Yeni seçim söylemleri

Y

Zaman zaman Anadolu’yu geziyorum.
Önceki hafta İzmit/Körfez, geçen hafta da Gaziantep ve Kayseri’deydim. Çok iyi izlenimlerle döndüm. Bir yanda şaşırtıcı bir dikkatle iki saat, üç saat dinleyen kalabalıklar… Soru soran gençler… Harıl harıl not tutan bayanlar… Kendini yenilemiş, ufku açık, çalışkan, gayretli, tanıdık yüzler… Gittikçe artan ilim havzaları… Yaşayan Kur’an okumaları vs… Diğer yanda yükselen binalar, gayet hijyenik ortamlar, steril bürolar, iyice göze batan bir zenginleşme…
Seyehat yazıları pek yazmam ama bunlara bir ara ayrıca değineceğim.
**
Seçim ortamı olmasından belki de dikkatimi çeken bir şey var: Numan Kurtulmuş ve Mehmet Bekaroğlu’nun söylemleri konuşuluyor…
Kanımca temsil ettikleri görüş, bulundukları yer ve söylemleri itibariyle bu seçimlerde “yeni”yi bunlar temsil ediyor. Bu nedenle üzerinde durmakta fayda var.
“Harun gelip Karun olmamak”, “Cipe binen türbanlı-durakta bekleyen türbanlı” tartışmasının derinden derine yayıldığını gözlemledim. Seçim sonrası süreç için dini çevrelerin ne konuşacağı ile ilgili de önemli bir ipucu da.
Çünkü bu, seçim ve parti tartışmasından çok öte bir şey…
Öyle ki bu söylemler bırakın AKP’yi bizzat Saadet Partisi’ni bile sarsacak nitelikte. Çünkü bu iki partinin sosyolojisi aynı dini ve kültürel iklimden besleniyor. Hatta olaya “bu açıdan” bakınca aralarındaki fark bile kayboluyor.
Ama şahsen ben Numan Kurtulmuş ve Mehmet Bekaroğlu’nun söylemlerinin ciddi ciddi bir farkı yansıttığına inanmak istiyorum, göreceğiz…
Bu nedenle söylemin kendisini son derece “sahici” bulmaktayım.
Umarım seçim malzemesi olarak kullanılmaz ve asıl girmesi gereken damara girer, esas mecrada seyreder.
***
“Yeni sınıftan” birisi bana “Ebuzer ismini duymak bile beni ürkütüyor” demişti. Bu gayet “rahatsız edici” ve “içe batan” söyleme verilen tepkiden de anlaşılacağı gibi, bu türden söylemler bıçakla keser gibi safların ayrışımına neden oluyor. Bakıyorsunuz, bir anda birçok kişi ve grup aynı koroya katılmış. Eski radikali, tarikatçısı, nurcusu, eskisi yenisi bütün “yeni sınıf korusu” hep bir ağızdan “Ne yani Müslüman zengin olamaz mı, Hint fakiri mi olacağız” nakaratını tekrar ediyor.
Abdurrahman bin Afv’a sarılmalar, Hz. Süleyman’dan örnek vermeler, rızkın onda dokuzunun ticarette olduğuna dair hadisler, mülkiyetin kutsal olduğundan dem vurmalar, bu söylemlerin solculuk ve komünistlik olduğunu ileri sürmeler…
Bir yerde “Peygamberimiz diyor ki: Üç şey ortaktır; su, ateş ve mera..” hadisini okuyunca “cipli” (jeepli) hacı abilerden birisi bana “Karılar da ortak olacak demene az kaldı hoca” dedi…
Sol kökenden gelenler bu tartışmaları sanırım nostaljik bir gülümsemeyle izliyordur…
Görüldüğü gibi daha on kamyon ekmek yememiz lazım. Bu konularda adeta yerlerde sürünüyoruz. Kur’an’da infak, kenz, istiğna, tekasür, tezkiye, arınma, mal, mülk, emek nedir? Ekonomi-politik neye denir? Mülkiyet, temellük, toprak, insan, toplum ilişkisi nasıl olur? Kamu nedir? Küresel kriz neden oluyor? Sovyetler niye çöktü? Marx kim? Kapitalist çağa Muaviye (Emevi) İslam’ından cevap çıkar mı? vs. bütün bunlara hacı abi tepkisiyle “İslam o değildir, bu değildir, İslam gelince her şey hallolur, beşeri sistem bunlar” mantığı ile tepki vermek Müslüman zihni güdükleştiriyor. Hem kendine, hem dinine, hem de çağa yabancılaştırıyor, başka bir gezegende gayet asude hacı abim…
***
Öncelikle işin dini ve kültürel köklerini konuşmamız gerekiyor. Yazılarımda yapmaya çalıştığım da esasında bundan ibaret.
Orada bir dönüşüm yaşanmadıkça bu işler böyle gelmiş böyle gidecektir.
Bize tarihten gelen yanlış şeyler var, bunu kabul etmeliyiz. Burası başlangıç noktası olabilir.
Kur’an mehcur bırakılmış, Peygamber mitolojikleşmiş, Ebubekr anlaşılmamış, Ömer hançerlenmiş, Ali yenilmiş, Ebuzer gömülmüş… Muaviye (Emevi) İslam’ı bize gelen! Abdurrahman ibn Afv’ın mülkiyet anlayışı bize ulaşan. Osman’ın ‘Hırkayı bana Allah giydirdi üç buçuk çapulcu (muhalif) istedi diye çıkarmam’ anlayışı bize gelen siyasi kültür. Kafa bu, kültür bu, anlayış bu… Topyekün dini iklim bu…
Buradan ne çıkar? İnsan mı tabut mu?
Ne çıkar görüyorsunuz.
Halbuki esas çizgi (sünnet) bu değil. O çizgi “Peygamberin kokusu kaybolmadan şeriatı kayboldu” (Hz. Aişe) sözünden da anlaşılacağı gibi unutulmuş, yenilmiş, gömülmüş bir çizgidir. Ve unutulduğu yerden hatırlanmayı, yenildiği yerden galebe çalmayı, gömüldüğü yerden de diriltilmeyi beklemektedir…
***
Bir zamanlar “İslam gelecek vahşet bitecek”, “Sınırsız ve sınıfsız İslam toplumuna doğru” diye duvarlara yazı yazdığımız şimdilerde “müteahhit” eskilerde “mücahid” arkadaşımız, “Diri diri gömülen kız çocukları” ayetinin tefsiri sadedinde söylediğim “Tuzla’da ölen işçiler” konusuna “Bunun din ile ne alakası var” diye tepki veriyor.
Dikkat: Kıyas-ı gayr-ı mükabil (tefsirde yanlış kıyas/karşılaştırma) değil; bunun din ile ne alakası var!
Bunu söyleyen Mevdudi’nin “Dört terim”ini, Seyyid Kutup’un “İslam’da sosyal adalet”ini, Ali Şeriati’nin “İslam ve kapitalizm” kitaplarını okumuş bir eski mücahit!
Artık bunlar öğrencilik yılları radikallikleri oluyor. Öğrenci evlerinin çay ve sigara dumanları arasında kalmış eski bir nostalji… Şimdi kariyerizm ve konformizm var; öyle ya artık onlar çok “ideolojik” şeyler ayol (!)
Ona göre insanların zengin olmasının, mülk yığmasının, cipe binmesinin, yoksulluğun, açlığın dinle alakası yokmuş. Bunlar bir takım ekonomik sorunlarmış. Din böyle şeylerle ilgilenmezmiş. İnsanların o özel hayatıymış, kimse karışmamalıymış. Din bir vicdan işiymiş, kul ile Allah arasına kimse girmemeliymiş!
***
“Kenz’i” (yığmayı/biriktirmeyi),“tekâsür’ü” (çoğaltmayı/zenginlik yarışını) ve “istiğna”yı (zenginliğini her şeye yeterli görme küstahlığını) Allah’ı ve ahiret gününü inkar etmekle ve tağutlaşmayla ilişkili gören bir Kitabın mensuplarını, kariyerizm ve konformizm bataklığı nasıl paçavraya çeviriyor görüyorsunuz, değil mi?
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” (Mü’min değildir) diyen bir peygamberin günde kırk kez salavat getiricileri, “iktidar ve mülkiyet” denilen o ilişkiye girince ne hale geliyorlar görüyorsunuz, değil mi?
Çünkü tâ ilk başta, tefsir hocalarından dersler dinlerken, şeyhlerinden el alırken, üstatlarının kitaplarını okurken Allah’ı, kitabı ve peygamberi açın ve yoksulun davası olarak görmediler.
Hadi gördüler diyelim, ama bu hiç işlerine gelmedi.
Hadi işlerine geldi diyelim, zamanla bundan nefret ettiler.
Allah’ı açın, yoksulun, mağdurun ve mazlumun inleyen vicdanında değil; teoloji, kelam, tasavvuf, felsefe, fıkıh vs. vadilerinde dolanarak kariyer merdivenlerinde aramak işlerine geldi.
Allah’a gücü ve zenginliği için taptılar.
Eski Mısır’da gücünü ve zenginliğini yitiren Firavunların öldürülerek tanrılıktan düşürülmesi gibi, güç, zenginlik ve kariyer getirmiyorsa Allah’ı (dini, imanı) terk ettiler. Güç ve zenginlik neredeyse tanrıları o oldu.
***
Bu nedenle siyaset arenasını köklü çözüm mecraı olarak görmememe rağmen, Numan Kurtulmuş ve Mehmet Bekaroğlu’nun dilinde “vicdan siyaseti” olarak politik dile dökülen bu söylemin fitilinin neyi ateşleyeceği benim için merak konusu.
Çünkü her yeni ateş sıcaktır, aydınlıktır, umuttur ama yakar da.
En önce de düştüğü yeri yakar.
Bakalım tutuşturulmaya çalışılan bu ateşe ve yeni söyleme seçmenin tepkisi ne olacak, bu seçimlerde en çok bunu merak ediyorum.

Yorum ekle

Kategoriler

SON İÇERİKLER

ARŞİV

Konular