Latin Amerika’da “kurtuluş ilahiyatı” veya “özgürlük teolojisi” olarak ifade edilen akım öteden beri hep ilgimi çekmiştir. Mümkün mertebe elime geçen özgürlük teolojisi metinlerini büyük bir dikkatle okurum.
Birikim Dergisi’nin son sayısında da ele alındığı gibi “Tanrı’ya alttakilerin gözüyle bakmak”, günümüz İslam dünyasında, hele de Türkiye’de şiddetle ihtiyaç duyulan bir yaklaşım…
Prof. Dr. İlhami Güler’in son kitabı “Direniş Teolojisi”nde geçen bir makale başlığındaki gibi “İşgal ve tahakküm durumunda İslam, kurtuluş/direniş teolojisine dönüşür”…
Ankara İlahiyat’tan değerli dostum İlhami Güler, “Direniş Teolojisi” adını verdiği yeni kitabında usta işi bir felsefi derinlikle İslam dünyasının “kurtuluş ilahiyatını” inşa ediyor.
“Sokağın sesini” veya “Tanrı’ya alttakilerin gözüyle bakmayı” akedemyanın içinden dillendiriyor. Bunlar Türkiye İlahiyat Fakülteleri’nde pek göremediğimiz bir tarz…
***
Daha kitabın ilk sayfasında başka bir ilahiyat atmosferine girdiğinizi hemen fark ediyorsunuz. Bakın kitabını kime ithaf etmiş: “Kendini ‘tarihin sonu’ olarak insanlığa dayatan zalimliğe/israfa (kapitalizm) ve dünyamızı esir almaya çalışan tağuta (ABD) dünyanın her yerinde direnen herkese…”
İlhami Güler “Direniş Teolojisine” bu ithafla başlıyor.
“Küreselleşen dünyada…”, “Dünyanın gerçekleri…”, “Maceracı olmamak lazım…”, “Reel-Politik…” laflarına iyice alıştırıldığımız bir zamanda, böylesi bir ithaf gerçekten de sokağın sesinin akademiye sokulmasıdır.
“Akedemi” ile öğrencilik yıllarımızdan bu yana aram pek iyi olmadı.Yenilikçi düşüncelerin akedemiden çıkmayacağına, bilakis acının, ızdırabın yaşandığı yerlerden; sokaktan geleceğine inanırım. Akedemi bunu alır, çerçevesini belirler ve “belletir”. Neyse, bu ayrı bir konu…
***
Kitap “Küresel direniş” ve “Yerel direniş” olarak iki kısma ayrılmış.
Güler, bir direniş teolojisine duyulan ihtiyacı: “Bugün ihtiyacımız olan şey, egemen iktidarlara yamanmış olan dogmatik teolojilerin (tuzu kuruların) ve dinsel kurumların ve söylemlerin arasındaki “diyalog” değil; ezilen halklar arası ‘dayanışma’ ve ‘direniş’ tir. Sadece texte (metne) dayanan dogmatik teolojiler değil; kontekse dayanan dayanışma ve direniş teolojileri üretmeliyiz.” şeklinde gerekçelendiriyor. (s.11).
Bunun için “Küresel kapitalizme ve sömürüye karşı mazlum halkların ve mağdurların küresel dinler hatta dürüst dinsizler ile dayanışması” gerektiğini söylüyor. (s.12).
“Türkiye’ye gelecek olursak…” diye başlayan bir parağrafta, Türkiye’nin uzun bir süreden beri Amerika ve İsrail siyonizmi ile stratejik işbirliğine boğazına kadar gömüldüğünü, Arap rejimlerinin petrolü ABD şirketlerine peşkeş çekerek ayakta kalmaya çalışmasına benzer bir şekilde, Türkiye’nin de, topraklarını ABD ve İsrail’in askeri amaçlarına kiralayarak para kazandığını ifade ederek, bu yolla para kazanıp karın doyurmanın (politika yürütmenin) ahlakîliğini sorguluyor. (s. 13).
“Küresel mali krizin teolojisi” başlıklı makalede krizi “mutlak mülkiyet” anlayışına bağlı olarak “sınırsız üretim ve tüketim” i ilke edinmiş kapitalizmin bir ürünü olarak değerlendiriyor. Tarihte Mısır firavunlarının takip ettiği siyasetin ve Karun’un sahip olduğu ekonomi anlayışının bugün ABD ve AB kapitalizmi tarafından tekrar edildiğini, kendi coğrafyalarını cennete çevirmek adına dünyanın geri kalanını nasıl cehenneme çevirdiklerini, krizin temelinde “sahip olmak” güdüsünün bulunduğunu, bunun dünyada üç milyar insanı açlık sınırına getirdiğini, ekonomi-politik analiz yerine Kur’an’ın ilk Mekki surelerinde sıkça gördüğümüz tarzda psiko-metafizik analizle ele alıyor. (s. 15-18)
“Global ısınma, ekolojik dengenin bozulması ve iklim değişikliğinin teolojisi” başlıklı makalede kapitalist ihtirasın dünyanın doğal dengesini nasıl bozduğunu, bir taraftan Spengler, Berdayev, Schubart, Toynbee, Fromm ve Heidegger gibi Batı’nın üretmiş olduğu hayat tarzını kıyasıya eleştiren filozof ve düşünürlerden alıntılar yaparak, diğer taraftan bunları İbrahimî-monoteist din geleneği (Yahudilik, Hrıstıyanlık) ve onun son versiyonu İslam (Kur’an) diye ifade ettiği çizgi ile karşılaştırıyor.
İlhami Güler’in dünyadaki ana ruh, kişilik ve kültür prototiplerini karşılaştırmada kullandığı temel ayırımlar Alman tarih felsefecisi Walter Schubart’ın “Avrupa ve doğunun Ruhu” adlı eserindeki ketegorilere dayanıyor. Buna göre ana ruh, kişilik ve kültür protipi dörttür: uyumlu (Çin), kahraman (Yunan, Roma, Modern Batı), zahit (Hind), Mesihçi (Yahudulik, Hristiyanlık, İslam) medeniyetler…
Kitapta bu temel ayrımı her fırsatta gündeme getiriyor ve birbiriyle karşılaştırıyor. Örneğin sadedinde olduğumuz kapitalist anlayış bilgi kaynağa olarak beş duyu ve aklı, ölçü olarak da hazzı esas alan “kahraman” (Yunan, Roma, Modern Batı) ruh ve prototipin ürünüdür. Rönesans, Aydınlanma, Sanayi devrimi, Bilim çağı, Sekülerleşme, Modernite… Hepsini bu “duyumcu” üst-sistem üretmiştir. Bugün insanlık bu kültürün ürettiği yalana, Nietzsche’nin deyimi ile “sarışın yabanıllara” teslim olmuş durumdadır. (s. 26-29).
Güler’in analizlerinde ölü Kur’an’ın yaşayan Kur’an’a maharetle dönüştürüldüğünü görüyoruz. Kur’an ayetleri onun perspektifinde çağımıza geliyor, aramıza katılıyor ve adeta “Tanrı çağa müdahil oluyor.”
“Irak’ın işgali ve Tezkereciler hakkında Kur’an ne diyor?” başlıklı makale bu açıdan çarpıcı tespitlerle dolu.( s. 31-33). Zenci kökenli Obama ile köle kökenli Hz. Yusuf’un “rüya”larının karşılaştırıldığı makale de bu açıdan çok ilginç. (s. 41-46).
***
“İktisat itikattır: Çağdaş ekonominin metafizik kritiğine giriş” başlıklı makale kitabın ana metinlerinden birisi. Şahsen hayli önemseyerek ve altını çizerek okuduğum bu makale kendi çağının çocuğu olan bir ilahiyatçı gözüyle iktisada bakışı yansıtıyor. Doğrusu Türkiye’de ilahiyat camiasının bu tür konulara eğilmesini heyecan verici bulmaktayım. Makalenin başlıkları şöyle: “Liberal-Kapitalizmin metafiziği veya ekonomi bilimi”, “Siyasetin ekonomi tarafından emilmesi”, “İslamî perspektiften iktisat”, “İktisat kavramının etimolojisi”, “Mal ve mülkiyet”, “İhtiyaç kavramının metafizik sınırı”, “Zenginlik, yoksulluk ve denenme”, “İktisat, itikattır”…
Makale esaslı bir İslam iktisat manifestosu olma özelliğine sahip. Ancak makalede iki yere takıldım: Birincisi İslam’da özel mülkiyetin meşru yollardan (üretim, emek, ticaret, veraset, hibe) elde edildiği takdirde meşru olduğu anlatılırken aktarılan Hz. Süleyman’a ait “Bana (kaynağı olan) Rabbimi hatırlattığı için malı/serveti severim” (38/32) ayetinde geçen “hayrı sevmek” ifadesinin “malı/serveti sevmek” şeklinde çevrilmesi dikkatimi çekti (s. 59)…
Bu tabir (hubbu’l-hayr) ilk surelerde (100/8) insanların (bağlamda müşriklerin) olumsuz özelliği olarak kullanılır. Velid bin Muğire için de birkaç kez hayra/vermeye engel olan (mennâu’l-hayr) denir (68/12). Dolayısıyla salt mal/servet sevgisini, kaynağı Allah’ı hatırlatsa bile peygambere nispet etmek zor görünüyor. Hz. Süleyman’ın sözü, peygamberimizin “Allah’ın size olan infakını hatırlayınız” rivayetinde ifade edilen mana ile şöyle çevirilse daha iyi olurdu: “Bana Rabbimi hatırlatan her güzelliği/vermeyi/infakı (hubbu’l-hayr) severim.” Demek ki ayette malı/serveti sevmekten değil; malı vermek/hayır yapmak sevgisinden bahsedilmekte…
İkincisi de Karun’un zenginliğinden dolayı değil; malın mülkün kayağının Allah olduğunu kabul etmeyip mutlak mülkiyet iddiasında olduğu için ve paylaşmadığından dolayı eleştirildiği tesbiti (s. 62)…
Buradan, Karun kadar zengin olabilirsiniz fakat “Mal Allah’ın, bu bende emanet” (Dükkan senin, paranın lafı mı olur!) dedikten ve az da olsa (kırkta bir) verdikten sonra sorun yok sonucu çıkıyor ki nahivde inne ve kardeşleri gibi “infâk ve ehevâtuhâ” dediğim Kur’an’ın vermekle ilgili kavramlarının muhtevasına uymuyor.
Kur’an’da zenginlik ve vermekle ile ilgili kavramlar (zekâ, afv, ribâ, kenz, mele’) hep fazlalık, doluluk, birikme, tepe vb. anlamlarında kullanılıyor. Örneğin ihtiyaç ‘fazla’sının (afv) verilmesi/temizlenilmesi (zekâ) gerekir. ‘Fazla’ olanın da (rebve/ribâ) alınmaması gerekir. Kavmin ‘dolu’ hale gelmiş ileri gelenleri (mele’), onun için ‘taşar’lar (tağâ/tuğyan)…
Kanımca Kur’an zenginin elindeki “fazlalıktan” rahatsız! Karun’un eleştirilmesinin sebebinin de esasen bu olduğu görüşündeyim. Yani servetinin kaynağının Allah olduğunu söylese ve verse bile eğer üzerinde hala ihtiyaç fazlası (kenz) varsa eleştirilmekten kurtulamayacaktı. Ya ortaklaşacı bir düzen içinde iş ve istihdam yaratmada (dolaylı infak) kullanacak, ya da doğrudan infak edecek! Kur’an’ın bunun dışında elde mal tutmayı ateş olarak gördüğü çok açık…
***
Güler, kitabında Mısırlı direniş teolojisi inşacılarından Prof. Hasan Hanefi’nin bir makalesini de çevirerek koymuş. Makale manifestocu bir nitelikte ve “Direniş teolojisinin” temellerini atıyor. Teolojik, hukuksal ve ruhsal üç düzeyde yeniden inşanın nasıl mümkün olabileceğini gösteriyor.
Buna göre teolojik düzeyde aşkın Tanrı’dan içkin Tanrı’ya, kaderden özgür iradeye, ontolojik kötülükten epistemolojiye, otoriteden akla, ilahî müdahaleden insanın bağımsızlığına, eskatolojiden umuda, logostan praxise, mesih beklemekten kitlesel devrime … Hukuksal düzeyde formel hukuktan anlamlı hukuka, tümdengelimden tümevarıma, metinden realiteye, yazıdan manaya… Ruhsal düzeyde ise pasif değerlerden aktif değerlere, dahili olandan harici olana, mistik tarikatlardan özgürlük hareketlerine, Theos’tan Pantheos’a geçilmelidir…
Bu başlıklar altında Hasan Hanefi’nin derin makalesi İlhami Güler’in enfes çevirisi ile tam bir direniş felsefesi metni. Makaleden küçük bir bölüm: “Yabancı işgali altında dindarlık devrimci bir saflığa, görme gücü (basiret) devrimci bir idrake, ihlas ve samimiyet devrimci fedakarlığa dönüşür. Mistisizm, nesnesiz özne olarak muhtevası olmayan bir devrimciliktir. Fakat devrimcilik, özneyle nesne arasındaki birliğe dayanan ve muhtevası olan bir devrimciliktir… İşgal altında tarikatlar kurtuluş hareketlerine dönüşür, mistik halkalar devrimci guruplar olur…” (s.91-97).
***
“Yerel deriniş” adlı kitabın ikinci bölüm makaleleri ise Türkiye yazılarına ayrılmış. “Türk siyasetinde üç tarz-ı istismar: Milliyetçilik, Atatürkçülük ve Dincilik” başlıklı makale her üç kesimin de rantiyeci ve simsar takımını ustalıkla deşifre ediyor.
Sonraki yazılarda Türkiye’de askeri bürokrasi tasarruflarının eleştirilemeyişinin teolojik köklerinden, Hz. Muhammed’in (adalet) mi yoksa Hz. Mevlana’nın (aşk) esas alınması gerektiğine, sekülerizmden laikliğe, oradan Türk muhafazakârlığının Amerikan muhibliğinin kültürel-ahlaki genelojisine kadar ilginç bir o kadar da çarpıcı makaleler yer alıyor.
Güler’e göre devletin elindeki zenginliği “rantiyecilik” ile ele geçirmenin adı siyaset ve ekonomi olmuştur. “Allah hakkı” olan ibadetlerine (oruç, namaz, hac, kurban) bağlılığı yüksek oranlarda yerine getiren Anadolu insanının, dürüstlük, hakkaniyet, adalet gibi “kul hakkı” veya “kamu hakkı” söz konusu olduğunda oralı olmaması, bu topraklarda muhafazakârlığın genetiğidir. (s. 161). Beş vakit namazını aksatmayan ve aynı zamanda “hacı” olan ünlü muhafazakâr zenginimiz, fabrikalarda 11 ay işçileri sigortasız, sendikasız ve asgari ücretle çalıştırıp 12. ayda kapı önüne koyup yenilerini alabiliyor. “Helal-haram” konusunda bu halkın vicdanı ayarı bozuk (s. 162).
Son makalede peşine düştüğü soruyu şöyle ifade etmiş: “Menderes’ten beri ülkenin kıblesinin Amerika’ya çevrilişinin, Amerika ile can ciğer oluşumuzun, son alarak da eskiden “İslamcılık” yapmış bir ekibin alalacale “gömlek” çıkararak Amerika ile kolayca içli dışlı oluşunun kültürel genetiği nedir?”
Kitabın son bölümü bu soruya cevap sadedinde şöyle bitiyor: “Kim devlete yanaşıyorsa, bırakın kendini yedi sülalesini abâd ediyor. Bunun dinlisi dinsizi yok. Artık bal tutan parmağını yalamıyor; bal yiyor. Kamu malını yiyor. Gözünü kırpmadan, vicdanı sızlamadan yiyor. Çünkü vicdanı yok, vicdanı kör. İtikadı var, ibadeti var ama imanı yok; imanı olmadığı için de ahlakı yok. İtikadı ve ibadeti imansızlığını ve ahlaksızlığını örtüyor. Tıpkı Amerikan halkı gibi. İsa’ya olan yabancılaşmış inançlarının her şeyi örttüğü gibi… Örtünme muhafazakârlığın göstergesi ise kendini moda üzerinden ifade ediyor: Setrems ve Stare… İki giyim markası ismi. Yani tesettür kökünden ama bildiğimiz gibi değil modern… “Tekbir” ama “Allahuekber” değil; moda, gösteriş, manken, para… Pragmatizmin Türkish versiyonları… Alışveriş, yeme, içmede “center”, binekte “jip”, binada “tower” Amerikan ve Anadolu’nun sonradan görme, içi boş, şaşaa ve depdebe muhafakârlığını birleştiriyor. Türk muhafazakârlığının işadamı/rol modeli Erol Yarar, Ebu Hanife’nin Emevi zulmüne karşı direnişini ve hapiste ölümünü atlayarak, ancak Bağdat’taki evini örnek alabiliyor… Amerikalılar “dinlerini oyun ve eğlenceye (pragmatizim) dönüştürmekle” (6/70), Türkler de “inandık” deyip denenmeden kurtulduklarını sanmaları (29/2) ile, “dünya hayatı ile aldatılma” (6/70) ortak paydasında; “muhafazakârlıkta” birleşmektedirler…” (. 165).
***
Görüldüğü gibi kısaca tanıtmaya çalıştığım İlhami Güler’in son kitabı, küreselden yerele çağına şahid olan sıra dışı bir ilahiyatçının vicdanî sorgulamalarını, itiraz ve isyanlarını dillendiriyor.
Türkiye’nin vicdan sahibi dindarlarını ve dürüst dinsizlerini “adalet, vicdan ve hakkaniyet” bağlamında bir araya gelmeye, küresel ve yerel haramîlere karşı direnişe çağırıyor.
Kitap “zamanın ruhunun” değiştiğini görebilen bir basirete sahip.
İlhami Güler’in “Direniş teolojisi” kitabını başta ilahiyat camiası olmak üzere, tüm dini çevrelerin, “Bu topraklardan bi halt çıkmaz” diyerek ortamlardan el etek çekmiş 80 kuşağı radikallerinin, arayış içindeki sol gurupların, özellikle de bugünlerde en parlak yıllarını yaşayan “iktidar fanusu” içindeki muhafazakârların okumasını tavsiye ederim…
(Direniş Teolojisi; Prof. Dr. İlhami Güler, Ankara Okulu yayınları, Ank., 2010)
Hocam Bakın Kuran Dinle Ugraşan Sınıfın Nasıl Bozuldugunu Açıkça Deşifre Ediyor. <br><br>Araf (169) Derken, arkalarından Kitab'ı miras alan bozuk bir nesil bunların yerine geçti. ONLAR ŞU ALÇAK DÜNYANIN MALINI ALIRLAR, bir de: "Biz nasıl olsa bağışlanacağız!" derler. Karşı taraftan da kendilerine öyle birşey gelse, onu da alırlar. Allah'a karşı YANLIZ HAKKI SÖYLEYECEKLERİNE dair
allahuekber… helal olsun