Kanaatimce bu soruya “Evet, var” diyenler ” İslam devleti” sloganıyla, “Hayır yok” diyenler de “laiklik” sloganıyla tıkanmış durumdadır. Bu gerilimin dışına çıkarak, olaya yeni bir perspektiften bakmak gerekmektedir.
Bu makalede bu doğrultudaki görüşlerimi açıklamaya çalışacağım.
***
Hasan el-Benna, Mısır’ın bir köyünde altı esnaf ve işçi arkadaşıyla birlikte “İhvan-ı Müslimin” adlı teşkilatı kurduğunda tarihler 1928’i gösteriyordu.
Teşkilatın kuruluş bildirgesinde, Osmanlı’nın yıkılışı kastedilerek “Ümmetin başsız kaldığı” ve “Acilen bir baş etrafında birleşilerek, ümmetin siyasal gücünün yeniden tesis edilmesi gerektiği” anafikri savunulmaktaydı.
Bu durum İslamcılık düşüncesi açısından, 19. yüzyılın dini-siyasi argümanı olan “Devleti (Osmanlı) kurtarmak” kaygısının, 20. yüzyıl dini-siyasi argümanı olan bir “İslam devleti kurmak” ülküsüne evrilmesiydi.
Kalkış noktası bu olan Hasan el-Benna ve kurduğu İhvan-ı Muslimin teşkilatı kısa sürede yüzyılın “Siyasal İslam” diye bilinen fikriyatının ana mecraı ve menbaı haline geldi. Sonraki hareketlerin birçoğu bu ana damardan doğdu.
Arap ve İslam dünyasının bütün (Sünni kökenli) “Siyasal İslamcı” hareketleri bu menbadan beslendi. Onlarca kitap, yüzlerce bildiri hep bu ideali anlattı. Açılan derneklerde, kurulan ocaklarda “İslam devleti” fikri bir siyasal ülkü haline geldi.
Ali Şeriati’nin, İran için “İslam’ın düşünce gücünün tecelli merkezi“, Osmanlı için de “İslam’ın siyasi ve askeri gücünün tecelli merkezi” tabirlerini kullandığını hatırlarsak, bunun ne manaya geldiği anlaşılabilir.
***
Bu fikriyat çıkış noktası itibariyle “acilci” idi. Bir an evvel kaybedilmiş gücü geri istiyordu. Başsız olmaya, devletsiz yaşamaya tahammülü yoktu. “İslam devleti” ülküsü bir slogan olarak gönülleri ateşliyordu. Üzerinde fazlaca düşünülmemişti. Sağlam bir teorisi ve felsefesi yoktu.
Mevcut devletlerin hiç birisini de kendinden görmüyordu.
Öyle ki Türkiye’de İslamcılığın fikir babası sayılan Mehmed Akif Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları arasında yer almasına ve İstiklal Marşını onun yazmış olmasına rağmen, Akif ile aynı kulvarda sayılan sonraki İslamcı kuşaklar, paradoksal bir şekilde resmi ideolojiyi protesto etmek adına 80’lerdeki Konya mitinginde İstiklal Marşı okunurken oturma eylemi yaptı. Türkiye’de İslamcılık kendi ideolojik köklerine bu kadar yabancılaşmış, kendi bindiği dalı kendi keser hale gelen “trajik” bir hal almıştı.
Hatta öyle ki, bu trajedi fikri önderinin (M. Akif) kurucuları arasında olduğu devlete, yani aslında kuruluşunda kendi ruhu ve bilinci yatan devlete “TeCe” der hale bile geldi.
Hiç şüphesiz bunun böyle olmasında, yıkılmış bir uygarlık, imparatorluk ve devletin varisi olarak 1920’lerde kurulan “Türkiye Devleti”nin köklerinde yatan ruhun ve dünyaya ilan edilen manifestosunun yani İstiklal Marşı’nın her iki tarafça da anlaşılamaması yatmaktadır.
Öyle ki, örneğin 1980 darbesindeki Mamak günlerinde genç bir İslamcı olarak bize günde üç öğün, zorla, jop marifetiyle İstiklal Marşı ezberletildi. İstiklal Marşı yüzünden defalarca dayak yedim. Ama Akif’e ve İstiklal Marşı’na hiç küsmedim. Buna cevap olarak yıllar sonra (2004’de) gençler için “Mehmed Akif” üzerine bir kitap yazdım. Akif’i, İstiklal Marşı’nı ve Türkiye Devleti’nin kuruluş yıllarını anlattım. Bunu en çok da iki kesimin; İslamcıların ve kemalistlerin okumasını istedim.
***
Yüzyılın sonlarına doğru “İslam devleti” ülküsünün peşinden gidenler arasında iki eğilim öne çıkmaya başladı. Birinci eğilim “Geçti gitti üç beş günlük fasıldı” mısraları okuyup “Aslında İslam’ın devlet diye bir talebi yok, boşuna uğraşmışız” diyerek liberal afsunların etkisine girerken, ikinci eğilim “Dağ başını duman almış” marşları söyleyerek daha da sertleşmeye başladı ve çareyi Taliban’ın ve Usame bin Ladin’in yanında arar oldu.
Birinciler liberal afsunlarla sarhoş olmuş vaziyette “bireyin önemini, başarının motive etici gücünü, AB’nin faziletlerini, küreselleşmenin imkanlarını” keşifle uğraşırken, ikinciler bir an önce Usame bin Ladin’in veya Zevahiri’nin yanına gidip intihar eyleminden önce dolduracağı “şehadet” saldırısının video kaseti hayali ile yaşar hale geldi.
Her iki halde de İslamcılık asli misyonundan sapmış veya saptırılmıştır. Bir yandan buhar olup uçmuş, diğer yandan taş olup iyice sertleşmiştir. Su gibi akması gereken mecrada akmamış, “bir kökün inkışaf seyrini” izleyememiştir.
“Bir kökün inkışaf seyrini takip etmek” 1922’lerde Elmalılı Hamdi Yazır’ın belki de bu durumlara düşüleceğini öngörerek kullandığı bir tabirdir.
Nedir kök?
Yaşadığı ülkenin, özgürlük ve bağımsızlık marşını yazabilecek derinlikte “vicdanı” haline gelebilmek…
Yaşadığı ülkenin, dili, dini, tarihi, halkı, sokağı, taşı, toprağı ile bütünleşerek İslam’ı meydan okuyucu bir dinamizmle sürdürmek…
Yaşadığı ülke ile hem bütünleşmek, hem de onun eleştirel aklı olmak…
Tıpkı ilk doğuş yıllarında Arap yarımadasında, Yesrip’de, Kureyş, Evs ve Hazreç kabilelerinde, Uhut dağında, Bedir ovasında, Mekke deresinde ete kemiğe büründüğü gibi…
Önce yarımadanın, giderek de insanlığın vicdanı haline geldiği gibi…
***
Maturidi’nin dediği gibi din yağmur, şeriat toprak gibidir. Yağmur indiği toprağa göre şekil alır.
Bu kalkış noktasından (kökten) hareketle inkışaf seyri izlenir.
İnkışaf seyri bir dönem “İslam devleti” kavramını ülkü haline getirmiş olabilir. Ancak bu üzerinde iyice düşünülmemiş, acilci bir talepti. Ateşleyici bir slogandı. İyice düşünüldüğünde, teorisi ve felsefesi yapıldığında bunun olsa olsa “Adalet devleti” gibi bir kavrama tekabül edebileceği görülecektir.
Çünkü İslam’ın Mekke’den Medine’ye doğru inkışaf seyrini izlediğimizde, Allah, kardeşlik , özgürlük ve adalet iman ve idealleri doğrultusunda giderek yönetim örgütlenmesine (devlete) doğru bir gelişme kaydedildiğini görürüz. Medine’de kurulan devletin ilk anayasal metninde en çok geçen kelimenin “adalet” olması bunu gösterir. 18 kabilenin bir araya getirilmesiyle oluşturulan birliğin tutkalı adalet, harcı kardeşlik, motive edici gücü ise Allah’tır.
Buna yirminci yüzyıl boyunca ortaya çıkan kimi İslamcı hareketlerin anladığı anlamda “İslam devleti” demek mümkün değildir. Keza onların en önemli silahını elinden almak, söylemlerini boşa çıkarmak için geliştirilen “İslam’ın devlet talebi yok” söyleminin sahiplerini haklı çıkarır bir durum da söz konusu değildir. Her ikisi de Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu devleti anlayamamıştır.
Yakından bakılırsa Medine’de ortada apaçık bir yönetim örgütlenmesi vardır. Eğer yönetim örgütlenmesi olmasaydı, peygamber ölür ölmez “Beni Sakife’de” toplanmazlardı. Öte yandan peygamber yerine kimin geçeceğini tayin etmiş olsaydı, aralarında tartışma olmazdı. Eğer Medine’de bir yönetim örgütlenmesi (bugünkü tabirle devlet) talebi olmasaydı, içlerinde Yahudilerin de olduğu 18 kabileyi bir araya getiren anayasal bir metin ortaya çıkmazdı. Eğer bu anayasal metin bir “İslam devleti” öngörseydi, “İslam” kelimesi hiç kullanılmayıp, defalarca “adalet, ma’ruf (ortak iyi), sulh (barış), dif’a (savunma), dinihum ve dinehum (herkes dininde/yaşam biçiminde serbesttir) denilip durulmazdı.
Öte yandan İslam’ın ilk doğuş yılları boyunca, yani 10 yıl boyunca Medine’ye 62 kez saldırı oldu. Hz. Peygamber direnişlerin 27’sine bizzat kılıç kalkan kuşanarak katılmıştır. Onlarca diplomatik heyeti kabul etmiş, zamanın krallıklarına elçiler göndermiş, elçiler kabul etmiştir. Ortada askeri ve siyasi yönden “Ben varım” diyen bir yönetim iradesi vardır. Fakat bu bildiğimiz iktidarcı, hegomonik “ulus devlet” değil; bugünkü söylendiği şekliyle federal, çoğulcu bir demokratik cumhuriyettir. Medine’ye dışarıdan bakan bir siyasal tarih bilimcisi Mekke’de bir “devrim”, Medine’de de bir “devlet” olduğunu ayan beyan görür. Bunun tartışma götürür bir tarafı yoktur.
Fakat bu devrim ne için yapılmıştır? Ve bu devletin nihai amacı nedir? Temel hedefi, tarzı, teorisi, felsefesi, siyaseti nedir?
Öyle görünüyorki bu devrimin ve devletin amacı “adalete” dayalı bir dünya düzeni kurmaktı. Kendi ülkesinden başlayarak tüm dünyaya yaymak istediği temel amaç buydu. Bu amaç Kuran’da örneği onlarca olan şu tür ayetlerin ifadesi olmaktan başka bir şey değildi:
“Rabbinin kelimesi söz ve adalet olarak kemale ermiştir.” (En’am; 6/115)
Yani: Yeryüzünde Allah’ın sesi (kelime) daha önce peygamberler aracılığı ile insanlara ulaştırıldığı gibi, şimdi de şu öksüz Muhammed’in vicdanı ve saf yürek temizliği üzerinden kemale ermiş, yerine ulaşmıştır. Bu ses “söz ve adalet” diyen, sözün ve adaletin egemenliğini gerçekleştirmek üzere gelen, söze ve adalete dayalı bir uygarlık kurmak için gelen bir sestir. İnsanlığı “söz namustur” ve “adalet mülkün temelidir” şiarları etrafında toplanmaya çağıran bir sestir. İşte bu kelimeler insanlık idealleri bakımından varılacak son noktadır. İnsanlık ancak bu sözler tam anlamıyla gerçekleştiği an kemale ermiş olur. Onun için Rabbinin kelimeleri insanlığa yol gösterme bakımından burada son noktasına ulaşıp kemale erer, tamamlanır. Nihai insanlık ideali olarak “sözü ve adaleti” gösterir…
“Yarattıklarımız içinde, hak yolu gösteren ve kendini adalete adamış bir millet daima bulunur.” (A’raf; 7/181)
Yani: İnsanlık tarihi içinde “adalete dayalı bir dünya düzeni kurma” görevini misyon bellemiş bir millet/ümmet/topluluk daima bulunur. Bu misyon hiçbir zaman boşlukta kalmaz. Bunun için gerekirse devrim yapılır, devlet kurulur, milletler topluluğu oluşturulur. Dünya zalimlere bırakılmayacak kadar önemli bir yerdir.
“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa; 94/58).
Yani: “Adaletle hükmetmek” dışında hukümet (devlet) olmanın bir manası yoktur. Hukümet olmanın yegane gerekçesi budur.
Görüldüğü gibi Kuran sanıldığından çok öte “siyasal içeriğe” ve “sosyal mesajlara” sahip bir kitaptır. Kuran, bir tapınak dini değil, gerçek hayat dini öngörmektedir. Mesela herkesin ölülerin arkasından okuyup üflediği halk arasında “gul huvellahu ehad” diye bilinin kısacık bir sure var. Belkide Kuran’ın en siyasi içerikli suresi budur.
“İlan et: Allah birdir (ehad). Bölünmez bir bütündür (samed). Doğmaz ve doğurulmaz. Hiçbir şey O’na denk olamaz!” (İhlas; 112/1-4)
Yani: Bir takım Tanrı-devletlerin iddia ettiği gibi Allah’ın yeryüzündeki oğlu, hanedanı (temsilcisi, gölgesi) vs. diye bir şey yoktur. Tanrılık Allah’tan bir takım krallara , imparatorlara, hanedanlara geçmiş değildir. Kendisinden bir parçayı onlara vermemiştir. Tanrılık bölünmez bir bütün halinde sadece O’na mahsustur. Hiçbir şey O’na denk olamaz, O’ndan bir parça taşıdığını, uluhiyeti O’nunla bölüştüğünü, devletinin, krallığının O’nun devleti ve krallığı olduğunu iddia edemez. Ediyorsa yalancıdır, sahtekardır…Allah, aranızdan sizin gibi bir insan olan peygamberler seçer ve onlar da “adalet” ile hükmederler. Tanrılık peygamberlere de geçmiş değildir. Adalet ile hükmetmiyorsa onlar da meşruiyetini kaybederler. Allah, kimseye soyu, sopu veya kaşı, gözü için destek vermiş değildir. Kimseyi oğul, kız, hanedan, seçilmiş soy vs. edinmiş değildir…
***
Şu halde İslam’ın ilk doğuş yıllarından ilham alma iddiasındaki bir hareket bu temel amaçtan kopamaz. Yani yönetim örgütlenmesi iddiasından vazgeçemez. Fakat bu “İslam devleti” adı altında Katoliklik benzeri bir “din devleti” şeklinde de olamaz. Devletin yöneticileri din adamları olacak diye bir şey yoktur. Sırf din adamı olduğu, peygamberin soyundan geldiği, Tanrı’nın onu seçtiği vs. iddiaları ile yönetimde hak sahibi olduğunu iddia edemez. Tam tersi, eğer varsa yönetimi Tanrı’nın oğlu, temsilcisi, peygamberin soyu vs. diyerek elinde tutan din adamları yönetimini (teokrasi) yıkmakla yükümlüdür. Yönetim örgütlenmesi felsefesini “adalet” dışında hiçbir gerekçeye dayandıramaz. Birileri dayandırıyorsa onlarla mücadele eder. “Siyasal İslam” esasında teokrasi getirmenin değil onu yıkmanın adıdır, onun için “siyasal”dır.
Fakat şu an iş tam tersi bir durumda gösteriliyor. Güya “Siyasal İslam’a” karşı çıkanlar, bir din adamları yönetiminin geleceğinden endişeyle buna karşı çıkıyorlar. İddianın sahipleri de, karşı çıkanları da neyin ne olduğundan haberi yok. Bu nedenle bu manasız gerilimin dışına çıkmak, yeni bir bakış açısı ve dil ile konuşmak kaçınılmaz hale gelmiştir.
“İslam’ın devlet talebi yok” cümlesi, son zamanlarda özellikle İslam dünyasında kurulu kimi yönetimlerin İslamcı muhaliflerini silahsız bırakmak ve söylemlerini boşa çıkarmak için dört elle sarıldıkları bir argüman haline gelmiştir.
Öte yandan “İslam devleti” sloganının ise içi boştur. Dindar zihinlere güya “siyasi şuur” aşılamak dışında bir işlev görmemektedir. Üzerince iyice düşünülmüş, kendi özgün kaynaklarından neş’et eden, sağlam ve derinlikli bir siyasal teori ve felsefeden yoksundur. İktidarcı, hegomonik, tek tipçi modern ulus devletlere İslam kılıfı geçirmekten başka bir şey değildir. Atılan bir slogan olmaktan öte bir işe yaramamaktadır. Bu sloganla iktidara gelenler ülkelerine koskoca bir hüsran ve hayal kırıklığından başka bir şey getirmemişlerdir.
Bunun örneklerini Afganistan ve İran’da gördük. İran’da 1979’da elçilik basan öğrenciler, devrimden yirmi yıl sonra, 1999’da Tahran Üniversitesi önünde “Ya adalet devleti ya da yeniden devrim” diye gösteri yaptılar. Bu çığlığı şimdilik dış düşman (Amerika ve İsrail) tehditi ile bertaraf edebilirsiniz. Fakat dip akıntıyı durduramazsınız. Allah, özgürlük ve adalet ülküsü, kendisine “İslam cumhuriyeti” diyen bir devlette de durmaz, akar. Patlayacağı yeni 1979’lar arar.
***
Evrensel bir din olarak İslam’ın, insanlığın hayatında merkezi bir yer işgal eden yönetim örgütlenmesi yani “devlet, iktidar ve otorite” hakkında hiçbir şey söylememiş olması düşünülemez. Böylesi bir din evrensel olamaz, dahası bir dinden bekleneni yerine getirmemiş olur. Böyle bir din bu dünyada ne işe yarar onu da herkes düşünsün…
Peki nedir söylediği?
Evrensel olduğu için, söyledikleri, herkese her yerde lazım olacak evrensel değerlerin ısrarla vurgulanması ve esas alınması çağrısından ibarettir.
Bunların da özü beş temel kavrama dayanmaktadır; adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat…
Bunların hepsi Kuran’da geçen kavramlardır.
Yani “Yönetim örgütlenmesi (devlet) ne için vardır? Manası nedir? Kim yönetmelidir? Nasıl yönetilmelidir? Ve “Neye karışıp neye karışmamalıdır?” gibi siyasi tarihin beş kadim sorusuna verilmiş beş esaslı cevap…
Bunları ete kemiğe büründürmek ise dönemin şartlarına göre, o dönemi yaşayanlara bırakılmıştır.
İnsanların sorunları üzerine titreyen kitaptan (kitabun gayyime), insanların sorunları üzerine titreyen dinden (dinu’l-gayyime), insanların sorunları üzerine titreyen dipdiri yaşam kaynağından (hayyu’l-qayyum) beklenen bu değilse nedir? Evrensel din bu değilse hangisidir?
Demek ki İslam’ın insan hayatını yakından ilgilendiren bir çok konuda olduğu gibi yönetim örgütlenmesi (devlet, otorite, iktidar) konusunda da talepleri vardır. Çünkü din, insanoğluna hayatta lazım olacak değerler üretir. Bu değerlerin ışığında yürünmesini ister. Yoksa din göndermenin manası yoktur. Şu halde “Din bir vicdan işidir” sözünün doğrusu şudur: “Din vicdanla başlayan bir iş“tir. Kökü vicdanda, gövdesi yaşayan hayatta, meyvesi dünya ve ahirettedir.
İslam’ın devletten talebinin, mensuplarının, özelikle de din adamlarının veya dinle uğraşanların sorgusuz sualsiz, sırf dindar veya din adamı olmaları gerekçesiyle iktidara taşınması süreci olmadığını anlıyoruz. Zaten İslam’da böylesi bir sınıf da yoktur.
Keza bu talep Kuran’da her ne geçiyorsa körükörüne aynen uygulamak da değildir. Bin sene önce üretilmiş fıkıh ve şeriat kitaplarını devlet hukuku haline getirmek de değildir. Çünkü hukuk dinamik bir süreçtir, geçmişten veya batıdan tercüme edilerek uygulanamaz. Kendi çağında, kendi ikliminden, kendi ihtiyaçlarına göre boyuna yeniden üretilir. Şu halde herkes için geçerli adalet, meşveret, ehliyet ve liyakat kuralları din adamı veya dindar olduğunu iddia edenler için de geçerlidir. Onlar da bu dinamik sürece eşit şekilde katılırlar. Dışlanamayacakları gibi, sırf “din adamı” olduğu gerekçesiyle her şey bütünüyle onlara da teslim edilemez.
Demek ki İslam’ın devletten talebi, yukarıda sıralanan “beş temel değerin” esas alınması ve bunların içinin sürekli içtihat ile doldurulmasıdır. Yani adam gibi bir “ADALET DEVLETİ” haline gelinmesidir.
Aslında evrensel değerleri öngören bu çağrı, sırf dini bir kaynaktan geliyor, Kuran’dan çıkarılıyor, Kuran’a uyulunca da laiklik elden gitmiş oluyor diye dışlanamaz. Dışlanması gereken Kuran’ın evrensel değerleri olamaz. Laiklik dahil hiçbir gerekçe dünya ve ahirette kurtuluşun yolunu gösteren bu kadim ve evrensel değerleri dışlamanın ve yok saymanın vesilesi haline gelemez. Burada bir sınıfın veya hanedanın değil “değerlerin” esas alınmasından bahsettiğimiz unutulmamalıdır.
Velhasıl Kuran evrensel olana çağırıyor.
Akla, vicdana, adalete, doğruluğa, dürüstlüğe, haram yememeye, yetim hakkına el uzatmamaya, yolsuzluk yapmamaya, rüşvet yememeğe çağırıyor. Yönetimde insanların rızasının alınmasını, yaşam biçimlerine dokunulmamasını istiyor. Zülme, baskıya, zorbalığa, tekçiliğe, bir kişi veya gurubun hegomonyasına karşı çıkıyor. Medine Sözleşmesi örneğindeki gibi yerinden yönetim ve çoğulcu demokratik cumhuriyet öngörüyor. Nihai noktada öngördüğü ise cennet idealinde ortaya çıkan devletsiz, ulussuz, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya yani evrensel adalet ve barış yurdu (darusselam) dır.
Bunlara en çok sokaktaki adamdan ziyade üzerine sorumluluk almış, ülke hazinelerinin başına geçmiş, halkın vergilerini yönetmeye memur edilmiş olanların yani “devletin” ihtiyacı var değil midir?
Öyleyse bu akıl tutulması neden?