Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başlattığı İbn Haldun-Auguste Comte tartışması, İbn Haldun’un devletin yaratıcı motivasyonu olarak kabul ettiği “asabiyet” kavramını ve yine İbn Haldun’un devlete biçtiği ömrü, o ömrün sonlandırıcısı olan alametleri tartışma fırsatı verdi. Anti-Kapitalist Müslüman İhsan Eliaçık’a göre Erdoğan eski asabiyeti tekrarlıyor ve yeni bir asabiyet kurulmaması halinde bu devletin varlığını daha fazla sürdürmesi mümkün görünmüyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tekrar AKP’nin başına geçtikten sonra ilginç bir tartışma başlattı. İbn Haldun Üniversitesi’nin açılış konuşmasında, pozitif bir bilim olarak sosyolojinin yaratıcısı Auguste Comte’u “sorunlu” ilan edip karşısına İbn Haldun’u koydu. Oysa Erdoğan başından beri tam da Comte’un bilime kazandırdığı sosyolojik araştırma yöntemlerini en çok kullanan, anketlerle, kamuoyu araştırmalarıyla politik hamlelerini belirleyen bir siyasetçi. Öte yandan İbn Haldun ismi zikredilince, haliyle “asabiyet” kavramı ve İslâmcılıkla Evrim Teorisi’nin sınavı gündeme geliyor. Peki, toplulukları devlet yaratmaya da sevk eden “asabiyet”, kaba haliyle söylersek “insanları bir arada tutan ruh”, günümüz Türkiye’sinde nedir? “Maymun ayağa kalkarak insan oldu” diyen ve Darwin’in habercisi sayılan İbn Haldun’u, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi İslâmcılar mı itibarsız kıldı yoksa “Batılılar” mı? Gazali’nin küfre girdiğini ileri sürdüğü Müslüman filozofları Erdoğan nereden okuyor? En önemlisi de Erdoğan nasıl bir “asabiyet” kurmaya çalışıyor?
AKP’nin 21 Mayıs’ta gerçekleştirilen 3. Olağanüstü Kongresi’nde o “asabiyet”, “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” şiarıyla yeniden diriltilmeye çalışıldı. 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren yeni bir “asabiyet” yaratmaya çalışan Erdoğan’ın karşısına 16 Nisan’daki “Hayır” bileşenleri yeni bir asabiyetle çıkmaya çalışıyor. Peki iki asabiyet arasındaki mücadelenin muhtemel muzafferi kim olacak? Anti-Kapitalist Müslümanların önde gelen ismi İhsan Eliaçık’la Ramazan’da kurulacak yeryüzü sofralarını veya İslâmcıların içine girdiği iktidar sevdasını değil, tam da asabiyetleri, İbn Haldun, İbn Rüşd ve Gazali’yi, bugünün Türkiye’sindeki ezme-ezilme pratikleri bağlamında konuştuk…
21 Mayıs’taki 3. Olağanüstü Kongresi’nde AKP’nin tüzüğüne “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” sözü eklendi. Hemen ardından AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, İbn Haldun Üniversitesi’nin açılış konuşmasında Auguste Comte’a karşı İbn Haldun’u koydu ve dedi ki: “Sadece Batı dünyasında değil, ülkemizde de, özellikle sosyal bilimler alanında İbn Haldun’un katkısı bilinçli bir şekilde perdelenmiştir. En basitinden, Auguste Comte gibi birçok açıdan sorunlu Batılı bilim adamlarının sosyolojiye katkısı önemsenirken, bu kişinin dahi hakkını teslim ettiği İbn Haldun adeta yok sayılmıştır.” Comte’dan başlayalım. Bilim dünyasına pozitivist bir bilim dalı olarak sosyolojiyi kazandırmış olan Comte’un toplumsal araştırmalar için önerdiği yöntemleri doğrudan uygulayan, kendi politik hamlelerini bu bağlamda yapılan anketler, kamuoyu araştırmaları, istatistiksel veriler ışığında belirleyen bir Erdoğan, neden Comte’a karşı bir pozisyon vurgusu yaptı sizce?
Erdoğan’ın konuşmalarını hazırlayan danışmanlarının Batı medeniyeti antipatisinden kaynaklanıyor bu. Yoksa Erdoğan’ın Comte’u okuduğunu zannetmiyorum. Elinden konuşma kâğıtlarını alsan, Comte’a dair ne anlatabilir acaba? O konuşmayı hazırlayan danışmanlarda da İslâmcılarda da klasik olan Batı’ya karşı aşağılık kompleksi ve Batı medeniyeti antipatisi var. Bunun en yüksek düzeyde tezahür ettiği kişi de Ahmet Davutoğlu’ydu. Şimdi gereksiz yere İbn Haldun ve Comte’u karşı karşıya getiriyorlar. Halbuki bunlar birbirlerinin devamıdır. Batı’da modern sosyolojinin başlatıcısı olduğuna dair sayısız görüş var. Onlar ne İbn Sina’dan ne Farabi’den ne de İbn Haldun’dan İslâm kökenli oldukları için gocunurlar. Hatta Sorbonne ve Cambridge üniversitelerinde İbn Sina ve İbn Rüşd’ün kürsüleri var. Ama bizde “biz ayrı bir medeniyetiz, bu işleri Batılılara biz öğrettik” diye enteresan bir ruh hali var. Bir taraftan da şöyle ilginç bir taraf var: Hem Batı karşısında aşağılık kompleksiyle konuşurlar, Batı’ya Müslüman filozof göstermeye çalışırlar, “bakın bizde de Farabi, İbn Sina, İbn Haldun var” derler hem de iç tartışmalarda da bu üç ismi geleneksel İslâm’ın dışına çıkmakla, akılcı olmakla, dini değiştirmeye kalkmakla, klasik ulemanın tasvip etmedikleri kişiler olmakla suçlarlar.
Bu suçlamayı şu an AKP içindeki İslâmcılar da yapıyor mu?
Tabii. Şu anda AKP’yi oluşturan cemaatlerin tamamı gelenekçidir.
Dolayısıyla İslâm içi pozitivist yaklaşımı ret mi ediyorlar?
Farabi, İbn Sina, İbn Haldun, İbn Rüşd ve mutezile mezhebi vs. akılcı ekollerdir. Şimdiki ana akım İslâmcılar Batı’ya karşı bu mutezile ekolünü savunur ama içe döndüklerinde onları dinden çıkmakla, akılcılık yapmakla suçlarlar. Oysa bunların din dışına çıktığı filan yok. Bunlar, klasik İslâm rasyonalitesi, İslâm felsefesi tarifi yapmış kişiler. Mesela Gazali, Farabi’yi ve İbn Sina’yı kafir ilan etmiştir. Gazali kimdir? Bağdat’ta oturan, Abbasi İmparatorluğu’nun bugünkü tabiriyle baş rektörü.
Peki neden AKP çıkıp İbn Haldun Üniversitesi kuruyor?
Comte ile kıyaslamaya geldiği zaman “bizde de İbn Haldun var” derler. Şimdi bu üniversiteyi açanlar, İbn Haldun’un evrimi savunduğunu duysalar ödleri kopar! İbn Haldun, İslâm tarihinde “maymun ayağa kalkınca insan oldu” diye yazan kişidir. Mukaddime’de böyle der.
Kur’an’da da genel İslâmi söylemde de insan yüceltilirken, nasıl oluyor da onun maymundan evrildiğini savunup Müslüman olunabiliyor?
Bana göre bir sakınca yoktur ve evrime de inanırım. Kur’an’daki tabirle evrim, Allah’ın en büyük ayetlerinden birisidir. Maymunu da, şempanzeyi de, gorili de, yeryüzündeki 1 milyon canlı türünü de İslâm inancına göre Allah yaratmıştır. Fakat sanıldığının aksine Kur’an’ı Kerim’de yaratma, yoktan var etme değildir. Kur’an’da “yoktan var etme” diye bir kavram da geçmez. “Birbirinden var etme” kavramı geçer. Evren, Allah’tan geldi, Allah’a dönüyor. Evrenin kendisi de Allah’tan çıkmış, fakat farklılaşmıştır. Evrenin içinde de varlıklar, birbirinin içinden çıkar. Buna Kur’an “felaq” der. “Birbirinin içinden çıkan” demektir. Bir şeyden diğer bir şey yaratır. İnsanın da maymundan dönüşmesi, maymunun da daha önceki başka bir canlıdan dönüşmesi, canlıların bitkilerden dönüşmesi Kur’an’a ters değildir.
‘EVRİM TEORİSİ KUR’AN’A AYKIRI DEĞİL’
Ama “Allah, Âdem’i topraktan yarattı” deniyor…
Kur’an “Allah insanı sudan yarattı” da diyor. Yeryüzünde ne kadar canlı varsa, hepsini sudan, “ma”dan yarattı diyor Kur’an. Ateşten, topraktan, havadan, yani tabiattan yarattı. Birçok yerde çeşitli şekillerde bu vurgulanır da. “Topraktan yarattı” demek, topraktan gelen gıdalardan insanoğlu, yani Âdem yaratıldı demektir. Şu anda erkek spermi ve kadın yumurtacığı topraktan gelen gıdalardan oluşuyor, onlar bir rahimde birleşiyor ve oradan yeni bir Adem meydana geliyor. Dolayısıyla ben bunları bilimsel olarak Kur’an’a dayandırmıyorum. Oradaki ifadelerin hepsini dini edebiyat hitabeti olarak görüyorum. Fakat Evrim Teorisi’nin de Kur’an’a aykırı olmadığını, onunla temellendirilebileceğini, Kur’an’daki ifadelerin bunu terslemediğini, evrimci bir yaratılışın mümkün olduğunu düşünüyorum. Allah, yaratmayı, canlıların üremesi ve türemesini evrim süreçlerine bağlamış olabilir. Bu da bir yaratmadır. Yaratmaya böyle de inanabiliriz.
Sizinki bir yorum ama…
Evet, bir Kur’an yorumu yapıyorum.
İbn Haldun’un yorumu da böyle mi?
Tabii, İbn Haldun diyor ki, “maymun ayağa kalkıp yürüyünce insan oldu” diyor. İnsanın maymundan dönüştüğünü söyleyen ifadesi Mukaddime’de var.
Dolayısıyla İbn Haldun’un İslâm dünyasında çok da makbul bir mertebede tutulmamış olması, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi Batı hayranlığından mı yoksa bu aykırı görüşünden mi kaynaklanıyor?
Hayır, çoğunun İbn Haldun’un bu görüşlerinden haberi bile yoktur. Sadece İbn Haldun değil, mesela Biruni, İbn Miskeveyh… Bunlar Abbasi, Osmanlı saltanatları tarafından hiçbir zaman resmi olarak benimsenmemiş, “öteki İslâm” simalarıdır. Bunlar bir medeniyet krizine, aşağılık kompleksine girmedikleri için rahatlıkla Yunan felsefesini de okumuşlardır. Aristo’yu, Sokrates’i, Yunan tabiatçılarını hiç gocunmadan almışlar, onlara kendi fikirlerini katıp geliştirmiş ve bir bilim ortaya koyabilmişlerdir. Onun için bir sıçrama yaşayabilmişlerdir. Biruni’nin Hint medeniyetini anlatan bir kitabı var. Hintlilerin gelişememesini, medeniyet gururlarına bağlar. Der ki, “Hintlilerden öyle bir medeniyet gururu vardı ki, kendileri dışındaki medeniyetleri kendilerinden küçük görüyor onlardan herhangi bir fikir almayı, kitap tercüme etmeyi gururlarına yediremiyorlardı. Bu da onların geri kalmasına sebebiyet verdi.” Aynı şeyi İslâm dünyası da yaşadı. “Biz hak dinine mensubuz, kalkıp da kafir Batılılardan fikir mi alacağız, onlardan kitap mı tercüme edeceğiz” diyerek düşmanlık beslediler. Matbaayı bile almakta iki yüz gecikildi. Niye, “çünkü onlar gavur.” Bilimini, teknolojisini alırsak ahlakı da gelir, bu da bizi iyice bozar vs. Yıllardır bunlar tartışıldı durdu. İsmet Özel’in üç meselesi bunları tartışmaktan elimizden düşmezdi.
Biruni, İbn Haldun, İbn Miskeveyh gibi isimler karşısında ana akım İslâm bu zaten, değil mi?
İslâm tarihinde örneğin İbn Halduncu, Farabici, İbn Rüşdcü bir akım, ekol bu yüzden oluşmadı. Bu tür akımlar 13. yüzyıldan sonra daha çok Avrupa’da oluştu. İbn Rüşdcülük Averroizm olarak adlandırılır mesela.
Kimdir Averroistler?
Kiliseye karşı bilimi, rasyonaliteyi savunanlar. Katolik Kilisesi’ni yıkmakla, akılcılık yapmakla, dinsizlik yapmakla suçlandılar 13. yüzyıllarda. Avrupa’da Rönesans öncesi İbn Rüşdcülükle başladı. İbn Rüşd, Endülüs’te, İspanya’da yetişmiştir. Aristo’nun kitaplarına şerh yazmıştır. Fakat bu İslâm dünyasında yankı bulmadı. Dediğim gibi, Gazali Farabi ve İbn Sina’yı kâfirlikle suçlamıştı. İbn Rüşd de Gazali’ye yönelik bir reddiye yazdı ve felsefe tartışmaları karşılıklı olarak devam etti. Mesela İstanbul fethedildiğinde, Fatih, o zamanki ulemaya “kim haklı” diye tekrar Gazali ile İbn Rüşd tartışması yaptırdı.
Sonuç?
Osmanlı uleması Gazali’nin haklı olduğunu, İbn Rüşd’ün küfre girdiğini söyleyerek Gazali’den yana tavır aldı. Fatih de buna ses çıkarmadı. Dolayısıyla Osmanlı ilim dünyasına hâkim olan Gazalicilik oldu.
‘EMEVİLER TESPİHİ SORU SORULMASIN DİYE GETİRDİ’
Gazalicilik nedir?
Felsefe ve akıl düşmanlığı. “Vahiy esastır, Kur’an tartışılmaz, aklî ilimler dine bulaştırılmaz” gibi bir akım bu. İbn Rüşd’e göreyse din ile bilim bir arada olabilir. Yani bir insan hem evrimi savunabilir hem de Müslüman olabilir. Hem pozitif bilimle uğraşabilir hem de Allah’a inanabilir, namaz kılabilir. Din ile bilim arasındaki fark, dil farkıdır. İbn Rüşd’ün tabiriyle din, hatabî bir dil kullanır. Bilim dili ise bürhanî bir dildir.
Hatabî, bizim kullandığımız anlamıyla hitabet mi?
Sesleniş. Din, Allah’tan insana bir sesleniştir. Dinde sembol, mecaz, edebiyat vardır. Şiirsel bir dildir. Bir şairin şiirinden bilim çıkarılabilir mi? Şair bilim için yazmıyor, o insana hitap etmek istiyor. Bilimin dilinde ise edebiyat yoktur, rasyoneldir, soğuktur. Sebep-sonuç ilişkileri çerçevesinde kurulur. Dolayısıyla der İbn Rüşd, bilimi edebiyat diliymiş gibi, edebiyatı da bilimmiş gibi algılamamak lazım, bu ikisini yan yana, birbirine karıştırmadan tutabilmek lazım der.
Din ile bilimi niçin bir arada tutma gayreti var? Dinin tahakküm edici gücü bertaraf edilemediği için, aslında bu bir uzlaştırma mecburiyetinden mi kaynaklanıyor?
İslâm tarihinde böyle bir sorun oluştuğu için İbn Rüşd bunu çözmeye çalıştı. Bir tarafta bilimsel araştırmalar yapılıyor ama öbür tarafta adam çıkıp “senin bu yaptığın Kur’an’a aykırı” diyor. İbn Rüşd diyor ki, Kur’an’ın amacı bilim yapmak değil. Sen kalkıp da bilimsel bir araştırmayı niye Kur’an’la vuruyorsun! Mesela biri çıkıp “insan maymundan geldi” diyor. Öbürü de çıkıp “Hayır, Kur’an diyor ki, insan topraktan geldi.” Oysa Kur’an’ın amacı insanın topraktan geldiğini bilimsel olarak açıklamak değil. Kur’an, insan denen varlığı Allah’ın yarattığını söylüyor. Peki ama nasıl yarattı? “Topraktan gelen gıdalarla yaratıldı.” O zaman bilim ile din aslında bir arada olabiliyor.
Fakat Evrim Teorisi, dinin argümanlarını zayıflatıyor. Çünkü o argüman “insanı doğa yarattı” tespitine, dolayısıyla tanrıtanımazlığa götürüyor pozitivistleri. Herhalde ana akım İslâm tam da bu yüzden evrimi reddediyor…
Din mi bilim mi? Allah mı, tabiat mı? İbn Rüşd ve İbn Haldun ekolü tam da bu sorunu çözüyor.
Nasıl çözüyor?
Sizin doğa içinde kendi kendine oluşmuş dediğiniz şey… Doğayı da Allah yaratmıştır. Dolayısıyla sen doğadaki bir bilimsel gelişmeyi anlattığın zaman, aslında Allah’ın doğayı nasıl yarattığını göstermiş oluyorsun. Benim için sorun yok yani. Sen diyorsun ki, “bunu doğa meydana getirdi.” Ben de “Allah öyle yaratmış” diyorum. Hatabî dille burhanî dil farkı budur işte. Mesela sen diyorsun ki, su buharlaşıp bulut oluyor, bulut da yağmur olup aşağı iniyor. Bilimsel bir argüman kullanıyorsun. Aynı olayı din diliyle anlattığın zaman bir şey değişmiyor. Bir dindar da “rahmet yağıyor” diyor. Şöyle rivayet var: Bir yağmur yağdığında her bir yağmur damlasını bir melek indirir. Bir inen melek, bir daha inmez. Her bir yağmur damlası için ayrı melek… Burada yağan yağmurun arkasındaki maneviyat aşılanmaya çalışılıyor. Oysa aslında melek, tam da o yağmur damlasının kendisidir. Melek, Allah’ın gücü demektir. Fakat dindarlar yağmuru bırakıp melekle uğraşıyor. O meleğin kaç tane kanadı var, erkek mi dişi mi? Tabiat olayını bırakıyor, yarattığı maneviyatla boş yere uğraşıyor.
Peki ana akım İslâmcılar din ile bilimin bir aradalığı tezini pekâlâ kendi inanç hegemonyalarının lehine kullanabilecekken, neden reddediyorlar?
Gazali, Müslüman filozoflar yani Farabi ve İbn Sina için yirmi mesele sayıp üç tanesinde kâfir olmuşlardır dedi. Birincisi evrenin ezeli olduğu görüşü… İkincisi cismani haşir yani mezarda ölülerin cismani olarak değil ruhani olarak dirileceği görüşü… Üçüncüsü Allah cüz’ileri bilmez görüşü, yani Allah evreni yaratır, ufak-tefek işlerle uğraşmaz, evren kendi kendine döner… dedikleri için bunlar kâfirdir der Gazali. Çünkü Gazali, Allah’ın cüz’ileri bilmediğinin söylenmesini, Allah’ın kudretinin daraltılması olarak görür. Oysa bunlar insanı kâfir filan yapmaz. Ama Gazali’nin meselesi başka. O, imparatorluğun kadısıdır ve ona göre imparatorluğun başındaki halife, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. İmparatora sorgusuz-sualsiz bir din lazım. Felsefe, akıl, sorgulama sakıncalı şeyler. Mesela biri çıkıp “ne demek Allah’ın gölgesi, Kur’an’da böyle bir şey geçiyor mu?” diye soracak. O zaman otorite sorgulanmış olacak. Felsefe ve bilim sorgulamayı öğretiyor. Sorgulama olmaması için de Farabi gibi filozofların ve akılcıların kafir ilan edilmesi ve dışlanması gerekiyor! Saltanat otoritesi “Cenab-ı Hakk böyle buyurdu, sorgulama!” diyor. Bu anlayış, bilimsel ve felsefi akılcı ekolleri dışladı. Başka bir örnek vereyim. Mesela şu an İslâm dünyasında camilerde tespih çekme var. Tespih çekmeyi Emeviler getiriyor. Camide soru sorulmasın diye.
Nasıl yani?
Daha önce camilerde, Peygamber’in geleneğine uyarak namaz kılındıktan sonra imam dönüp cemaate “bir derdi olan var mı” diye sorardı. Çünkü camiye sadece namaz kılmak için gidilmez, toplumsal sorunları tartışmak için de gidilirdi. İnsanlar kalkıp soru sorar, dertlerini anlatırdı. Emeviler döneminde bu sorun olmaya başladı. İnsanlar çıkıp “falanca vali bize zulmediyor, şikâyetçiyiz” diyordu. Bunun üzerine yönetim “bu camiler giderek sorun olmaya başladı” deyip daha önce Budist tapınaklarındaki tespih uygulamasını getirdiler. “İnsanlar tespih çeksin, soru sormasın, konuşmasın” dediler. O gün bugündür imam döndüğü zaman, komutla tespih çektirilir. “Elhamdülillah” der 33 kez, “Allah-u Ekber” der 33 kez tespih çekilir. “Amin” der, herkes elini ovuşturur, kalkıp çıkar. Hepsi komutladır. Camiyi susturma, kontrol altına alma… Bunların hepsi imparatorluk tasarımı. Dolayısıyla felsefe ekolü, daha çok siyasi endişeler yüzünden bertaraf edilmiştir. Osmanlı’da da Galata Kulesi’nden uçan Hezârfen Ahmet Çelebi, 4. Murat tarafından sürgüne gönderildi ve bir rivayete göre de sürgünde öldürüldü. Niye, çünkü adam uçunca, popülaritesi sultanı geçti.
’15 TEMMUZ BİR ÜFÜRÜKLE ÇÖKECEK BİR MİT’
Güncel meseleye dönelim. İbn Haldun denince akla ilk gelen “asabiyet” kavramı oluyor. İbn Haldun felsefesinde iki tür asabiyetin altı çizilir. Nesep, yani soy asabiyeti ile sebep asabiyeti. Nesep asabiyetinden kavmiyetçilik, milliyetçilik çıkarken sebep asabiyeti daha ziyade farklı kökenden gelen ezilenlerin dayanışması olarak tarif edilebilir. AKP tüzüğüne “tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet” cümlesinin eklenmesi, Erdoğan’ın yeni bir nesep asabiyeti inşa etmeye çalıştığı anlamına mı geliyor?
İbn Haldun, asabiyet kavramıyla bütün ideolojik hareketler, devrimler ve karşı devrimler, milletler ve devletler için geçerli olabilecek bir sosyolojik tespit yapıyor. Bir topluluğun yükselmesi, zaferler kazanması için ideolojik bir bağı, kan bağı, aşireti, cemaati, partisi veya etrafında bir güç oluşturması lazım. Buna da asabiyet diyor. Mesela Türkçülük yapan bir adam, Türk gücünü arkasına almaya çalışıyor. Kürtçülük yapan da Kürt gücünü. Veyahut Sünnilik, Alevilik, Hristiyanlık…
Sosyalistler de ezilenlerden yana bir asabiyet oluşturmaya çalışıyor mesela…
Tabii, “dünyanın bütün işçileri birleşin” demek bir asabiyet yaratma çağrısıdır.
Peki Erdoğan, İbn Halduncu anlamda nasıl bir asabiyet yaratmaya çalışıyor?
Erdoğan bir kuruluş miti yaratmaya çalışıyor. Bunun için bir hikâye yaratılması lazım. Demokratik yollarla iktidara gelmek kuruluş miti için yetmiyor. Bir belediye başkanı çıktı, kanalizasyonlar, yollar yaptı, sonra başbakan oldu, sonra da cumhurbaşkanı. Hikâye, sistem içindeki yükseliş burada bitiyor. Sistemin de ilerisine geçip, sistem kurucu bir mit yaratmak için daha büyük hikâye lazım. Bu hikâye de genellikle savaştır. Bir kurtuluş savaşı olması ve bu savaşı kazanması ve oradan da bir kahraman, kurtarıcı olarak çıkması lazım. Bu ihtiyaç, çakma bir şekilde darbeyle giderilmeye çalışıldı. Hatta 15 Temmuz, kuruluş miti yaratmak için abartılmıştır. Aslında 15 Temmuz, basit bir Ankara vakasıdır. Toplarsın 100 generali, içeri atıp yargılarsın, biter! Ama ne yapılıyor? 140 bin kişi işten atılıyor, 40 bin kişi hapse sokuluyor, 238 kişi hayatını kaybediyor. Onların her birinin ismi bir durağa, köprüye veriliyor. Her konuşmada “darbeye karşı çıkan millet, tankın altına yatan vatansever” denerek isimleri yüceltiliyor.
Gerçek bu değil mi?
Değil. Bu, bir üfürükte çökecek bir mit. Ankara’da ne oldu? Genelkurmay başkanıyla MİT müsteşarının, ileride bir dönem Erdoğan’la tamamen ters düşerek çıkıp televizyonlarda itiraflarda bulunduğunu ve darbenin nasıl olduğunu açıkladığını düşünelim. Her şey çöker o zaman. Nitekim bunların ikisi de konuşmadı, ifade vermeye bile gitmedi. Uyduruktan bir komisyon kuruluyor ve asıl önemli iki isim gidip konuşmuyor. Dediğim gibi, bunların ikisinin konuşmasıyla her şey çöker ve çökecek de. Hatta hayatını kaybeden insanların aileleri bile bir dönem çıkıp AKP yönetimi aleyhine slogan atabilirler. “Ne yaptınız siz, ölümleri önleyebilirmişiniz” diyebilirler. Büyük ihtimalle derinlerde birileri çıkıp “başkanlık istiyorsan, büyük hikâye lazım” dedi. FETÖ dendiğinde akan sular duruyor, kimse bir şey diyemiyor. OHAL çıktı, KHK’lar çıktı, ardından başkanlık… Evet, bir asabiyet yaratılmaya çalışılıyor. Cumhuriyetin kuruluşunda da böyle bir asabiyet yaratıldı. Bütün kurucu mitler, asabiyet yaratmak için abartılıdır.
‘HAYIR CEPHESİ BİR ASABİYET YARATMAZSA 2019’DA KAYBEDER’
Karşı tarafta da ezilenlerin oluşturmaya çalıştığı bir asabiyet var. Dolayısıyla tanık olduğumuz şeyin iki asabiyetin savaşı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Her ikisi de bir asabiyete dayanıyor ama Erdoğan cenahının oluşturmaya çalıştığı asabiyet kurgusal, yapmacık ve çakma. O nedenle de tutma ihtimali zayıf. Çünkü sadece Erdoğan’ın şahsına tabi. Ama karşıda oluşan asabiyet daha gerçekçi. OHAL ilan ediyorsun, KHK’yla insanları işten atıyorsun. Sen kendince bir kurgu yapıyorsun ama buna maruz kalanlar sahici ve ciddi bir acı yaşıyor. Oysa dediğim gibi, bu darbe olayı, yüz rütbeli askeri yargılayarak bitebilecek bir işti. “OHAL kalkmayacak” diyor. 2019’da OHAL sisteminin başkanlığa dönüşmesini ve KHK’cılıkla 2053’e kadar devam etmeyi tasarlıyorlar. Şu anda ben Erdoğan’ın kendisine bile inanmadığını, sadece oturduğu koltuğa inandığını ve oradan asla kalkmayacağını düşünüyorum. Karşı taraftaki mağduriyetler sahici olduğu için orada bir karşı asabiyet oluşturma ihtimali daha güçlü. Onların da kendi içlerinde sorunları var tabii. Gerçekte yüzde 54, müdahaleyle yüzde 49’a indirilmiş bir referandum sonucu var. Onlar ne yapacaklar? Şu anda başkanlık için bir isim ortaya atarlarsa, bölünürler. Referandumun meşruiyetini tanımamanın da zamanı geçti. Çünkü öyle bir şey yapılacak idiyse, 16 Nisan akşamı yapılmalıydı. Ama, tam da öyle atı alan Üsküdar’ı geçti. Eğer CHP, HDP, MHP’nin muhalifleri ve “Hayır”a katılan bileşenler şimdiden ilkeler üzerinden bir sivil anayasa ittifakı yaratamazlarsa, 2019 yenilgiye doğru gidiyor.
İbn Haldun, belli bir asabiyetle oluşan devlete takriben 120 yıllık bir ömür biçiyor. 2023 yılı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yüzüncü yılı dolacak. AKP’nin de yüzüncü yıl için birtakım hedefleri var. Fakat İbn Haldun’un bir devletin yıkımına sebebiyet verdiğini söylediği çok sayıda alamete tanığız. Yolsuzluktan, belli bir zümrenin devlet nimetlerine sahip olmasına, çoğunluğun mağdurlaşmasına, işsizliğe, yüksek vergilere kadar bu emareler beliriyor. İktidar cenahı “parantez kapandı” diyerek yeni bir devletin inşasından söz ediyor. Bu, yeni bir 120 yıl anlamına mı geliyor? Sizce Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi tarihinin neresinde?
İbn Haldun, asabiyetin oluşmasının ardından infirad yönetiminin geleceğini söyler.
Ferdileşmek mi demek bu?
Evet, tek adam yönetimi. Der ki, bir tek adamın iradesi, her şeye egemen kılınır. Bugünün tabiriyle söyleyecek olursak, devrim kendi evlatlarını yer ve bir tek kişi kalır. İslâm’da Muaviye, Marksizmde Stalin, Türkiye’de Atatürk, Çin’de Mao, İran’da Humeyni, AKP’de Erdoğan… Hepsinde böyledir. Sonuçta birisi egemen olur. O birisi de çeşitli uzatmalarla 120 yıla kadar çıkarır devletin ömrünü. Önce devletin hazinesine üşüşme olur, der İbn Haldun. Devletin hazinesi çiftlik gibi kullanılır. Sonra para biter, borçlanmaya gidilir. Borçların ödenmesi için yeni vergiler konur ve bu çark dönmemeye başlar. O zaman devletin zeval vakti gelmiş demektir. Çöküş mukadderdir. İbn Halduncu döngü budur. Bu durum tarih boyunca tekrar eder durur. Hiçbiri de diğerinden ibret almaz. Sonuç da, der İbn Haldun: Eğer asabiyetler birbirlerinin geçmişinden ders alabilirlerse, yeni asabiyetler yaratabilirlerse, ömürlerini uzatırlar.
Erdoğan şu an tam da yeni bir asabiyet mi yaratıyor?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, Atatürk etrafında oluşmuş Kemalist bir asabiyet vardı. Şimdi o bitiyor, onun yerine Erdoğan etrafında bir kurucu mit, yeni bir asabiyet oluşturulmaya çalışılıyor. Ama ben Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı asabiyetin yürümeyeceğini söylüyorum. Çünkü şu an öyle bir kuruluş mitine ihtiyaç yok, tarihin akışına da ters. Çünkü cumhuriyetin demokratikleşmesi, cumhuriyetin monarşiye kaymasına gidiyor iş. Bu normal akışa ters.
İbn Haldun da sona yaklaşıldıkça kuruluştaki ideallere dönülür ve onunla yol uzatılmaya çalışılır diyor. Erdoğan’ın tekrar Türkçe vurgusu yapması, 1930’lardaki vatan, millet, bayrak vurguları…
İbn Haldun, “Kanun-u kadime dönülür” der. Şu an hem bir yeni Osmanlıcılık hem de Türkiye Cumhuriyet’nin tekliği vurgusu var. Bir taraftan Atatürk’ün, diğer taraftan Abdülhamid’in ve Fatih’in yerine geçmeye çalışıyor. Hepsini birleştirip yeni bir asabiyet oluşturmaya çalışırken aslında yeni bir asabiyet yaratamıyor, eski asabiyeti tekrar ediyor. Muhafazakâr Kemalizm üretiyor. Ama sonuçta devlet yine bir kişinin veya bir grubun tekeline giriyor. Önce de öyleydi ve sen şimdi sadece onun yerine geçiyorsun. Dolayısıyla yine öteki yaratılacak, yine onlar dışlanacak. Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan söylemi tekrarlanacak. Halbuki İbn Haldun, “yeni bir asabiyet yaratılırsa devletin ömrü uzatılabilir” diyor.
‘BİZİ NESEPÇİ DEĞİL SEBEPÇİ ASABİYET KURTARIR’
Yeni bir asabiyet demek, yeni bir 120 yıl mı?
Evet. Şu an tam da o aşamadayız.
Yeni bir asabiyet ne olabilir peki?
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir asabiyetle yeniden kurulması, ortaklıkla mümkündür. Yani şu an birbirini tasfiye eden grupların devleti hep beraber sahiplenmesi ve ortaklık üretebilmeleri gerekiyor.
Dolayısıyla nesepçi değil sebepçi bir asabiyet mi yaratılması gerekiyor?
Aynen öyle! Devletin yıkılışını engellemek için nesepçi asabiyetin terk edilmesi gerekiyor. Yani devletin Türklükle, Müslümanlıkla, Atatürk’le tanımlanmasından vazgeçilmesi ve bunların yerine geçecek muhafazakârlık, Sünnilik veya Alevilik, Kürtlük gibi yeni bir nesep tanımının yapılmaması gerekiyor. Yani demokratik cumhuriyete geçişle beraber hepsinin devleti haline gelmesi, kamusal alanın herkese ait kılınması, herkesin nesebinin geri çekilmesi, kendi sosyolojisinde kalması gerekiyor. Nesep değil sebep asabiyetine geçilmesiyle devlet kendisini yeniden üretebilir. Bu sebep de ne olabilir? Bir grup diğerini tasfiye etmeyecek, herkes eşit olacak. Özgür, adil, birlikte yaşama geçersek bu devletin ömrü uzar. “Nesep asabiyetinden vazgeçmiyorum ve bunu anayasadan çıkarmıyorum, ne yaparsanız yapın” dersen, o zaman öbürü de kendi nesebine dayanarak asabiyetini kurmaya, Kürt devletine yönelir. Nesebe dayalı asabiyetler bu coğrafyada yıkımdır, kandır, ateştir, kaos ve çatışmadır. Gerek din, gerek mezhep, gerek etnik köken nesep vurgularının tamamında kan, kaos ve mutsuzluk var. O yüzden de konfederal, demokratik cumhuriyet denilen, bizim de Medine Sözleşmesi dediğimiz anlayışa dönülmesi lazım. Medine Sözleşmesi’nde nesep değil, sebep vurgusu vardır. Müslümanlık, Araplık, Kureyşlik, Yahudilik, Hristiyanlık değil, tam tersine, bunların hepsinin ortaklığı vardır. Ve bu ortaklık etrafında bir sebep yaratılarak Medine Sözleşmesi kurulmuştur. Bunu çağımıza aktardığımızda konfederal, çoğulcu demokratik cumhuriyetle ancak, bu halklar bir arada yaşayabilir. Yeni asabiyet budur!