Adnan Menderes’in asıldığı yıl (1961) doğmuşum.
Aynı tarihlerde doğan binlerce, onbinlerce yurdum insanından birisi olarak, cuntalarının, Yassıadaların, idamların orta yerine düşmüşüm yani.
Ağlama seslerim tank seslerinden duyulmamış bile…
Darbeyle, tankla, cuntayla karşılamış bu topraklar beni de bu dünyaya…
İlkokula 12 Mart ile başlamışım.
O dönemden hatırladığım tek kare, rahmetli babamın köstekli saatine bakıp “Ajansları aç bakim” diyerek şimdiki televizyonlar gibi evin başköşesinde konmuş üzeri üçgen bezle örtülü radyodan dinlediği haberler…
“Anarşistler asılmış, olacağı buydu” dediğini hayal mayal hatırlıyorum.
12 Eylül 1980 darbesinde ise belanın tam içindeydim.
Çünkü o “anarşistlerden” birisi de ben olmuştum.
Henüz liseyi yeni bitirmiştim.
Mamak Askeri Cezaevi’nin demir kafeslerinde sağlı sollu yumruklarla başlayan “darbe” süreci hayatıma öyle bir indiki kendime gelmem yıllar aldı.
Bir yıl boyunca sıkı bir “Atatürkçülük” eğitiminden geçirildik. Mamak yılları, Kenan Evren’in üzerinde K.K.K (Kara Kuvvetleri Komutanlığı) yazılı “Atatürk ilke ve inkılapları” kitabını ezberleyerek geçti.
“Bundan böyle hepiniz Atatürkçüsünüz lan!” sesleri arasında Atatürk ilke ve inkılaplarını iliklerimize işlediler (!).
İstiklal Marşı ve Gençliğe Hitabe’yi ezberlemek için sudan bahanelerle ellerime ve ayaklarıma yediğim jopların haddi hesabı yok. Banyo sefaları (!) da cabası…
Asker başında bekliyor, bilmediğinde değil; (çünkü kendi de bilmiyor) en küçük teklemede basıyor jopu, yer misin yemez misin…
Tam bir militarizm, emret komutanım, ben bilmez merkez bilir iklimi…
Akif’in tabirleri ile emek mahrumu günler; fikri ferda bilmez akşamlar, duyan yok, ses veren yok…
Hüseyin Gazi Dağı’nın eteklerinde, asker gardiyanların eline düşmüş, yaşları 18-25 arası, saçları üç numaraya vurulmuş binlerce genç…
Onlardan birisi de bendim.
Sabahtan akşama kadar yanaşık düzen eğitimi… Harbiye marşı, ilkeler, inkılaplar, Bağır lan! “En büyük Türk Atatürk”, “Her Türk asker doğar”; bağır, bağır, bağır…Daha hızlı, daha hızlı, sol sağ, sol sağ, ileri marş, kıt’a dur!
Adımızı bile unutmuştuk, tek bir adla çağırılıyorduk: Lan!
Babamı 7 ay, annemi 9 ay sonra gördüm.
“Oğlun ölmüş diyeler 7 ay sonra duyalar, soğuk suyla yuyalar” halet-i ruhiyesi içinde geldiler ve sadece üç dakika “Nasılsın iyi misin” deyip “Hı hı” cevabını alıp gittiler.
Orada çektiklerimi siz nereden bilecekseniz?
Ezim ezim ezildik. Bir insanın tabi tutulabileceği en aşağılık muamelelere uğradık.
O zamanlar boks çalışıyordum. Tokat yerken hep ani refleksle gard alırdım. Çok uğraştılar; darbenin ilk iki ayında refleks mefleks kalmadı…
Orada tanıştığım solcu bir profesör vardı.
Beraber joplu Atatürkçülük eğitiminden geçtiklerimizden birisi.
Bir gün kan revan içinde ranzaya geldiğinde ağlıyordu. “Vah memleketim vah” diye başını duvarlara vuruyordu. Bir ara göz göze geldik. Şöyle demiştim: “Evet hocam, size de bize de çok iş düşüyor…”
Mamak’tan çıktıktan 13 yıl kadar sonra bir gazetede ölüm ilanını gördüm. O gün, babam ölmüş gibi üzüldüğümü dün gibi hatırlıyorum.
Ve 28 Şubat…
“Anarşist” çoktan tedavülden kalkmış. Bu kez terörist olmuştuk, İslamcı terörist…
Şunu yazdın mahkeme, bunu dedin mahkeme… Sayısı otuzu geçti…
Kayseri adliyesinde tanımadığım savcı, hakim hatta mübaşir kalmadı.
Mahkemelere hep kendim girdim çıktım. Neredeyse stajyer avukat kadar adliye tecrübem oldu. Bir yere kaçmayı, yurt dışına çıkmayı aklımın ucundan bile geçirmedim.
Yaptığım savunmalar ciltler dolusu arşivlerde.
Sonunda hepsinden yüzümün akıyla çıktım.
12 Eylül’de beraat ettim. 28 Şubat’ta iki kez cezaevine girip çıkmama rağmen bir iki küçük dava hariç hepsinden beraat ettim. Onlar da affa uğradı.
Bütün bunlara rağmen, İstiklal Marşına, M. Akif’e veya Cumhuriyete hiç küsmedim. Bunları mızraklarının ucuna takarak hayatımı delik deşik edenleri ise mazur göremem. Aksi halde adalete olan inancımı kaybederim. “Atatürk” sözcüğünü duyduğumda ise hala o “fikri ferda bilmez akşamlar” aklıma geliyor ve gayri ihtiyari irkiliyorum. “Mustafa Kemal Paşa” diyerek onu “Atatürk”ten ayırmaya ve bir insan olarak görmeye çalışmam bundan. Çünkü artık “Atatürk”, Roma’daki Jupiter, Yunan’daki Zeus gibi kimilerinin elinde bir “devlet tanrısı” haline getirildi…
***
Bunları niçin yazıyorum?
Şunun için:
Yakın tarihimizin modern ve post-modern iki darbesini iliklerine kadar yaşamış birisi olarak başıma gelenlerle ilgili “Ben cezaevindeyken”, “Zindan hatıraları”, “işkence altında bilmem kaç gün” veya “Savunmalarım” vs. türünden ne bir kitap, ne bir roman hiçbir şey yazmadım.
Yazsam düzineyi bulur. Hayli de getirisi olurdu. Çünkü bunlar malum reytingi yüksek konular.
Ama ben başka bir yol izledim.
“İslam düşüncesi tarihi”, “devlet felsefesi” ve “Kur’an tefsiri” üzerine kitaplar yazdım. Son 8 yılda ortaya koyduğum telifât neredeyse on bin sayfayı buluyor.
Çünkü…
Başınızdan geçeni değil; zihninizin ürettiğini yazmanız gerek. Şu olmuş bu olmuş bunları anlatmanın zihniyet dönüşümüne hiçbir yararı yok.
Gördüm ki “darbeci zihniyetin” panzehiri zihniyet devrimidir. Önce “düşünceyi temizleyerek” işe başlamak lazımdır.
Darbeci kafanın hem dini hem Kemalist zihinlerde kökleri var. Aslında bunlar birbirini besliyor ve aynı kökten geliyor.
***
Düşünün…
Saray darbeleri ile dolu bir tarihin çocuklarıyız… Saray masalları ile büyütülüyoruz. Sünnet edilirken bile padişah elbisesi giydiriliyoruz. “Benim oğlum paşa paşa!” diye şımartılıyoruz. “Sultanım” sözcüğünü Türkçe’den atın, bakalım yerine ne koyacaksınız. Hepimizin ruhuna işlemiş…
Düşünün…
İslam’ın ikinci, üçüncü ve dördüncü halifesi “darbe” ile öldürüldü.
Muhalefet barışçı yollardan sisteme katılma yolları bulamadı. Kılıç dışında bir imkan bırakılmadı. Her gelen Hz. Osman’ın dediğini dedi: “Bana bu hırkayı Allah giydirdi, üç buçuk muhalif istiyor diye çıkarmam!”
Emevi, Abbasi, Osmanlı tarihi saray darbeleri dolu.
Hatta tarihimizde darbeci ulema bile var. Okuyun:
“Bir dönemde imam yoksa, imamet şartlarını taşımayan biri çıkıp gücüyle ve askerleriyle biatsız ve atamasız insanlara boyun eğdirirse, Müslümanların dirlik ve düzeni için biatı gerçekleşmiş ve itaat edilmesi gerekli olmuş demektir. Fasık oluşu daha sahih görüşe göre itiraz gerekçesi olarak öne sürülemez. Kim gücü ve askerleriyle yönetimi ele geçirirse, önceki (devrik iktidar) görevden alınmış demektir. Zorla yönetimi eline geçiren, Müslümanların maslahatı ve birliği gibi belirttiğimiz sebeplerle artık meşru imamdır…” (İbn Cema’a; Tahriru’l-Ahkam fi Tedbiru’l-İslam, Cabiri; İslam’da Siyasi Akıl).
Bu fetva 1333 yılında Moğol ve Haçlı saldırılarının ve küçük devletçiklerin birbirlerine olan saldırılarının sürüp gittiği yıkılış çağında Mısır Memluk Devleti’nin dokuz hükümdarının idaresini yakından gören muhaddis, müderris, fakih ve kadı Bedruddin İbni Cema’a tarafından Memluk saray darbesi için verilmiş bir fetvadır.
İbn Cema’a’nın yaşadığı çağdaki yürürlükteki durum Maverdi ve Gazzali’nin dönemine nazaran hayli değişmişti. Maverdi, fiili iktidarı elinde tutan sultanın halifeyi tanıdıktan sonra meşru olacağını söylemişti. Gazzali biraz daha ileri giderek iktidardaki sultanın halifeyi bile atayabileceğini söylemekteydi. İbni Cema’a ise zorla gasbı meşru görür hale gelmiştir. Bütün bunlar bugün de hala sihirli sözcükler olan “istikrar, dirlik ve düzen” adına yapılmaktadır. Maverdi ve Gazzali’nin Abbasi iktidarı lehine hüküm vermesi gibi İbn Cema’a da Memluk iktidarı lehine hüküm veriyor. Memluk yürürlükteki durumunu meşrulaştırmaya çalışıyor.
Diğerleri gibi İbn Cema’a da adalet, meşveret, ehliyet ve maslahat gibi İslam’ın siyasal değerlerini çok iyi biliyordu. Bütün bunları yürürlükteki durum, istikrar, dirlik ve düzen adına, yazdığı kitapların tozlu sayfalarında bırakmakta, artık onlara sadece vaaz verirken başvurmakta, yaşayan gerçeklikte ise yürürlükteki duruma adepte olmaktadır. Artık adalet sultanın verdiği, meşveret sultana danışmanlık, ehliyet sultanın iyi gördüğü, maslahat da istikrar, dirlik ve düzen adına sultana itaattir.
İşte her defasında sonsuz kere kendini tekrar eden Sünni saltanat ideolojisi…
***
Emevi’den Abbasi’ye, Abbasi’den, Selçuklu’ya, Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden siyasal/kültürel tarihi miras işte budur.
“Nasıl olur, Padişahlık kalkmadı mı?” diyeceksiniz.
Padişahlığın adı kalktı.
Tam kalkması için, İbn Haldun’un tabiriyle “Tek bir ferdin iradesinin bütün her şeye egemen kılınması (infirad)” yönetiminden vazgeçilmesi yani “gayr-ı şahsi egemenliğe” geçilmesi lazım. (bkz. Söz ve Adalet Dergisi, “Egemenlik” sayısı, sayı: 5)
Bugün artık sorun önceki çağlarda saltanatçı ve darbeci siyasal kültürün neden üretildiği değil; neden hala devam ettirildiğidir.
Bu nedenle dini çevrelerdeki “cemaat” mantığı da, tüm siyasilerdeki “parti” mantığı da, Kemalist elitteki “devlet” mantığı da aynı iklimden besleniyor. Yok birbirimizden farkımız, hepimiz Osmanlı bankasıyız!
Bunların birbirinin yerine geçmesi bu nedenle dönüşüm filan değildir. Daha çok fırın ekmek yememiz lazım, çok!
Yepyeni bir zihniyet lazım.
Ve bu Avrupa’dan ithal edilecek de değildir. Bilakis, bu, kendinden zuhur diyalektiği ile bu toprakların tarihsel kültürel mirası (et-turâs) ile içeriden hesaplaşmaya girişilerek, siyasi kültür ve zihniyette köklü bir dönüşüm yaşanarak başarılabilir. Zaten Avrupa’nın kendi toprağında yaptığı da bu değil miydi?
Bu konuda AB’ye neredeyse tapan liberal taifeyi de yanlış yolda görmekteyim. Avrupa’dan alınacak tek şey “eleştirel akılcılık”tır. Yani ontoloji değil; metodolojidir. Bunun dışında bizim ontolojimiz; dil, din, tarih, kültür ve coğrafya evrenimiz bize yeter. Başka bir şeye ihtiyacımız yok, biz buradan yeniden doğarız…
Şu an asıl soru şu: Bugün darbeye karşı çıkanın yarın darbecinin dik alası olmayacağı ne malum?
Çünkü kültür aynı kültür, zihniyet aynı zihniyet, kafa aynı kafa…
Şekil değişiyor, şapka değişiyor, takvim değişiyor, mahalle değişiyor, sınıf değişiyor, iş değişiyor, eş değişiyor, türban değişiyor, tayyör değişiyor, hatta din değişiyor, mezhep değişiyor, ideoloji değişiyor ama “kafa” değişmiyor. Zihniyet aynı zihniyet!
Can çıkıyor ama huy çıkmıyor!
***
Bizden sonrakiler de hep böyle mi olacak? Bu ülkenin çocukları doğacak büyüyecek hep darbe mi görecek?
Padişahlık, sultanlık, tek adamlık, ulu hakanlık, ebedi şeflik, kutsal imamlık kültüründen “gayr-i şahsi egemenliğe” geçişi ne zaman öğreneceğiz de başaracağız?
“Şah” gidiyor “imam” geliyor, “şef” gidiyor “başkan” geliyor.
Ufukta bir ışık görüyor musunuz?
Bunu başarmadıkça saltanatçılıktan ve darbecilikten başımızı alamayız. Din veya laiklik adına hiç fark etmez.
Bu topraklardan, bu iklimden, bu coğrafyadan zihniyet devrimi gerçekleşmedikçe başka bir şey çıkmaz. Birbirini yine yeniden sonsuz kere tekrar eder durur.
Bunu başarmanın yolu zihniyet devrimidir!
Cumhuriyet bu zihniyet devrimini başaramadı. Karşı olduğu şeye dönüştü, onu yine yeniden üretti.
Bu coğrafyaya içeriden yeni bir soluk lazım. Karşı olduğu şeye dönüşmeyecek, karşı olduğu şeyi tersinden tekrar etmeyecek yani havanda su döğmeyecek dirican bir soluk!
***
Geçenlerde “Baba Taksimde yürüyüşteyiz, burası çok şenlikli” diye telefonda ıslık, çığlık ve slogan sesleri arasında sesini duyduğum kızım ve oğlumu düşününce aklımdan bunlar geçti…
“Darbeye karşı 70 milyon adım” yürüyüşüne gitmişlerdi. Geriye yaslanınca dalmışım. Bu yazıyı o dalmadan sonra yazdım.
“Vay be” dedim; doğdum büyüdüm darbe…
konyalı<br />bitmez bu darbeler asıl darbeyi kişi kendisine yapmalı kur an ile kendine darbe yapıp uydurma sözlerden geçmişte yaşamış atalarımızdan bizi uzak tutacak darbeler yapmalıyız. kendimize yapmadığımız iyiliği başkasına nasıl yapabiliriz.bir teknik diröktörün dediği gibi önümüze bakmalıyız.geçmişi bırakmalı yaşadığımız buğün bize ne yapmalıyız.onu konuşmalı tartışmalıyız.şu geçmişteki
İktidara gelmeden önce herkesin meydanlardan bağırarak haykırdıkları bunlar, ancak her ne hikmetse iktidar olunca gideni aratır oluyorlar. Harun gibi gelip Karun gibi gidenler. Bu arada kendinden zühur diyalektiği bir Büyük Doğu söylemdir ve güzeldir de…