yani, bütün bir halka danışmak, halkın tamamının yönetime katılması, devletin tarafsız denge halinde olması durumu. Bugünkü siyaset literatüründe bu böyle ifade ediliyor. Aksi halde yaşadığın çağla iletişim kurmakta zorlanıyorsun. Eski dili yeni dile, yeni dili eski dile çevirmemiz lazım. Tek taraflı bir dille konuşmamız lazım. Çünkü arada nereden baksan bin sene var.
Önemli olan bunları yaparken bütün bunların kimin elinde şekillendiği ve bundan kimin menfaatlendiğidir. Bunları yaparken ne dinimizi değiştiririz, ne de dini batı kültürüne uydurmuş oluruz. Sadece kendimizi yaşamış oluruz.
“İnsanlığın son adası İslam’dır” diyerek, uzun vadeli ve kuşatıcı bir medeniyet projesi geliştirmenin yolları nedir? Anahtar olarak Osmanlı misyonunu mu gösteriyorsunuz?
‘Son ada’ tarzı yaklaşımları yanlış buluyorum. Tarihte son ada veya tarihin sonu, şunun veya bunun sonu diye bir şey olmaz. Bütün bir tarih dönüşümler ve yenilenmeler alemidir. Tarihi yedinci yüzyılda donduramayacağımız gibi, yirminci yüzyılda da donduramayız. Çünkü tarih bir oluş ve akış sürecidir. Bunun nerede sona ereceği, zamanın sahibinin ilmindedir. Allah’ın yaratmasında tekrar olmadığı gibi, hayatta da tekrar yoktur. Keza medeniyetler de kendini tekrar edemez. İslam medeniyeti, Osmanlı, Abbasi ve Emevi dönemlerindeki gibi tekrar edilemez. Tarihin oluşumundaki süreklilik ile yenilik unsurlarının ne olduğunu iyi tespit etmemiz lazım. Tıpkı bir insan gibi, üç yaşındaki benle, kırk yaşındaki bende sürekli olan nedir, değişen nedir? Bir yandan değişiyorum ama bir yandan da aynı benim. Benim görüşüm, her çağ kendi tarihini yapar. Benim çocuğumun bana benzemesine rağmen yine de benden ayrı bir hayatı yaşaması gibi bir şey. Yeniden büyük Türkiye’nin veya İslam medeniyetinin inşasında tabi ki Osmanlı mirasının etkisi olacaktır. Ancak bu bir ihya değil inşa ameliyesi olmalıdır. Cemil Meriç’in dediği gibi bitmiş bir çağı geri getirmeye çalışmak abesle iştigaldir. Yeniden inşa ise zaten tarihin esas dinamiğidir. Hiçbir şey hiçbir şeyi ihya edemez, ancak yeniden inşa edebilir. Biz ne Osmanlı olabiliriz, ne de Osmanlı’dan ayrı kalabiliriz. Abbasiler Emevilerin tekrarı değildir. Selçuklular da Abbasilerin tekrarı değildir. Osmanlılar da Selçukluların tekrarı değildir. Biz de Osmanlıların tekrarı olmayacağız. Her defasında yeni bir inşa var, yeni olan bir şey var. Bu öncekini sonrakinden ayıran şeydir.
İslam medeniyetinin tekrar ihyası için neler yapılmalı?
Az önce değim gibi şu ana kadar hep ihya kelimesi kullanılıyordu. Burada bir ayrıma ve yeni bir kavrama ihtiyaç var. Ben bunun inşa olabileceğini düşünmekteyim. Bu şu demek; ihya etmek dediğiniz zaman örneğin ‘Osmanlı’yı olduğu gibi ihya etmek’ geçmişte yaşanmış kültürü toprağın altından diriltip günümüze getirmek olur. “İnşa”da ise ihya zaten mündemiç. Yani tahtında müstetir, içinde gizlenmiş vaziyette. İnşa, daha öncekilerin yapmadığını yapmaktır. Yakılmış, harab olmuş bir evi aynıyla yapmak zorunda değilsin. İhyacı öncekinin aynısı olmada ısrar eder. Çünkü onun kaygısı arkeolojiktir. Romantik bir nostalji ve geçmişe hayranlık içindedir. İnşacı ise öncekinde farklı olabileceğini kabul eder. Önemli olan bir ev olmasıdır der. Bundaki kaygı ise daha çok antropolojiktir. Yani insanlara yararlı olması önemlidir. Arkeolojik değeri sonra gelir. İşin özü başımızı sokacağımız bir ev yapmaktır. Tek katlı yap, çok katlı yap nasıl yarsan yap. Kullanılabilir olsun, depreme dayanaklı olsun, demirinden çimentosundan çalma da nasıl yaparsan yap. Medine’deki tek katlı toprak evler gibi olmak zorunda değil yani. Ama bu bir ev olmalıdır, ahır olacak diye tutturursan o zaman inşacı olmaktan da çıkarsın. Sorun şurda bence; daha öncekiler bugün yaşamıyorlar, şu anda yaşadığımız dünya onların yaşamadığı ve bilmediği bir dünya. Bu dünyanın sorunlarıyla biz baş edeceğiz, onları mezarlarından çıkaracak halimiz yok. Biraz cesur olmalıyız.
Ümmetin inşası nasıl olacak peki?
Geçmişte nasıl olmuştu bu iş? Emevilerin başında bulunan sultanlar İslam dünyasının halifeleri olduklarını iddia etmişlerdi. Biat etmelerini istemişler, etmeyenlerle aralarında kanlı savaşlar olmuştu. Osmanlılar da aynı benzer şeyi yaptı. Kılıcı eline geçiren “halife benim” dedi. İslam dünyasının birliği diyelim ki sağlandı yöntem buydu. Şimdi böyle olmaz. Bu yaşanmış bitmiştir, kanlı sonuçları olmuştur. Derin ve kalıcı yaralar açmıştır. İslam dünyası büyük tecrübeler yaşamıştır ve onları tekrar etmenin hiçbir anlamı yoktur. Biz yaşanmış tecrübelerden dersler çıkartarak yeni kurumlar oluşturmalıyız.
Ümmet, aynı dine inananların oluşturduğu birlik demek değildir. Kur’an’da ümmet bu anlamda topluluk anlamında kullanılır. Bunun pratiğini de Hz.Peygamber Medine’de göstermiştir. Ne yapmıştır? Medine’de kim varsa hepsini çağırmış, burada bir birlik oluşturalım’ demiş. Bunun içinde Müslümanlar da var, Yahudiler de. Burayı hep beraber ortaklaşa savunacağız’ demiş. Sosyo-politik bir şehir birliği düşünmüş. Ortak bir Medinelilik bilinci oluşturmaya çalışmış. Bunu da bir sözleşme ile belgelemiş. Sözleşmenin girişinde “Bunlar diğer insanlardan ayrı bir ümmettir” ifadesini kullanmış. Buradan ümmetin nasıl bir şey olacağı açıkça anlaşıyor. Demek ki ümmet sosyo-politik bir birlikteliktir. Bir değerler buluşmasıdır. Medine sözleşmesinde en çok geçen kelime adalet ve maruf, buna Yahudiler de itiraz etmemiş. Çünkü iktidar yapılmak istenen şey ortak iyi.
Bugün için bu nasıl gerçekleşebilir?
Türkiye’nin tabii yatağı coğrafi dille Afro-Avrasya’dır. Ben buna “üç kıtada büyük hilal” diyorum. Bu hilalin geçtiği yerler Osmanlı çökerken yedi düvele karşı vuruştuğumuz dokuz cepheden geçer. Trablusgarp’tan başlayıp, Orta Asya’dan kıvrılıp Kırım’ın üzerinden Bosna’ya inen büyükçe bir hilal. Bizim tabii medeniyet yatağımız burasıdır. Yeniden inşanın arazisi de burasıdır. Ben bunu tabiilik ve doğallık kavramlarıyla açıklıyorum. “Hangi iklimin, hangi coğrafyanın çocuğuyum” diye kendime sorduğumda ulaştığım yerler burası. Burada Anadolu büyük hilalin iç kalesidir. Göl suyunu çekince gölün dibinde su birikintisi kalır. İşte Anadolu budur. Göl dolmaya başlayınca gideceği yer tabii sınırlarıdır. Kendisi istemese bile, tarih, coğrafya, morfoloji ve demografi bunu zorlar. Türkiye bundan istese de kaçamaz. Her millet tarihsel ve kültürel coğrafyasından insanlığın ortak yürüyüşüne katılır. Bu varoluşsal bir gerekliliktir. Zaten ben milliyetçilik veya ümmetçilik yerine, “yerlilik” diye bir kavram kullanıyorum. Küresellik yerine de evrensellik. Bunun anlamı şu; Her millet tarihi süreç içinde kendine ait bir dil ve kültür evreni oluşturur. Bu onun dünyaya katıldığı, insanlığın yürüyüşüne rengini verdiği “yeridir”. Varoluşunun evi, ocağı burasıdır. Peygamber bile Allah’ın mesajını Arap dil ve kültür evreni üzerinden vermiş. Yani bir yerde, bir zamanda ve bir mekanda durarak evrensel mesajlarını vermiş… Şimdi, hilafet burada düştü, burada kalkacak’ şeklinde de olmaz. Birleşme, birliktelik şeklinde olur. İstanbul, Tahran, Kahire vs. kriterleri oluşturursun, bu kriterleri veya değerleri kabul edip yerine getiren topluluğa katılır. Bunlar Yahudi de olabilir Hıristiyan da Süryani de. Zaten bu coğrafya bin bir çeşit din ve mezheplerle dolu değil mi? Sonra her ülkenin bağımsızlığını tanırsın, içişlerine karışmazsın. Arapların veya Farsların Türklere, ya da İstanbul’a biat etme mecburiyetleri yoktur. D-8 projesinin D-40 diye büyük bir milletler topluluğu şeklinde vücut bulduğunu düşün. Bu söylediğim şey dünya dengesi için de gerekli. Temel amaç adalete dayalı bir dünya düzeni kurmaktır. Bütün milletlerin eşit haklarla temsil edildiği, hegemonyanın olmadığı, tabiattaki çok renkliliğin, çok kültürlülük şeklinde insanlık alemine yansıtıldığı, insanlığın ortak iyisi etrafında, temel değerleri etrafında oluşturulmuş bir dünya milletler topluluğu… Kainatta nasıl kesret içinde vahdet, vahdet içinde kesret varsa, bir toplumda, hatta tüm dünyada dahi öyle olmalı.
D-8 projesi neden akamete uğratıldı?
D- 8 neden önemli? Şunun için, bu proje Türkiye’ye AB dışında alternatif ufuklarının olduğunu gösteriyordu. Bence Türkiye AB’ye mecbur değil. Türkiye’nin kör ve sağır kalmasını isteyenler, alternatif ufuklarını ondan saklamak için D-8 projesine düşmanca bir politika izlediler. D-8’den bahsedenlerle alay ediliyor şimdi. Aslında böylesi tipler acınacak haldeler, çünkü alay ettiği şey bizzat kendileri, evleri, ocakları.
AB tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben kategorik olarak AB’ye karşıyım. Bana göre AB ‘milli bir hedef’ olamaz. Milli hedef her durumda milletin çıkarlarıdır. Milletin tarihsel varlık ve bekasıdır. Milli, zaten millete ait olan demektir. Burada devlet yerine millet kavramını kullandığıma dikkatinizi çekerim. Devlet de nihayetinde milletin vücutlaşmış halidir. Türkiye’de sistem değiştirilemiyor bahanesi ile AB’ye girelim faydacı yaklaşımdan uzağım. Daha çok ideal olana vurgu yapıyorum. AB’ci ve anti-AB’ci ikili kumpasının dışına çıkarak üçüncü bir yol savunuyorum. Hem vatan hem özgürlük diyorum. Zira ne özgürlük solcuların ne de vatan sağcıların tapulu malı değildir. Şimdilerde sağ-sol gerilimini AB-anti-AB gerilimi aldı. Her ikisini de büyük güçler kullanıyor… Yeni bir düşünce yarılmasıyla üçüncü bir görüş yaratmamız lazım. Türkiye’nin tüm damarlarından beslenen aydınlara ve devlet adamlarına ihtiyaç vardır. AB Türkiye’nin geleceğini aydınlatacak mı karartacak mı tam bir rahatlık içinde, kafa konforu rahat olamıyorum. Bildiğim bir şey var, Türkiye kendi tarihsel dil ve kültür evreninde batı dışı bir çağdaşlık üretmek zorunda. İnsanlığın ortak yürüyüşüne ancak böyle katılabilir. Bunu az önce dediğim gibi varoluşsal bir gereklilik olarak görmekteyim. Bu hayal gibi görülebilir. Batılılar artık bizim hayallerimizle bile alay ediyorlar. Bir hayalimiz bile yok. Ama onların hayalleri var. Hem de nasıl, 2012 yılında başkenti Kudüs olan dünya devleti ilan etmeye hazırlanıyorlar. Büyük Ortadoğu Projesi dedikleri bunun bir ön hazırlığından başka bir şey değil. Herkes Büyük Ortadoğu Projesinden bahsediyor. Amerikalılar bahsetti ya… Birden bire gerçek olduğu görüldü. Alay ettiğimiz şeyin hemen burnumuzun dibinde, çok sahici olduğu fark edildi. Kendisi düşünemiyor illa ABD’den işaret gelecek. Sihirli bir fanus var, hayalleri donduran, düşünceleri dumura uğratan, insanımızı ufuksuz bırakan. O büyüyü bir şekilde kırmak lazım. Zira alternatifçilik bir yerde yaratıcılığı tetikler. Aslında sadece hükümetin değil Türkiye devletinin kuruluşunda kendini bağladığı bazı ipler var. Devlet bu iplerden boşalmalı. Türk dış politikasının ufkunun açılması için bu şart.
AB vesilesi ile yapılan yenilikler Türkiye’nin yararına mı zararına mı?
Şimdi bakın, Türkiye’de yenilik talepleri hiçbir zaman ‘yerli talepler’ olarak dile getirilemiyor. Bunun muhakkak AB tarafından ‘ev ödevi’ olarak verilmesi gerekiyor. Böyle olduğu zaman devletin derin güçleri razı oluyor. Veya razı oluyormuş gibi görünüyor. Ne oldu kardeşim? Anadolu’nun yaratıcı dehası mı tükendi? Osmanlı İmparatorluğu kurulurken Bizans’tan, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken de düvel-i muazzamadan izin mi alındı? Bu devletler batılıların ev ödeviyle mi kuruldu. O zamanki yaratıcılık ve kurucu ruh şimdi neden yok? Cumhuriyeti hoca ile paşa birlikte kurdu. Sonra bu birliktelik dağıldı. Türkiye’nin bu kurucu efsaneye yeniden şiddetle ihtiyacı vardır. İyiliğin, güzelliğin, adaletin, doğruluğun, dürüstlüğün, ahlakın, hukukun ne olduğunu öğrenmek için Kopenhag kriterlerine mi bakacağız? Bence ev ödeviyle ne devlet adamlığı ne de aydınlık olmaz. Aydın yaşadığı ülkenin pis gerçekleriyle boğuşan adamdır. Ben batıda aydın görüyorum, çünkü kendileriyle yüzleşmişler, bir yaratıcılık ortaya koymuşlar, bir şeyler icat emişler ama bizimkiler ne yapıyor? Ev ödevine çalışıyor. Bunun propagandasını yapıyor. Buna aydınlık değil AB misyonerliği denir. Öte yandan ben aynı dozajda anti-AB’ci takımını da eleştiriyorum. Bu çekişme 12 Eylül den önceki sağ-sol- çekişmesi gibi Türkiye’yi tüketiyor. Türkiye Ankara ve Brüksel statükocuları arasında tercih yapmaya zorlanıyor. İkisi de yanlış. Her iki gerilim de sahte ve yapay. Türkiye’nin köklü reformlara ihtiyacı var, bunları yapmak için ise AB’ye ihtiyacı yok, olmamalı. Kendisi yapmalı bunları ve Avrupalıları şaşırtmalı, bunları nasıl kendi kendilerine yapabiliyorlar diye. Türkiye’nin AB’ye değil, asıl aidiyet ve haysiyet sahibi özgürlükçü aydınlara, milletiyle barışık yenilikçi devlet adamlarına ve iyilik ve adalet duygusunu yitirmemiş, inançlı ve kararlı bir halka ihtiyacı var. Giderek sömürge ülkesi ahalisi haline geliyoruz. Sömürge ülkesi kendi sorunlarını kendisi çözemeyen ülkedir. Bir büyük güce ihtiyacı vardır. Ama imparatorluk karakteri taşıyan bir ülke kendi sorunlarını kendisi çözdüğü gibi başka ülkelerin sorunlarını çözmek için de davet edilir. Çünkü cazibe merkezi olmuştur, adaletine güvenilmektedir. Bu kendinden yaratıcılıkla dünyanın tabii ve bilge hakemliğine layık görülmeye başlanmıştır. Sen ne yapmışsın, Kürdünü Yunan’ın, Rum’un kucağına itmişsin, başörtülünü Avrupa kapılarına düşürmüşsün, oturup bunları kendin çözmemişsin. Dışarının iştahını kabartmışsın, şunlara el atalım dedirtmişsin. Sorunları ortada bırakmışsın, dış müdahaleye açık hale gelmişsin. İmparatorluk karakterini bırakmışsın, sömürge karakterine bürünmüşsün.
Türkiye’de İslamcılık miadını doldurdu mu? ‘Devlet kurma hayali’ akamete mi uğradı?
Yeryüzünde İslamiyet olduğu sürece İslamcılık da bitmez. İslamcılık İslam’ın bir şekilde yorumudur, kendisi değil. Bu yorum daha çok siyasallık, yani din-devlet ilişkileri üzerinde yoğunlaşır. Burada bana göre eski-İslamcılık yani 1930-90 yılları arasında vücut bulmuş İslamcı yorum İslam devleti veya şeriat devleti şeklinde bir kavram üretmiştir. Bununla kastedilen “Allah’ın hükümlerini hayata hakim kılma” veya “şeriatı getirmek” diye ifade edilen argümandır. Ben bu anlayışın evrim geçirerek daha rafine hale doğru ilerlediğini, yani dönüştüğünü düşünüyorum. Bunu bozulma veya savrulma olarak görmüyorum. Bunun tipik göstergesi şudur; 1979 İran devriminde ön safta; “Hükümet-i İslami, Cumhur-i İslami” sloganları ile yürüyen, ABD elçiliğini basan öğrenciler, 1999’da 7 kişinin öldüğü Tahran Üniversitesi’nin önündeki gösteride “Ya adalet devleti ya da yeniden devrim” diye bağırdılar. Bunlar devrimin çocukları. Eski İslamcılık ile Yeni İslamcılık arasındaki farkın simgesel göstergesi işte budur. Devlet talebinden vazgeçmek diye bir şey yok. Eğer bir yerde haksızlık, adaletsizlik, vurgun, soygun, haram yiyicilik, rüşvet, ahlaksızlık varsa devlet talebi de olacak tabi. Meydanı bunlara mı bırakacağız? Burada neyi istediğin önemli. İslamcı talepler artık giderek, namaz, oruç, Kur’an’da geçen hükümleri aynen uygulama olmaktan çıkıyor. Dinin özündeki şeyi istemeye doğru dönüşüyor. Nedir dinin özü; iyilik, adalet, ahlak, doğruluk, dürüstlük… Devlet bu ilkeleri esas almasın mı? Bunlara dayalı bir devlet kurulmasın mı? Eğer devlet varsa bu doğrultuda dönüştürülmesi için çalışılmasın mı? “Allah adaleti emreder” ayetini meclisin duvarına asmanın ne sakıncası var? Dinin evrensel ahlak değerlerine en çok devlet adamlarının ihtiyacı var. Hatta ekonominin temelinde bu “haram” ve “helal” kavramları yer almalı. Adalet Devleti çalışmamda bu konuları uzun uzun anlattım… Formül şöyle olabilir; Dinin itikad ve ibadet hükümleri tümüyle halka bırakılır. Ahlak hükümleri devletin manevi temeli olur. Hukuk hükümleri de zamanın gelişimine ve evrimine bırakılır. Adalet devleti dediğim fikriyatın din-devlet ilişkilerine yönelik yenilikçi yorumu budur. Zira bu hem din hem devlet tarafı için birer yeniliktir. Burada dinle pazarlık yapmaktan ziyade, dinden yararlanma biçiminin yeniden ele alınması söz konusudur. Mesela Kur’an’daki hayız ve nifas ayetleriyle erkeklerin neden amel etmediği sorulamaz, çünkü konu onlarla ilgili değildir. Aynı şekilde dinin, devletle ilgili olan ve olmayan hükümleri var. Burada bir analiz, bir çözümleme lazım. Bunun için de din-devlet birliği ile ona tepki olarak doğan din-devlet ayrılığından ziyade “din-devlet diyalogu”nu, yeni sentez olarak öneriyorum.