Hiç düşündünüz mü, Türkçe’de çok kullandığımız akraba, garp, gurbet, mağrib, garip, gureba, garibankelimeleri “kurban” ile neden aynı ses benzerliğine sahip?
Dahası “Allah’ın garibi”, “Garip kuşun yuvasını Allah yapar” deyim ve atasözlerinin “kurban” ile ne gibi bir ilişkisi olabilir?
İsmet Özel’in “Yargı kesin: acı duymak ruhun fiyakasıdır” demesi gibi söyleyeyim: “Yargı kesin: Bütün bunlar Kurban bayramı ile ilgilidir!”
***
Önce kelimeden başlayalım.
Arapça’dan Türkçe’ye geçen iki kelime kökü var ki okunuşta aynı söyleniyor: GRB ve ĞRB… Agraba, mugarrep, tagarrub, gurbân, gurbet GRB’den… Ğarâbet, ğarîb, ğaribân, ğarp, gurûb, ğurâbiye, mağrîbĞRB’den geliyor…
Türkçe’de Arapça’daki “g” (gaf) harfi ile “ğ” (ğayn) harfi “k, g” harfleri ile karıştırılarak söylendiği için kelimeler aynı ses benzerliğine dönüşüyor.
Dolayısıyla “gurban” kelimesi söylenişte hem akraba hem garip, gureba, gariban kelimeleri ile aynı sesle ifade ediliyor.
Türkçe’nin mal mülk kelimelerini yan yana kullanması gibi aslında bu bir tesadüf değil. Belki de Osmanlıca’dan gelen sentez gücü olduğunu söyleyebiliriz. “Oruç tutmak” deyimindeki gibi Farsça ve Arapça’yı sentezleme gücü gibi bir durum var yani.
Buradan yola çıkarak “Gurbân bayramı” tabirinin aslında “Garîp-gurebâ bayramı” demek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
***
Şöyle ki:
Kur’an’da bu iki kökten gelen kelimelere baktığımızda birinin yakınlaşmak, diğerinin uzaklaşmak anlamında kullanıldığını görüyoruz.
Mesela “Zi’l-gurba” tabiri var.
Genellikle şöyle geçer: “Öksüze (yetim), yoksula (miskin), yakınlara (zi’l-gurba), yolda kalmışa (ibnu’s-sebil), boyunduruk altındakilere (rigâb), borçlulara (ğarâim) verin…”
Bu sıralanış pek değişmez.
Dikkat edilirse burada ‘yakınlar” diye çevirilen “zi’l-gurba” hariç diğerleri hep bir mahrumiyeti ve mağduriyeti ifade eder. Ama “yakınlar” tabiri kişinin soy/nesep bakımından ilişkisini ifade ediyor ki sıralanıştaki mantığa uymuyor.
Şu halde “zi’l-gurba” yetim, yoksul, köle, borçlu cinsinden bir şey olmalı ki veriş mantığına uysun. Yani bir mahrumiyet, mağduriyet, yoksunluk ve yoksulluk durumu ortadan kalksın…
Bu ne olabilir?
Kur’an’da “Zi’l-gurba” kelimesinin geçtiği yerlere bakıyoruz, “verme” ile ilgili yerlerde hep aynı tarzda kullanılıyor.
Beled suresinde açıklayıcı bir ifade var. Aynı kökten gelen kelime bakın burada nasıl kullanılmış: “Yetimen zâ magrabe” (yakınlığı olan bir yetime…)
Gurbâ ile magrabe aynı kökten yani GRB…
Bölüm tam şöyle:
“Sarp yokuşun ne olduğunu bilir misin (Ve mâ edrâke ma’l-a’gabe)
Boyundurukları kırmak/köleleri özgürleştirmek( Fekku ragabe)
Açlık gününde doyurmak (İta’mu fî yevmi zî mesgabe)
Yakınlığı olan yetimi (yetîmen zâ magrabe)
Yerde sürünen bir yoksulu (miskînen zâ metrabe)”
(Beled; 91/12-15)
Zemahşeri, ayetlerde geçen mesgame, magrebe ve metrabe tabirlerinin Araplarda şiddetli açlığı, yoksulluğu ve kimsesiz kalmayı ifade için kullanıldığını söylüyor.
Bu durumda mesgame şiddetli açlık içinde olanı ifade ederken, metrabe toprağa bulanmış demek olduğu için yoksulluktan yerde sürünmeyi ifade ediyor.
Yetimen magrabe ise öksüz/kimsesiz kaldığı için Allah’a yakın olmayı ifade ediyor. Çünkü öksüzün toplumda kimsesi yoktur ve tek başına kalmıştır. Bunun için otomatikman Kur’an lisanında “garip kuş” oluyor ve onun “yuvasını Allah yapıyor.”
***
Bu nedenle ona “Allah’ın garibi” deniyor. Yani Allah’ın yakını…
Bu nedenle kimi kimsesi olmayan Ashab-ı Suffa, peygamberin “en yakın arkadaşları” oluyor. Bayram gününde ilk onları ziyaret ediyor. Çünkü bayramı onlara armağan atmiş ve “gurbân” (garîp-gurebâ-garibân) bayramı olmuş…
Bu nedenle garipler toplumda kimi kimsesi olmayanlardır. Böyle olanların vasisi, hamisi, doğal akrabası otomatikman Allah ve onun elçisidir…
Bu nedenledir ki peygamber şöyle der: “Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece garip-gurebâyı (zi’l-gurba) sevmenizi istiyorum” (Şura; 23)
Bu nedenledir ki Kur’an sürekli ve şaşmaz bir şekilde şöyle der: “Öksüze (yetim) yoksula (fukara), düşmüşlere (mesâkin), gariplere (zi’l-gurba), sokak (yol) çocuklarına (ibnu’s-sebil), boyunduruk altındakilere (rigâb), borçlulara (garâim) …”
Bu nedenledir ki bayramda yetim yurtlarına gidilir, Darul-acezeler ziyaret edilir, kimsesizlerin kapısı çalınır, garipler sevindirilir.
Bu nedenledir ki bayramda uzaktakiler yakınlaşır, küskünler barışır, ev ev dolaşılır, yakınlaşmalar/kaynaşmalar olur…
Bütün bunlar bayramda asıl yapılması gerekenlerdir. Tüm bayramın böyle geçmesi gerekir.
***
Fakat bir şey var ki bayramda bütün bunları alıp götürüyor, işi çığırından çıkarıyor: Milyonlarca insanın kitlesel bir tarzda kurban kesmesi…
Bir kurban kesiliyor ve bütün bayram onun eti, kanı, bağırsağı, derisinin toplanması, kavurulması, yenmesi ile geçiyor.
İnsanlar adı “yakınlaşma” olan bayramda birbirinden uzaklaşıyor, sahillere, tatillere gidiyor.
Oysa Kur’an’da kurban ile ilgili ayetler hep Hacc ile ilgili yerlerde geçer. Hacca gitmeyenlerin kurban kesmesi gerekmiyor. Kurban Kur’an’da herkesin kesmesi gereken “dini vecibe” değil.
Herkese “kurban kes” emrinin verildiği iddia edilen Kevser suresinin kurban kesmekle alakası yok. Kanımca doğru çevirisi şöyledir: “Biz sana kevseri verdik. Şu halde destek iste; yardımlaşma/dayanışma içinde ol (salât et) ve güçlüklere göğüs ger; diren (nahr yap). Asıl sana kin besleyendir kökü kuruyacak olan” (Kevser suresi)
Nahr yapmak hayvan kesmek değil; hayvanın kesilirken göğsünü ileri atması gibi güçlüklere göğüs germek, baskılara karşı direnmek demektir. Çünkü o dönemde peygamber yoğun baskı altındadır ve kesilmek, yok edilmek istenmektedir: Sure bununla ilgilidir…
***
İslam’da kan akıtılarak günahların affedilmesi gibi bir anlayış yok.
Kur’an’da öksüze vermek/yoksulu doyurmak (ikrâmu’l-yetim/itâ’mu’t-taâm) hacca gitsin gitmesin herkes için farzdır; “dini vecibe”dir. Ancak kurban sadece hacca gidenlerin yapacağı bir müstahaptır. (iyi görülen, güzel bulunan).
Bu nedenle hacca gitmeyenlerin kurban yerine bedelini bizzat bir garibana vermesi daha evladır. Bayramda herkes bir gariban ile tanışmalı ve bir daha onu bırakmamalıdır. Kanımca asıl “dini vecibe”budur.
“İyi de kurban etinden yetime yoksula veriyoruz işte” diyenler, yoksulu doyurmayı bir öğünlük yedirme olarak anlıyorlar ki yanlış. Asıl söylenmek istenen yoksulu bu durumdan kurtarmak ve yoksulluğu üretip duran sistemi değiştirmektir.
Eğer kurban kesmek yoksulluğu ortadan kaldırsaydı daha geçen sene zengin ile yoksul arasında fark 8 kata çıkmazdı.
Geçen yıl Türkiye’de namaz kılanların, oruç tutanların, hacca gidenlerin, başörtüsü takanların, kurban kesenlerin sayısında artış olmuş. Fakat aynı geçen yıl zengin ile yoksul arasındaki fark 8 kata çıkmış. Bankaların sayısı artmış, suç oranları yükselmiş, tecavüzlerin, boşanmaların sayısı katlanmış…
Bir yerde yanlış yapıyoruz.
Yanlış olan dini ritülleri (nusuk) esas kabul edip bunların bizzat yerine getirilmesini İslam’ın tam olarak yaşanması olarak anlayan zihniyettir.
Halbuki dini ritüllerin (namaz, hac, oruç, hacda kurban) hiçbirisi dinin direği olmadığı gibi ibadet de değildir. Bunların ibadete giriştir. İbadet hayatın içinde olan şeydir. Asıl ibadeti bunlardan sonra yapacaksınız. İşin ritüelini icra edip ibadetini koyvermek ibadetin içini de boşaltıyor, kuru kuruya anlamsız bir tekrara dönüştürüyor.
İbadet hayatın içinde hayırlı iş ve değer üretmek demektir: Doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, paylaşım, bölüşüm, zulme karşı direnme, hakkı savunma, yalan söylememek, iffetli yaşamak, doğru ölçüp tartmak, aldatmamak, sömürmemek, emeğin hakkını vermek, biriktirmemek, güvenmek… Bütün bunlar ibadettir.
Namaz, oruç, hacc size bunları öğreten dini imgeler, simgeler ve sembolik hareketlerdir. Müslümanın manevi dinamikleridir. Arkası gelmiyorsa hepsi boştur, gösteriştir.
***
Hacc ile ilgili ayetlerde geçen “hedy” (hediye), “behimetu’l-en’am”(hayvanlar) ve bunların“üzerine Allah’ın adını anmak” acaba ne demektir?
Bunları ne olduğunu anlarsanız hacda kurban ne demek daha iyi kavrayacaksınız.
Eski çağlarda tapınak kamu alanı demekti. Tâ Sümerlerde bile vardır. İnsanlar ihtiyaç fazlası ne varsa (hayvan, buğday, un, elbise, altın, gümüş) tapınağa getirirdi. Hayvanların üzerine “Tanrı malı” diye isim yazılırdı. Mesela un torbası ise onun da üzerine bu isim yazılırdı ve o artık kamu malı olurdu. Hatta matematikteki rakamlar tapınağa getirilen ve kamu malı (tanrı malı) olduğu seçilsin diye hayvanların ve torbaların üzerine atılan çizik ve çeltiklerden doğmuştu.
İşte bunlar kamuya (Tanrı’ya) adanmış mallardı. Orada ihtiyaç sahiplerine dağıtmak için toplanmaktaydı. Oraya gelen ihtiyaç sahiplerine (yoksullar, garibanlar, kimsesizlere) eşit bir şekilde dağıtılırdı.
Şimdi bu bilgiler ışığında şu ayeti okuyun;
“Yerli ve yabancı bütün insanların eşit hakka sahip olduğu Mescid-i Haram’dan insanları alıkoyanlara acı bir azap var” (Hacc; 25).
Yani; Yerli ve yabancı bütün insanlara eşitçe dağıtılsın diye getirilen ve üzerine Allah’ın ismi anılan (Allah’ın malı; kamuya ait mührü vurulan) ihtiyaç fazlası hediyeleri (koyun, buğday, un, hurma vs.), behimetu’l-en’am (tüm hayvanlar) , galâid (süs eşyaları) kendi zimmetine geçirenleri (Kabe’yi ele geçirmiş 9’lu çete) acı bir azap ile müjdele…
İşte kurban Kabe’ye (kamu alanına) adanmış hayvanları ifade eder. Bunlar ihtiyaç sahiplerine eşit şekilde dağıtılacaktır. Uzak diyarlardan gelenler olduğu için de kimisinin de kesilip gelenlere ikram edilmesi müsteheptır (iyi, güzel görünen bir davranıştır)
İslam’da kurbanın yeri bundan ibarettir.
***
Görülüyor ki Kur’an eski çağlardan beri gelen ve tapınağı “kamu alanı” olarak gören anlayışı sürdürmekte ve Kabe civarını bir toplanma, kaynaşma, yakınlaşma ve paylaşma merkezi olarak değerlendirmektir.
İslam dünyası büyüdüğü için, milyonlarca cami yapıldığı için ve oralarda Kabe’ye yönelindiği için, aynı şeyin camilerde yapılması gerekiyor. Kabe’de yapılanın küçük bir izdüşümünün camilerde yapılması gerekiyor.
Camilerin birer salatgâha dönüşerek ihtiyaç fazlası ne varsa oraya getirilmesi ve oradan tüm garibanlara, yoksullara, kimsesizlere eşitçe dağıtılması gerekiyor. Dahası bunun çağdaş bir “sistemi”kurulması gerekiyor.
Her geçen gün camiler doldukça, bayramlar geçtikçe zengin ile yoksul arasındaki farkın azalması, banka dükkanlarının giderek azalması ve nihayetinde onlara hiç ihtiyaç duyulmaması gerekiyor. Bunun gücü haccın, bayramın, salâtın, caminin dinamik içeriğinde var. Anlaşılmayı ve yeniden inşa edilmeyi bekliyorlar orada öylece. Gel gör ki camiler çoktan bu misyonlarını kaybetmiş ve sessiz birer “devlet tapınağına” dönüşmüş vaziyette…
Şimdi …
“Gurbân” ın neden bir “Garîp –Gurebâ bayramı” olduğunu anladınız mı?
“Garip kuşun” yuvasını Allah nasıl yapıyor gördünüz mü?